Habibi Nacar YILMAZ
Temel'in Elektrik Fıkrasının Anlattıkları
Geçen salı akşamı Trabzon vakıf binamızda ders vardı. Derste, bizim okunması, eğlenceli oluyor dediğimiz kitaptan da bahisle, "göze inince körleşen" akıllardan da söz ettik. Adam madde diyor, başka bir şey demiyor. Madde, sanatlı diyor, harika diyor, hikmetli diyor. Bunları teslim ediyor. Fakat devamında da bütün hikmetleri zerrenin hareketine bağlıyor. Zerrat tarlasından "her an kâinat kadar bir mahsulat" alındığı doğru. Fakat zerrenin bütün bunları görerek, kendi kendine yaptığı ve başıboş olduğu doğru olabilir mi?
Tâ 20'li yıllarda üstad bunları ne güzel tarif etmiş. "Akılları gözlerine sukût etmiş maddiyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinat eden felsefeleri nazarında, tesadüfe bağlı zerrenin hareketini, bütün düsturlarına üss-ul esas tutup masnuât-ı İlahiyeye mastar göstermişler."
Ne kadar doğru tespitler. Birincisi, akıl göze inince, sanata medar zerratın arkasında hükmeden ilim ve iradeyi, kaderin imlâsında hükmeden sonsuz Kudreti göremiyor. İkincisi de tabiatçı felsefenin her şeyin temeli ve yapıcısı olarak zerrenin hareketini görmesi. Sanki üstad bu kitaptaki esassız ve abesiyet dolu iddialara cevap vermiş. Bir de maddenin her şeyin hâkimi olduğunu ileri sürmeleri ki bir diğer kör oldukları nokta da burası.
Arkadaş gözün, kulağın, ayağın madde. Ama bunlar bir mânanın emrinde çalışıyor. Nereye bakmak istesen, göz oraya bakıyor. Kulak, ayak hâkeza öyle. Bir insan geçen seneye göre olgunlaştı, çok iyi bir insan oldu, derken de adamın maddî bir yönünü veya aldığı kiloyu değil; onun mâna ve ruh cephesini anlatmak istiyorsunuz. Aklı göze inen maddeci bakış, bütün bunları da maddenin hâkimiyeti ve zerrenin hareketine verecek kadar da gayr-i ciddi bir hâl alıyor maalesef.
Biraz müzakereli ve mütalâalı geçen derste, Mesnevi'nin son kısmını okumaya, anlamaya çalıştık. Bahiste geçen "Hem nasıl oluyor ki Kudret-i Ezeliyenin hassası olan ibda ve icadı hiçbir mâkul münasebet olmadan, en âciz ve en bîçare esbaba (sebeplere) isnat ediliyor." cümlesini okuyunca, çok değerli dostum Mehmet Şahinler kardeş, bir Temel fıkrası ile mevzunun anlaşılmasına katkıda bulundu.
Temel İstanbul'dan Trabzon'a gelmek için, gemiye biner. Geminin her tarafı, ampullerle donatılmış, ışıl ışıldır. Odası da öyledir. Kendi evlerinde ise, gaz lambası yakarlar. Temel buradan bir iki ampul ve onun kablolarını söküp eve getirerek, bunları evde de yakmak ister. Eve gelince, gaz lambalarını da birer birer kırar ve ampulleri takarak kabloları da duvara monte eder. Fakat elektrik gelmez. Kendi gaz lambalarından da olan Temel, ampulün kendisinin elektrik kaynağı olmadığından, ampulün basit bir aparat olduğundan, onun arkasında çalışan ona nur ve enerjiyi gönderen, ona anlam kazandırıp karanlıktan kurtaran bir tanzimciden, küllî bir projeden de habersizdir. Fakat bu habersizlik, ona pahalıya mal olmuştur. Gaz lambalarını da kaybetmiştir.
Bu zerreci esbabperest felsefecilerin de durumu, aynen Temel gibi biraz. Ampulü ve ampuldeki faaliyeti, parlaklığı, güzelliği, hikmeti yani zaman nehrinde şaşırmadan, lüzumsuz şekilde bir yerde toplanmadan, mütemadiyen "kemâl-i hikmetle akarak, gayr-i mahdud tecelliyatı Cemaliye ve Celaliye'ye ve Kemâliyeye" medar olan zerrenin hareketini görüyorlar, anlıyorlar. Hatta harika, mucizeli de diyorlar. Fakat bu hadsiz hikmetli, sanatlı faaliyetin medarı, yapıcısı, faili olarak maddeyi, maddenin en küçük parçası olarak zerreyi, zerrenin hareketini görüyor. Zerrenin bu hareketinin asıl sahibini göremeyip zerreyi "Mâlik-ül Mülk-i Zülcelal'in ve Nakkaş-ı Ezelinin hikmetle ve intizamla tahrik edip" evirip çevirdiğini kabul etmeyen adam, o zaman her bir zerreye "güneş gibi bir dimağ" vermek, yani zerreler adedince bâtıl ilahları kabul etmek zorunda olduklarını da anlamıyor.
Bunun çok çeşitli nedenleri olabilir. Nurlarda geçen nedenlerden birkaçını sayalım. "Batılı hak, ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve mugalata (vehim, doğruya benzer yanlış sözler) ve mükâbere (ilimden gelen kibir) iğfal (kasten aldatmak) ve görenek (daha mâkulunu düşünmeksizin, atalarını takip kolaycılığı) gibi şeytanî desiselerle çok muhalatı (imkansızlığı) netice veren inkâr ve küfrü o bedbaht insan suretindeki hayvanlara yutturuyorlar."
İşte Osmanlı'nın son dönemlerinde bu tip maddiyata dalmak sebebiyle daralaşan ve hâliyle bütün zerrata, kâinata hâkim nihayetsiz bir kudreti ve kuvveti anlayamayan bîçare bazı akıllar, pozivitizme (deney ve gözlemciliğe) bazıları, noksan ve kısa insan düşüncesini kutsayan başkalarının idealizmine, birkısmı da yine Batı menşeli monizme yani her şeyi maddede arayan anlayışa sarılmışlar. Böylece hem dünyalarını hem de ebedi hayatlarını berbat etmişler.
Evet dostlar, doğruyu ve yanlışı birbirine katarak anlatan ve dine karşı da mesafeli duran felsefe, parlak ve tantanalı anlatımından dolayı bazı zihinleri etkileyip kendine meftun yapabilmiş. Bu da zihni kör etmiş, kör zihin de maalesef her şeyde Halık-ı Küllî Şeye has parlak sikkeleri görememiş. Hâkiki tesiri ve icadı, daha da acibi ezeliyeti, âciz, camid, şuursuz kör kuvvet ve tabiata mal ederek, böylece bu tiplerin ağızlarından pek düşürmediği hurafelere teslim olmuşlar. Hidayetin, ancak gayret ve taleple nasip olacağını; insan, dalâleti ısrarla isteyince de Allah'ın onu dalâlete götüreceğini, hayat ve tercihleriyle ispat etmişler. Demek, hidayet bulunduğun muhitle doğru orantılı değilmiş. Bizzat aklını kullanmakla ilgiliymiş. Zira o bataklığa dalan bazı Osmanlı aydınları, (Ahmet Mithat gibiler)sonradan bu mesleğin iç yüzünü görmüş ve bu maskaralıktan kendilerini kurtarmışlar. İman ve hidayetin doğrudan tercihle alakasını göstermişler.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.