Nurettin HUYUT
Sungur abi ile yaşadıklarım
Temmuz 1976 Üniversite sınavına girmek için gittiğim İstanbul’dan ayrılma günü gelmişti. Üç aylık İstanbul seyahatinin sonuna gelmiştim. Artık memlekete dönme zamanıydı. Zira harçlığım bitmişti. Kal diyen de yoktu. Fıtri bir şekilde dönüyordum.
Eşyalarımı aldım Topkapı Terminaline geldim. Bavulumu bagaja verdim beklemeye başladım. Bir anda ne göreyim. Sungur abi, Hoca Yusuf (Bitlisli) ile beraber beni uğurlamaya gelmişler. Çok şaşırmış ve duygulanmıştım. 17 yaşındaydım O gün de Sungur abi Üstad’dan sonra en büyük idolümdü. Nazarımda yeryüzünde ondan daha parlak bir yıldız, daha değerli bir şahsiyet yoktu. O nedenle bu uğurlamayı o gün de bu günde çok önemsiyordum/önemsedim.
Hareket saati gelmişti otobüse binmem gerekiyordu. Ve vedalaşma anı, abim Hayrettin vardı, Yusuf Hoca… Tek tek kucaklaştım sıra Sungur abideydi kollarını olabildiğince açtı ve bana öyle bir sarıldı. Öyle içten bir sarılışı vardı ki, aradan bunca yıl geçmesine rağmen hala o sıcaklığı unutamıyorum. O tonton haliyle beni öyle bir sarmalamıştı ki bir anda kolları arasında adeta kaybolmuştum. Büyükçe bir pamuk torbasına sarılmış gibiydim. Ellerini öpmek istedim ama vermedi o dönemde hiçbir zaman da vermedi. Çok defa beraber olduğum halde sadece bir defa öpebilmiştim. Ama o öpmenin bedelini de bana ağır ödetmişti. (Bu meseleyi daha sonra anlatacağım.) Otobüse bindim camdan el sallayışını ve beni uğurlayışını hiç unutamıyorum. Öyle içten sallıyordu ki, etraftakilerin dahi dikkatini çekmişti. Evladını askere yollayan bir baba gibiydi.
İstanbul’da kaldığım süre içinde bir gün Süleymaniye dershanesine gitmiştim. Zübeyir abinin kaldığı dershaneye, gün ortasıydı benden başka da kimse yoktu. Salon duvarında yapılmış bir duvar resim vardı. Seyyar levhaları polisler her seferinde götürüp bir daha vermedikleri için oradaki ağabeyler de böyle bir formül bulmuşlardı. Duvara resmi yapmışlar ve etrafına bir çerçeve asmışlardı. Sanırsın ki, bir tablodur. Ama çerçeveyi kaldırınca durumu fark ediyordun.
Bir ara dershanedeki telefonun çaldığını duydum. Zaten başka da telefon yoktu. Telefon denen aletle de yeni tanışmıştım. O yaşlarda çok da utangaç biriydim, hala da o duyguyu giderebilmiş değilim. Zaten şikâyetçi de değilim. Kimse olmayınca ahizeyi kaldırmak zorunda kaldım. Kulağıma götürdüm karşıda Sungur abinin o sıcak içten selamını duydum. Telefonla ilk defa konuştuğum için ayrı bir heyecan kaplamıştı beni. Bir de onun sesi olunca iyice heyecanlanmıştım. Sadece “Aleykümselâm” diyebilmiştim. Kutum tutulmuştu konuşamıyordum. “Falan kişi orada mı?” diye sormuştu, cevap veremiyordum. Birkaç defa üst üste sormaya devam etti. Baktı benden ses çıkmaz bu defa soruyu değiştirdi. “Orada senden başka kimse var mı?” diye sordu. Ancak o soruya cevap verebilmiştim. Tek kelime ile “hayır” diyebilmiştim. Öylece telefonu kapatmıştı.
70’li yıllarda Van’da Üstad için her yıl okunan mevlitler tekrar başlamıştı. Altmışlı yıllarda yapılan mevlitlerin birinde baskın ve tutuklanmalar olduğundan birkaç yıl ara verildiğini biliyorum.
O yıl mevlide gelirken bir taksi Kuzgunkıran mevkiinde kaza geçirmişti. İçinde Mehmet Fırıncı abi de vardı. Fırıncı abinin kolu kırılmıştı. Dört kişilermiş. Erzurumlu bir abi de o kaza da vefat etmişti. Benim amcaoğlu Celal abi de vardı. En az hasarı o görmüştü hiçbir yara almadan kurtulmuştu. Ama araç yoldan çıkıp uçuruma doğru yuvarlanırken birkaç takladan sonra birazca iri bir taş takoz gibi önünü kesip en kritik bir yerde dik bir şekilde aracı durdurmuştu, Celal abi içinde kaldığı için hiçbir yara almadan yürüyerek çıkmış. Diğerleri takla esnasında araçtan fırlamışlar. Fırıncı abinin de kolu kırılmıştı. O nedenle mevlit o yıl cenaze merasimine dönüşmüştü. Erzurumlu abiye uzun uzun dualar edildi hatimler indirildi. Herkes Osman Demirci hocanın yaptığı dua nedeniyle hüzünlenmiş birçok kişi ağlamıştı.
Mevlit sonrası ikinci gün dönerken kazanın olduğu yerde Sungur abi araçları durdurdu ve aşağıya indi kazanın yerine gitti herkes hayretler içindeydi araç bir mucize eseri olarak dik bir şekilde uçurumun başında öylece duruyordu. Celal abi yeniden dünyaya gelmiş gibiydi. Tekrar arabalara binerken döndü bana “siz kaç kardeşsiniz?” diye sordu, ben o zaman bizim oralarda sadece erkeklere kardeş derdik, kız kardeşlere bacı diyorduk. O nedenle altı kardeş olduğumuz halde üç kardeşiz demiştim. Döndü Cezmi abiye (Celal abinin küçük kardeşi) “siz kaç kardeşsiniz” diye sordu o da üç (aslında onlarda beş kardeştiler) dedikten sonra biraz durdu, düşündü ve şöyle bir dua etti. “Keşke bin kardeş olsaydınız” diye temennide bulundu. Arabalara bindik ve yola devam ettik. (Küçük bir not: O günden şimdiye torunlarla yüzü geçmiş bulunuyoruz. Kıyamete kadar inşallah bini bulur.)
Üniversiteyi Adana’da okudum, akşam bölümünde okuduğum için gündüzleri hizmetlerle iştigal ediyordum. Sungur abi sık sık geliyordu. Onunla zaman zaman çevre illere ziyaretlerde bulunuyorduk. Bir hafta sonu ağabeylerin bölge meşvereti vardı. Talebe olduğumuz halde o genç yaşımızda bizi de meşverete katmışlardı. Talebelerden de bir iki kişi katılsın istemişlerdi. O günlerde Aşık Hizani fırtınası vardı. Sazlı sözlü türküler okuyordu. Nurcuların hissiyatına tercüman oluyordu. O nedenle bantlarını Nurcular alıp dinliyordu. Böyle bir şey ilk defa yaşandığı için bir tartışmayı da beraberinde getirmişti. Helal mi, haram mı diye meşveretin gündemine taşınmış hayli tartışılmıştı. Ara verildiğinde Sungur abinin şu güzel ve meseleyi çözen sözünü hiç unutamıyorum. “Hizani ne diyor ki, “babooyy, babooyy, babooy” diyor o kadar bunda ne var?” demişti. Ama ağır abiler (!) vardı, müftüler vardı meşverette onlar kafayı saza taktıklarından “saz haramdır” diyerek karşı çıkıyorlardı. Hulasa Hizani’yi öyle bir susturdular ki, 30 sene sonra ancak kendine gelebildi ve tekrar söyleyebildi, ama artık o tür müziğin devri geçmişti. Yazık olmuştu bir kabiliyet o gün öylece parlamadan sönmüştü. Her neyse onda da bir hikmet var diyelim.
Yine birlikte bir yağışlı günde Mersin’e gitmiştik dershanede kalıyorduk, akşamları ders yoksa da Sungur abi geldiği için cemaat bir yerde mutlaka toplanırdı. Hem de büyük heyecanla toplanırlardı, hayli kalabalık olurlardı. O günlerde şimdiki kadar araç imkanı olmadığından yürüyerek derse gidiyorduk. Hava rutubetli Sungur abi neredeyse ellisine merdiven dayamış bir yaştaydı. O nedenle haliyle üşüyordu. Atkısını başına eşarp gibi bağlamıştı. Yolda giderken herkes ona bakıyordu. Sanki Sibirya’dan biri gelmiş gibi. Cübbesiyle atkısıyla…
Ders yapılırken bir ara su dağıtmak istedim sürahiyi aldım ve birer birer su veriyordum. 23. Lemanın son bölümü okunuyordu, terküsselatlarla ilgili bölüm. Birkaç cümle okundu Sungur abi okuyanı durdurdu ve cemaate sordu, “bu cümlelerden ne anladınız?” diye… O günlerde bu günkü gibi fazla okumuş insan olmadığı için genelde derslere gelenler esnaf ve halk tabakasından insanlardı. O nedenle hemen cevap verememişlerdi. Döndü bana sordu, ben su dağıttığım için cevap vermemiştim. Utanıyordum da cemaat içinde konuşmak o yaşta kolay değildi benim için. Benim cevap vermeyip su dağıtmaya devam ettiğimi görünce biraz kızar gibi yaptı, “bırak o suyu, otur bakayım” dedi. Ben oturdum ama utandığımdan gene konuşamamıştım. Baktı olmayacak kendisi açıklamak durumunda kalmıştı. Özellikle talebelerin derse iştirakini ve yorum yapmalarını çok isterdi. Dersleri de hep bizlere okuttururdu. “Hamdolsun” derdi artık cemaat gittikçe bilinçleniyor. Eskisi gibi falan abi şöyle demiş filan abi böyle demiş denmiyor. Her kes “Risale-i Nur şunu diyor, Risale-i Nur bunu diyor” diyerek sevincini izhar etmişti. “Bu çok önemlidir. Üstad hep nazarlarımızı Risale-i Nurlara çevirirdi” demişti.
Mersin’de beraber kaldığımız dershanede bir sabah namaza geç kalkmıştık. Kalktığımızda güneşin doğmasına yarım saat gibi bir süre vardı. Telaşla abdestleri aldık, Sungur abi de telaşlıydı ve “keçeliler siz gençsiniz, teheccüt namazına kalkmanız gerekirken sabah namazına bile böyle geç kalkıyorsunuz?” diye bir de sitem etmişti. Ve namazlarımızı kıldık ardından tesbihat, ders ve tekrar gaylüle yapmak üzere yataklara giderken ayakta bize kısa bir iki ders vermişti. “Üstad bizi bir gün topladı ve dedi ki, kardeşlerim, küfrün beli kırıldı artık sizi İnşallah kimse mağlup edemeyecek, sizden tek isteğim sebat ve sadakatle hizmet etmektir.”
O gün dışarı çıkmamız gerekiyordu kendisi başka bir yere gidecekti biz de başka bir yere yani ayrılıyorduk. Ben elini öpmek için biraz ısrar ettim o çekiyordu ben çektim ve nihayet bıraktı öptüm. Bir şey demedi sonra pardösüsünü tutmak istedim baktım ona da bir şey demedi, normalde ona da müsaade etmezdi, kollarını geçirdi ve ben omuzlarına doğru itelemeye çalışırken ellerim omuz hizasına gelince başını döndürdü ve benim şaşkınlığım arasında birden elimi öptü. Çok utanmıştım ben onun elini öptüğüm için o da böyle bir yola başvurmuştu. Bana fiilen “Nur Talebeleri el öptürmez” demişti. O günden sonra bir daha ne onun elini ne de bir başkasının elini zorla öpmemeye kara verdim. Bana iyi bir ders olmuştu.
Namazlarını Üstad gibi kılmaya çalışır, huşu içinde kılardı, Fatiha’yı kendine has bir tarzda okurdu. O kadar etkiliydi ki, tesir altında kalmamak mümkün değildi. Ben de gençliğin verdiği heyecanla onun gibi okumaya onu taklit etmeye çalışırdım.
Yine bir defasında Kendisi, Hüseyin abi (Bulut), Mahmut Allahverdi abi (Üçüne de Allah gani gani rahmet etsin Amin) ile beş gün Adana’nın çevre illerini birlikte gezme fırsatımız olmuştu, çok verimli geçmişti. Kahramanmaraş, Osmaniye, Hatay, Mersin illerini tek tek gezmiştik. Gündüzleri o illerde bulunan Nur Talebelerini işyerlerinde ziyaret ediyorduk. Hoş sohbetler ve dersler oluyordu. Akşamları ise derse iştirak ediyorduk. Geceleri ise dershanelerde kalıyorduk. Bizim için adeta bir staj mahiyetini almıştı. Hizmet nasıl yapılır, bir şehre gidince oradaki Nur Talebeleri ile nasıl görüşülür. Bir nevi talim gibi geçmişti.
Yine bir seyahatimizde bana 100 TL harçlık vermişti. Risale-i Nur Külliyatının satışından elde edilen gelirden.. “Bu Üstad’ın bir geleneğidir, onun adına veriyorum” demişti. Bu seyahati de Abdurrahman isminde bir abinin arabasıyla yapmıştık. Adana’dan Mersin’e…
Mersin’de Yeni Asya bürosuna uğramıştık orada Nurs köyünden gelen bir Nurslu da vardı. Bir ara Abdurrahman abi üstadın anne tarafından Hz. Hüseyin’e (ra), baba tarafından da Hz. Hasan’a (ra) dayandığını söyleyince o köylü birden atılıp, itiraz etmişti. “Olur mu öyle şey ben onun ailesini çok iyi tanıyorum. Bizim köylüdürler. Hiç de öyle bir özellikleri yoktur.” Demişti. Sungur abi önce o köylünün bu heyecanına biraz güldü sonra işin aslını ona anlatmaya çalıştı. Dedi ki, “Hariciler zamanında Ehl-i beyti sağ bırakmıyorlardı, nerede görseler öldürüyorlardı, onlardan bir gurup bu nesli korumak ve haricilerin şerrinden uzak tutmak için alıp hicret etmişler, o mübarek nesli Türkiye’ye getirmişler. Bir kısmını Isparta civarına diğer bir kısmı da Bitlis’in dağlık bölgesine yerleştirmişler. Kendilerini biraz da gizli tutmuşlar. O nedenle de bazılarının ehl-i beyt olduğu da unutulmuş.” O köylü inandı mı bilmiyorum. Ama bu şekilde bir açıklama yaptığını hiç unutmuyorum. Orada Osmanlıca basılmış Lemalar kitabını Abdurrahman abiye aldırıp bana hediye ettirmişti. Hala o kitap ben de durur. Yıl 1978 veya 79 idi.
Bu anlattığım hatıraların hepsi 70’li yıllarda yaşanmış olaylardır. Kader seksenli yıllarda yollarımızı ayırmıştı. Bizi çok sevdiğimiz abimizden ihtilaflar nedeniyle uzaklaştırmıştı. Artık ondan sonraki yıllar çok sevdiğim Sungur abiyi uzaktan seyredecektik…
Allah gani gani rahmet etsin.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.