Himmet UÇ
Şuhudi kelimesi üzerine tedkikat
Bediüzzaman, Mesnevi–i Nuriye isimli eserinin sonunda, dercettiği fikirler için “Münderecat hakkında” diye bir açıklamada bulunur.
"Bu risale, bazı ayat-ı Kur’aniyenin şuhudi bir nevi tefsiridir. Ve ondaki meseleler Kur’an-ı Hakimin bahçesinden koparılmış çiçeklerdir. Bu risalenin ibaresindeki icmal ve icaz ve fehmindeki zahiri müşkilat, sana tevahhuş vermesin. Tekrar tekrar mütalaa et, ta ki لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ve emsali tekrarat-ı Kur’aniyenin sırrı sana açılsın.
Ey kari! Bu mecmuadaki tevhidin bürhanları ve mazharları, birbirine ihtiyaç bırakmıyor zannetme. Çünkü, ben herbir bürhana, herbir makam-ı mahsusta ihtiyaç hissettim. Harekat-ı cihadiyem beni öyle bir mevkie ilca ediyordu ki, o mevkide, o anda bir kapı açmaya mecbur kalıyordum. Çünkü, o dehşetli anda diğer açık kapılara dönmek müyesser olmuyordu. Hem o seyahat-ı acibede rastgeldiğim nurlara, delalet etmek için değil, belki hatırlamak için işaretler koydum. Bazan büyük bir nura bir işaret koyuyordum."
"İla ahir" diye ne kadar güzel bir mukaddemeyi ve bir hülasayı, bu mecmua, adeta şifre gibi bir anahtarı karilerine takdim ediyor.
Mesnevi uzun bir seyahat esnasında yazılmış ama Bediüzzaman İstanbul’a gittikten sonra orada bir müddet kalmış, sonra Şam’a gitmiş Hutbe-i Şamiye orada irad edilmiş. Bu yolculuk esnasında mesnevi kaleme alınmış, kaydı ihtiyatla söylüyorum. Ama istanbul’da büyük bir tarama yaptığı bu eserinden anlaşılıyor. Çünkü Bediüzzaman tahkik etmekten, araştırmaktan büyük haz duyan bir müellif. Büyük bir taramada elde edilen fikirler dehasının anbarında istihale geçirdikten sonra Mesnevi kaleme alınmış. Mesnevi’deki konuların bir kısmı daha sonraki eserlerinde genişletilmiş, daha edebi hale getirilmiş, daha bir faklı elbise, üslub giymişler.
Ama mufassal hale getirilmeyen çok mesele var. O yaptığı işin bulduklarına bir işaret olduğunu söyler. İşaret neye işaret ederse onu okuyucular, mütefennin okuyucular bulsun.
“O seyahat-ı acibede rastgeldiğim nurlara delalet etmek için değil, belki hatırlatmak için işaretler koydum. Bazan büyük bir nura bir işaret koyuyordum.“
Seyahat içinde de ikinci bir fikri ve doğuş öncesi seyahatı var ona “Seyahat-ı acibe“ diyor. Sanat felsefesinde eserlerin doğuş öncesi konusunda kimse bir şey söylememiş sadece çocuğun doğmasını görmek gibi düşünülmüş. Orası çok metafizik bir şey bu yüzden Üstad “acib” demiş, sanki ihtiyarı dışında gibi. Çünkü bu kelime Risale-i Nur’da meselelerin izahı mümkün olmayan yerlerde söyleniyor. Mesela insanın yaratılışı için hilkat-ı acibe diyor vb.
Gelelim Şuhudi kelimesine. Neden bu kelimeyi kullanıyor? Bu konuda eserlerinde kullandığı yerlerden bir muhassal-ı efkar, fikir özeti, icmal, çıkaralım.
“İkinci Nokta. Sa’d-ı Taftazanî gibi eâzım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki: "İnşikak-ı kamer; parmaklarından su akması, umum bir orduya su içirmesi, câmide hutbe okurken dayandığı kuru direğin müfârakat-ı (a.s.m.) ağlaması, umum cemaatin işitmesi gibi mütevâtirdir. Yani, öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesîre nakletmiştir ki, kizbe ittifakları muhâldir. Hâle gibi meşhur bir kuyrukluyıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevâtirdir. Görmediğimiz Serendip Adasının vücudu gibi, tevâtürle vücudu katîdir" demişler. İşte böyle gayet katî ve şuhudî mesâilde teşkikàt-ı vehmiye yapmak, akılsızlıktır. Yalnız muhâl olmamak kâfîdir. Halbuki, şakk-ı kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür.” (Sözler)
Bu cümlede kamerin ikiye bölünmesi, Cenab-ı Peygamberin (asm) parmlaklarından su akması, umum orduya içirmesi, camide hutbe okurken kuru direğin peygamberimizin kendinden ayrılmasından dolayı ağlaması, umum cemaatin işitmesi, şuhudi mesaildir. Yani görülmüş, bizzat şahit olunmuş, gözlenmiş olaylardır. Demek görülmüş, görülen olay üzerine hüküm verilmiştir. Bir diğer tabir ile mütevatirdir. Yani haber halkaları birbirine sıdk ile bağlı bir mümtaz nakledicilerin eliyle gelmiştir. Bu da şuhudinin başka bir terimle veya ıstılahla ifadesidir.
“Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki, bütün ehl-i edyân, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar melâikenin vücuduna ve ruhânîlerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın tâifeleri, birbirinden bahsi ve muhâveresi ve rivâyeti gibi, melâikelerle muhâvere edilmesine ve onların müşâhedesine ve onlardan rivâyet etmesine icmâ etmişlerdir. Acaba, hiçbir ferd melâikelerden, bilbedâhe görünmezse, hem bilmüşâhede bir şahsın veya müteaddit eşhâsın vücudu katî bilinmezse, hem onların bilbedâhe, bilmüşâhede vücutları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki, böyle bir icmâ ve ittifak devam etsin; ve böyle müspet ve vücudî bir emirde ve şuhuda istinad eden bir halde müstemirren ve tevâtüren, o ittifak devam etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, şu itikad-ı umuminin menşei, mebâdi-i zarûriye ve bedihî emirler olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, hakikatsiz bir vehim, bütün inkılâbât-ı beşeriyede bütün akàid-i insaniyede istimrâr etsin, bekà bulsun? Hem hiç mümkün müdür ki, şu ehl-i edyânın bu icmâ-ı azîmin senedi, bir hads-i katî olmasın, bir yakîn-i şuhudî olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, o hads-i katî, o yakîn-i şuhudî, hadsiz emârelerden ve o emâreler hadsiz müşâhedât vâkıalarından ve o müşâhedât vâkıaları şeksiz ve şüphesiz mebâdi-i zarûriyeye istinad etmesin? Öyle ise, şu ehl-i edyândaki bu itikadât-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevâtür-ü mânevî kuvvetini ifade eden pek çok kerrât ile melâike müşâhedelerinden ve ruhânîlerin rü’yetlerinden hâsıl olan mebâdi-i zarûriyedir, esâsât-ı katiyedir.” (Sözler)
Bu cümlede meleklerin varlığı için deliller sıralayan Bediüzzaman meseleyi “şuhuda istinad eden bir hal” olarak tasvir eder. Yani melekler görülmüştür.
Cümlede bir kelime grubu daha kullanır “yakin-i şuhudi.” Yakin şüphesiz, sağlam ve kati olarak bilmek, öyle diyor Abdullah Yeğin ağabey lügatinde. Ruhu garik-i rahmet olsun. Yakin-i şuhudimiz odur. Sağlam ve kati müşahadelere dayanarak elde edilen bilgi yakin-i şuhudi demek. Melek bahsi bu sınıfa giriyor.
Bediüzzaman yakin-i şuhudiyi kendi izah eder. “Hem hiç mümkün müdür ki, o hads-i katî, o yakîn-i şuhudî, hadsiz emârelerden ve o emâreler hadsiz müşâhedât vâkıalarından ve o müşâhedât vâkıaları şeksiz ve şüphesiz mebâdi-i zarûriyeye istinad etmesin? Öyle ise, şu ehl-i edyândaki bu itikadât-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevâtür-ü mânevî kuvvetini ifade eden pek çok kerrât ile melâike müşâhedelerinden ve ruhânîlerin rü’yetlerinden hâsıl olan mebâdi-i zarûriyedir, esâsât-ı katiyedir.”
Yakin-i şuhudi hadsiz emarelere, emareler, hadsiz müşahadelere, gözlemlere, gözlenmiş vakalara, onlar da mebadi-i zaruriyelere dayanıyor. Abdullah Yeğin abi bunu şöyle izah ediyor. “Bir hakikat tam bilinmeden önceki isbat edici zaruri emareler, başlangıçlar, hazırlıklar.” Mebadi-i zaruriye bu demek. Mesela yemek yemenin mebadi-i zaruriyesi açlıktır. Yani meleklerin varlığı emare ve gözlemler ötesinde, zorunlu başlangıçları gerektirir. Yani melekler yaratılışın yaratılmadan önce elzem varlıklarıdır. O lüzum meleklerin varlığını zaruri kılar.
“İkinci Yol: Berzahlar tavassut eder. Ayna ve mazharların kabiliyetleri şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velâyet mesleğini temsil eder.
İşte, Zühre, Katre, Reşha, her birisi evvelki yolda diyebilirler ki, "Ben umum âlem güneşinin bir aynasıyım." Fakat ikinci yolda öyle diyemez; belki, "Ben kendi güneşimin aynasıyım, veyahut nevime tecellî eden güneşin aynasıyım" der. Çünkü, güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki, o şahsın veyahut nevinin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde, mahdut bir kayıt altında ona görünüyor. Halbuki, kayıtsız, berzahsız mutlak güneşin âsârını o mukayyed güneşe veremiyor. Çünkü, bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebâtât, hayvanâtın hayatlarını tahrik etmek ve seyyârâtı etrafında döndürmek gibi haşmetnümâ eserleri o dar kayıt ve mahdut berzah içinde gördüğü güneşe şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki, o âsâr-ı acîbeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf aklî ve imânî bir tarzda ve o mukayyed ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyetle verebilir. Fakat o insan gibi akıllı farz ettiğimiz Zühre, Katre, Reşha, şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri aklîdir, şuhudî değil. Belki bâzan, hükm-ü imânîleri şuhud-u kevniyelerine müsâdeme eder, pek güçlükle inanabilirler.” (24. Söz)
Güneşten yansıyan renk ve ışıkları üç değişik karaktere dönüştüren, onlara Zühre, Katre ve Reşha diyen Bediüzzaman bu alegorik bahisteki yansımalardan oluşan karakter akislerin sadece gözleme dayanmayan yani şuhudi olmayan telakkiler olduğunu söyler. Şuhudi olmak burada olmamanın tafsili ile ortaya çıkar. Burada şuhudi olmanın bir de kevni olmasını söyler ki bu şuhudi olmaya daha da mantıklılık kazandırır. Mesela güneşin doğması şuhudi kevniyedir. Tasavvufi hükmü imaniler şuhudi kevniyeye dayanmayabilir ama itikaddır. Bediüzzaman’ın yolu nasıl farklı. Onun ki şuhud, daha ötesi şuhudi kevniyedir. Mesela Ayetül Kübra’daki örnekler şuhudi kevniyedir.
“Sonra gözünü çeker aklına bakar görür ki atılmış bir pamuk gibi bu cansız camid bulut bizleri bilmez, imdadımıza yetişmez.” İşte bulut örneği bir şuhudi kevnidir, itikadın üzerine kurulduğu gözlemdir.
“BİRİNCİ TELVİH: Tarîkatin sırrını ve Mîrâc-ı Ahmedînin (a.s.m.) sâyesi altında kalp ayağıyla bir seyr-i sülûk-u rûhânî neticesinde, zevkî ve hÂlî ve bir derece şuhudî hakâik-ı îmâniye ve Kur’âniyeye mazhariyet olduğunu beyân edip, insanın mâhiyet-i câmiasında akıl nasıl ki hadsiz fünûna istidâdı ve ıttılâı cihetiyle mâhiyeti inkişaf etmiş ve o sûretle işlettirilmiş; kalp dahi onun gibi, bu Âlemin bir harita-i mâneviyesi ve çok kemÂlâtın bir çekirdeği hükmünde olduğundan, tarîkat cihetiyle onu işlettirmek ve kemÂlâtına sevk etmek olduğunu ispat eder.” (Tarikat bahsi)
Bu cümlede kalp ayağı ile gidilen varılan imani hakikatleri de bir derece şuhudi olarak tavsif eder Bediüzzaman. Çünkü tasavvuf harici gözlemlere yani şuhudi gözlemlere değil daha çok keşif ve keramatlara dayanır. Kısmen şuhudidir. Zaten o asır kalb asrıdır, her asır kendine göre düşünür.
Aşağıdaki cümle şuhudiyi ne kadar halaveti beyan ile ifade eder. Tam şuhudinin ne olduğunu bu anlatım ortaya koyar. Üslub ne kadar tatlı ve tatmin edici. Yaz mevsiminde yeryüzü bahçesine akıllarını da yanlarını alıp gitsinler gördükleri hep şuhudidir. Bediüzzaman demek görmek demek. Dünya romanında şuhudi romanı Flaubert yazmış, “görmediğim şeyi yazmadım“ diyor. Hatta “görmediğim bir şeyi yazacağım zaman ona benzer bir mekan aradım, tip aradım sonra yazdım” diyor. Bediüzzaman göze göre düşünen bir asrın, göze göre itikad inşa eden büyük sanatçısı, iman inşacısı. Barekallah.
“Eğer onlar şuhudî bir yakîn ile haşr-i umumîyi görmek isterlerse, akıllarını da beraber bulundurmak şartıyla, yaz mevsiminde küre-i arz bahçesine girsinler. Acaba ağaç dallarından sallanan o tatlı, ballı, nazif, lâtif kudret mucizeleri, o mahlûkat-ı lâtife, evvelkisinin, yani ölüp giden semeratın aynı veya misli değil midir? Eğer insanlarda olduğu gibi o meyvelerde de vahdet-i ruhiye olmuş olsaydı, geçmiş ve gelen yeni meyveler birbirinin aynı olmaz mıydı? Fakat, ruhları olmadığı için aralarında ayniyete yakın öyle bir misliyet vardır ki, ne aynıdır ve ne de gayr keyfiyeti gösterir. Acaba semerattaki bu vaziyeti gören, haşri istib’ad edebilir mi?
Ve keza, mânevî asansörlerle lâzım olan erzak ve gıdalarını ağacın yüksek dallarına çıkartmakla, tebessümleriyle arz-ı dîdar eden dut ve kayısı gibi meyveleri kuru ve câmid bir ağaçtan ihraç ve icad etmekle o kuru ağacı acip bir vaziyete ve hayattar, antika bir şekle koyan kudret-i ezeliyeye haşr-i umumî ağır gelir mi? Hâşâ! Bu lâtif, nâzik masnûatı o kuru ağaçlardan ihraç eden kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Bu bedihî bir meseledir. Fakat gözleri kör olanlar göremiyorlar.” (Mesnevi)
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Hanzalenin çekirdeğinde hanzale ağacı mündemiç ve dahil olduğu gibi, Cehennemin de küfür ve dalâlet tohumunda müstetir bulunduğunu, şuhudî bir yakînle müşahede ettim. Ve keza, nasıl ki hurmanın çekirdeği hurma ağacına hamiledir; aynen öyle de, iman habbesinde de Cennetin mevcut olduğunu hads-i kat’î ile gördüm. Çünkü, o çekirdeklerin ağaçlara tahavvül ve inkılâpları garip olmadığı gibi, küfür ve dalâlet mânâsı da tâzip edici bir Cehennemi, imân ve hidâyet de bir Cenneti intaç edeceğinde istib’ad yoktur.”
Bediüzzaman cehennemin de küfür ve dalalet tohumunda gizli müstetir olduğunu şuhudi bir yakin ile görmüş. Tıpkı Pencereler risalelerindeki gözlemler üzerine inşa edilen iman hükümleri gibi. Pencereler risalesi bir kainat çapında iman laboratuvarıdır.
“Evet ben, Hülasatü l-Hülasa yı okuduğum zaman, koca kainat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor. Fakat her nevin lisanı çok geniş olmasından, fikir yoluyla sıfat ve esma-i İlahiyeyi ilmelyakin ile iz an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür. Hakikat-ı insaniyeye baktığı vakit, o cami mikyasda, o küçük haritacıkta, o doğru nümunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat i ve şuhudi ve iz ani bir vicdan, bir itminan, bir iman ile o sıfat ve esmayı tasdik eder. Hem çok kolay, hem hazır yanındaki aynasında hiç uzun bir seyahat-ı fikriyeye muhtaç olmadan iman-ı tahkikiyi kazanır ve اِنَّ اللهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ hakiki bir manasını anlar. Çünkü, Cenab-ı Hak hakkında suret muhal olmasından, suretten murat, sirettir, ahlak ve sıfattır.
Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsi ve afaki ile marifet-i İlahiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüside, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar. Aynen öyle de, yüksek ehl-i hakikat dahi, marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok ali ve kıymetli olan iman ve tasdikte, iki cadde ile hareket etmişler.
Biri: Kitab-ı kainatı mütalaa ile, Ayetü l-Kübra ve Hizbü n-Nuriye ve Hülasatü l-Hülasa gibi afaka bakmaktır.
Diğeri: Ve en kuvvetli ve hakkalyakin derecesinde vicdani ve hissi, bir derece şuhudi olan hakikat-i insaniye haritasını ve enaniyet-i beşeriye fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini mütalaa ile, imanın şüphesiz ve vesvesesiz mertebesine.”
Bediüzzaman kainat kitabını mütalaa ile şuhudi imanın inşa edileceğini söyler. Ayetül Kübra ve Hülasatül Hülasa ve Hizbün Nuriye’nin şuhudi olduğunu söyler.
Bediüzzaman Münacaat risalesinde de yine şuhudi münacaat gerçekleştirmiştir. Adeta manevi asansörlerle kainatı dolaşmış, onların vücut ve vahdaniyete delil olmalarını görmüş, ilmi mübaheseleri itikad bahsine dönüştürmüş sonra onları dua yapmıştır. Barekallah. Göz bütün alemi şuhudi olarak itikad laboratuvarında dolaşmış.
“Birinci Şuada iki üç ayetin işârâtında, Risaletü’n-Nur’un sadık talebeleri imanla kabre gideceklerine ve ehl-i Cennet olacaklarına dair kudsi bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük meseleye ve çok kıymettar işarete tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim, çoktan beri muntazırdım. Lillahilhamd, iki emâre birden kalbime geldi:
Birinci emare: İman-ı tahkiki ilmelyakinden hakkalyakine yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: "Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir." Bu nevi iman-ı tahkiki ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.
“Bu iman-ı tahkikinin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşif ve şuhud ile hakikate yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhûdîdir.
İkinci yol iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, bürhanî ve Kur’ani bir tarzda akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakin derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakinle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir.
Bu ikinci yol Risaletü’n-Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risaletü’n-Nur hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler.”
Bir velayet var bir de velayet-i kamile. Tam bir velayet. Bu velayet keşf ve şuhuda dayanıyor ve çok özel kişilere has bir iman tesbit ve seyeranı. Ama önceki velayette keşf ve şuhud olmasa da itikad var, ikincisinde belki kırk yıllık bir cehdden sonra kamil bir velayet, keşif ve şuhud ile elde ediliyor. Yani itikadın dayandığı gözlemleri keşfe ve sonra şuhuda dayanan bir şekilde tesbit ediyor.
Bundan sonra Bediüzzaman talebelerinin yolunun ise “bürhani ve Kur’an’i“ olduğunu söylüyor. Burada akıl ve kalp birlikte itikadı tesis ediyor. Ne sadece akıl ne de kalp. İkisi birlikte. Bürhani ve Kur’an’i olduğu için hükümler zaruret ve bedahet haline geliyor.
Şuhud kelimesinin Bediüzzaman’ın dillinde nasıl farklı anlam tabakaları olduğunu görmüş olduk. Gücümüz ne kadarsa o kadar. Mesnevi’de daha çok konuşulup mübahese edilecek konular var yeterki o okyanusa dalmak isteği olsun, yoksa mutlak vekil ve vekil konularını konuşabilirler insanlar, mesail-i eazım-ı insaniye….!
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.