Ahmet Nebil SOYER
Tezaddan doğan haşir Onuncu Hakikat
“Bâb-ı Hikmet, İnâyet, Rahmet, Adalettir.
İsm-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîmin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki, şu bekàsız misafirhane-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda
şu bekàsız misafirhane-i dünyada
ve şu devamsız meydan-ı imtihanda
ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda…”
Bu üç cümledeki olumsuz yanı “sız ve siz” ekleri bu tezadı anlatmada kullanılacaklardır.
Bediüzzaman çok büyük bir ifade ustasıdır. Nadir bir ifade ve yorum payitahtıdır. Kime anlatacaksın ki. Her zaman tekrar ederim, Bediüzzaman da “beni anlamadılar” dermiş. Necip Fazıl da “Beni kimsecikler anlamaz zaten, sen öp seccadem“ der. Ha anlaşılmak iyi mi, hayır anlaşılmak iyidir ama kötüdür. Kötülüğü iyiliğinden daha çoktur ama bu kötülük iyilikten daha harika bir kötülüktür. Çünkü anlaşılmamak bir kamçıdır, kapasiteli kariyerli kafalar anlaşılmadığı için sürekli tırmanır.
Koşan elbet varır düşen kalkar
Karataştan su damla damla akar
Birikir sonra bir büyük göl olur
Arayan hakkı en sonunda bulur.
Anlaşılan insanın çok zaman kapasitesi uykuya dalar ve daha da kalkmaz. Nice kapasiteli insanlar vardır himaye edildi mi işte bittiği gündür. Tırmanan adam bir anda yalaka adam olur.
Yukarıdaki cümle hikmet, inayet, rahmet ve adalet kapısıdır. O kapıdan içeri girerek öldükten sonra dirilmek hakikatinin isbatı yapılacak. Bu dört fiilin penceresinden ve kapısından haşir denilen o büyük hakikatin okyanusuna bakılacak. Sarp gibi görülen ahiret yolu düz ve herkesin gidebileceği bir patikaya dönecektir. Bu cümleye hakim olan tezattır, Bedüzzaman buradaki fiiller ile bu fiillerin asıllarının cereyan edeceği haşir sonrası olacak işler ve fiiller arasındaki tezadı gösterir. Bu tezat fiili yani zıtlık, uygunsuzluk Allah’a mal edilemez. Tezat ahlaki ve etik olmayan bir fiildir, kainatın sahibinin bütün fiilleri ahenkli, dengeli, birbiriyle irtibatlı, düzgündür. O’na tezad, yaptığı ile çelişmek yakışmaz. Bediüzzaman tezadın buradaki icraatın sahibinin azametinin ahireti getirmemesi bütün değerleri, hatta bütün dini nasıl tezelzüle getireceğini anlatıyor. Yüzyıllar bu tezadı anlayan bir insanı göstermemiş.
Allah, esmayı muazzaması, dünya ve ahiret, Allah’ın esması üzerinde bir tefekkür-i mütesesil, zincirleme tefekkür, sıkı mantık kuralları ile devam eden. Ve ahireti lüzum ve melzum hale getiren. Kimin elinde olması gereken metinler… Harika telakki ettiğim şarihlerin nasıl okyanusun kenarında olduğunu hissediyorum, ama ne çare.
“Şu bekàsız misafirhane-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda…”
Cümlenin girişinde kullanılan “hiç mümkün müdür ki?” başlangıç cümlesi bu tezadı anlatmak içindir. Giriş cümlesinin her yerinde bu tezad hissettirilir.
Dünya bekasız bir misafirhanedir, misafirhaneler sürekli olmaz, misafirler bir süre durur sonra giderler. Sonra dünya devamsız bir imtihan meydanıdır. İmtihan süresince gündemdedir, sonra işi biter. Sonra dünya bir teşhirgahtır, Allah’ın sanat eserlerinin gösterilme yeri, teşhirgahlar da sebatsızdır, süresi azdır.
Tezadı göstermeye gelince, hikmeti bu kadar bahir, her şey yeryüzüne bir görevle geliyor ve vazifesine göre şekillenmiş olarak hikmet tek boyutlu değil bütün canlılar birbirlerinin vazifelerine destek oluyor yardımcı oluyor. Topyekün bir hikmet hüküm sürüyor. Su bütün canlılara göre hizmetle tevzi ediliyor, otlar bütün varlıklara göre, daha nice birbiri içinde hikmetler, bu kadar bahir yani okyanus azametinde bir hikmet bütün hikmetlerin kendisinde odaklandığı insanı hikmetinin gereği olarak kabirde son bulan hesapsız bir kitapsız ve sefihane ölüme mahkum etsin, olmaz böyle bir hikmet sahibi böyle bir hikmetsizliği yapmaz. Hikmetin zıddı sefihlik demek. Yani boşuna iş olsun diye yaratmak.
İnayetin çok çeşitli anlamları var, yardım, lütuf meded etmek. İyilik, atıfet, ihsan, lütuf. Dikkat, gayret, özenme. Onun yardımı ile kainatı yardımımıza koşturması ile yaşıyoruz, dur durak bilmeden yardım görüyoruz. Lütuf, verdiği her şey lütuf karşılığında bir şey. Vermediğimiz lütuflar, insanlığı lütfetmiş bunca varlık arasından bize. Ne özelliğimiz vardı da bize verdi. Zavallı kediler, köpekler artık yemekleri çöp kutularından araklayıp yiyorlar, şikayetleri yok, beton üstünde sere serpe yatıyorlar.
Medet etmek, zorda kalınca yardım çağırmak. İşte medet etmek, bütün varlıklar, hayatlarını devam ettirmek için zordalar, onlara bilmedikleri yerden medet ediliyor. Yağmur medet etmenin anası. Bütün varlığa gökyüzünden memeler musluğundan yağar gibi yağıyor, bütün yeryüzünü güldürüyor, sonra gülenlerin hesabı yok.
Medet tarikat kültürünün önemli bir fiili, “Meded Ya Muhammed, Meded Ya Ali” diye bağırır müridan ve ümmeti Muhammed. Medet Ya Hazreti Mevlana, Meded Ya Hüseyin, Ya Hasan, Meded Ya Mehdiyi Ali Resul.
Bir gün Diyarbakır’da şehre geliyoruz seyran tepede bir yaşlı kadın minibüse bindi tam adımını attı, “Medet Ya Abdülkadir Geylani, medet Ya şeyhim“ dedi. Gözlerim doldu, işte bu insanları kaybettirdi bize bir rejim-ı pür fesad.
İyilik, atifet, ihsan hepsi bu çok anlamlı kelimenin taifesinden ne zengin dilimiz var, tırpanlayanlara tırpan.
“Bu derece kahir bir adalet” diyor, gel de bu cümleyi anla ve anlat, kahir adalet ne demek hiç düşündük mü arkadaşlar. Kahir adalet. Bediüzzaman başka bir düşünce dünyasından başka kelimelerle konuşuyor; o kadar uzağız ki. Türkçemiz fırtına ve sonbahar görmüş ağaçlara dönmüş. Kahir kelimesi, yok etme, ezme, perişan etme, mahvetme. Bu mana çeşitleri karşılar mı kahir adalet sözünü karşılar mı? Kahir adalet sözünü açıklamak biraz zor olsa gerek.
Bediüzzaman ”Kurun-ı salifede cereyan eden bütün asi ve mütemerrid kavimlere gelen azaplar gösteriyor ki insan bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur.“ İşte bu gayret ve celal sillesi kahir adalettir.
Bu cümlenin başında da “bazan dünyada dahi ceza verir” sözü var, bu söz yukardaki sözden önce gelir. Allah cezayı Bediüzzaman’ın tabiri ile imhal etse de ihmal etmez, erteler ama vazgeçmez.
Bu derece vasi bir merhamet ise onun merhametinin dışında kalan yok ki vasi demek o. Herşey O’nun merhameti ile ayakta, var olduğu sürece ayakta, ötede de ayakta, O’nun merhameti sonsuz ve önü açık.
Bütün bu dört şeyin eserlerini gösteriyor, inayet, hikmet, adalet, merhamet bunlar sadece asarları, izleri, ya bir de zatındaki merhamet onu ne düşünecek ne de anlayacak karihaya sahip değiliz. Bunlar izleri ve asarları ise Zatındaki bahri bipayan rahmeti nasıl, idraki maali bu küçük akla gerekmez zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.
“Bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zahir bir inâyet ve bu derece kahir bir adalet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren…”
Dünyadakiler bu gördüklerimiz ise. Hikmet, inayet, adalet, rahmetin bu kararsız dünyadaki izleri, asarları bunlarsa ya ötede, aşağıdaki cümledeki gibi:
“Mâlikü'l-Mülk-i Zülcelâlalin daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekutunda…”
Malikül Mülkü zülcelalin daire-i memleketi. Neresi orası bu dünya bizim memleketimiz orası da onun kendi daire-i memleketi. Nasıl bizi aşan bir cümle, nasıl mafevkimiz bir cümle. Ne söyleyelim, bir mana ki düşünürken ihtiyar elden gider. Düşüncen kapısında kilitli, önünde beklesen yine güzel ama nerede?
Yunus’un “cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri, isteyene sen ver onu bana seni gerek seni” orası mı acaba.
Arş mı, kürsi mi, sidret ül müntaha mı?
Resulullah, Miraç da daire-i memlekette mi dolaştı
Cebrail daha ileri gidemedi onun vizesi yoktu herhalde.
Ya alem-i mülk ve melekut ne demek.
Şimdi orayı anlatıyor.
Gel de yukardaki cümleleri düşün, zevket.
Burada anlatılanlar öteler ve mekanlar ve sakinler.
Daimî meskenler, (nasıl şey daimi meskenler, eskimeyen, tamir görmeyen, bakıcısı olmayan daha kimbilir neler.)
Ebedî sakinler, (ebedi sakin nasıl oluyor dişi ağrımıyor, hastaneye gitmiyor, ölüm yok daha neler neler.)
Bâki makamlar, (baki makamlar azil yok, tayin yok, yok yok.)
Mukim mahlûklar (mukim mahluklar nasıl ikamet eden, gel de bunu anla.)
Burada mesken tutma ve sakin olma, mütezelzil makam edinme, gönül bağlama, arızalı sakinler, bunların yerini ötede yukardakiler alacak, ahirete gitmiş gelmiş o coğrafyayı dolaşmış, hayfa üstündan uçakla geçtiğimiz metinler.
Bu özellikler bulunmayınca şu görünen hikmet, inâyet, adalet, merhametin hakikatleri hiçe insin? Ne anlamı kalır bunların hikmetin, inayetin, adaletin, merhametin zıtları, bu uluhiyyetin iflası olmaz mı?
Şimdi buradakilere katlananlar, bu sınırlı ve dar yerin mihnetini çekenler elbette yukarıda muhiti çizilen yerlere gideceklerdir, bu tezattan bu sonuç çıktı.
Şair, “o belde hangi bir kıtayı muhayyelde hangi bir nehri dur ile mahdud” diyor kafasındaki muhayyel cenneti anlatıyor. İnsan ne olur olsun öyle bir yerin peşinde.
Necip Fazıl;
“Ben şairin gaibi kurcalayan çilingir
Canlı cenazelerin başında münker nekir.”
Zevat-ı alişan o kapının önünde olmaktan mutlu… Biz neredeyiz, nerde olmak gibi bir derdimiz var mı? Şeriat kılıcı ile idam edilmiş, onun tabiri/zevat da onun önünde can vermişler. Bizde bir yere gideriz kimliksiz bir tabur asker gibi, onlardan biri bir kimliksiz kelime ya…
Aşağıdaki metinde tezadı insanın olağanüstü hilkatinden hareketle yapar. Ve haşri gösterir. Aşağıdaki metinde sekiz yönden insana verilen önemi gözler önüne serer.
İnsanı kendine muhatap yapmış, Allah büyük anladık da onun muhatabı da onun büyüklüğüne yaraşır şekildedir. Bu ona verilen önemin ve değerin birinci basamağıdır.
”Hem hiç kabil midir ki, o Zât-ı Hakîm, şu insanı bütün mahlûkat içinde
kendine küllî muhatap…”
Onu muhatap almanın ötesinde sanatını ve esmasını en iyi yansıtan ayna yapsın.
”Ve cami' bir âyine yapıp…”
Allah’ın bütün hazinelerinin yani yaratılışın bütün şubeleri esmalarının hazineleri, aklın ve mantığın anlayabileceği mana hazineleri bunları insan tadıyor, tattırıyor hem de tanıttırıyor. Bu ne müthiş yaratılış zenginliğidir.
“Bütün hazâin-i rahmetinin müştemilâtını ona tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın…”
Allah’ın bütün yaratılış boyalarını, esmalarını insan biliyor, okuyor, sonra ona ihsan ettikleriyle onu sevdiğini gösteriyor. Başkalarına da sevdirme özelliği versin. Bediüzzaman çok itinali bir psikolog ve psikanalist.
“Kendini bütün esmâsıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin…”
Bu kadar özenilmiş bir canlı olan insanı kabrin toprağına gömsün ona verdiği önemi bu tavrıyla nakzetsin olmaz, katiyyen olmaz. Bu alemi ona kursun, organize etsin, insanlar onun güzelliğiyle kendinden geçsin, ona başka bir alemi vermesin içine koymasın, bu Allah’a yakışmaz. Bu dünya saadetgahını ona yapsın ebedi saadetgaha götürmesin, insan baziçe midir, kimse önem verdiği bir sanat eserini, en sıradan şeyini atmaz, yıkmaz. Her şey yapanına intisap eder ve onun korumasındadır.
”Sonra, o biçare insanı o ebedî memleketine göndermesin, o daimî saadetgâha davet edip mes'ud etmesin?”
Tezadı nasıl çok yönlü gösteriyor. Kendini nakzederek en büyük tezada düşmez mi Allah? Metin kurmada bu kadar olağanüstü uzman olabilir mi insan?
Tezadı sorularla sorgulamalarla ortaya koyuyor. Sorular sorgulamalar, istifhamlar ile soru işaretleri ile öyle bir canlı tezad şerhi yapıyor ki gelin söz nasıl kurulur öğrenin ey insanlar.
“Hem hiç makul müdür ki, hattâ çekirdek kadar herbir mevcuda bir ağaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri kadar maslahatları taksın da, bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara, dünyaya müteveccih yalnız bir çekirdek kadar gaye versin? Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekàsını gaye yapsın? Ve bunları âlem-i mânâya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasın, ta hakikî ve lâyık gayelerini versinler? Ve bu kadar mühim ihtifâlât-ı mühimmeyi gayesiz, boş, abes bıraksın; onların yüzünü âlem-i mânâya, âlem-i âhirete çevirmesin, ta asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin?“
Aşağıdaki cümlede tezadı Allah’ın canibinden değerlendirir. Allah hakikata zıt olan uygulamaları icraatları ile Hakim, Kerim, Adil ve Rahim isimlerinin tam terzine zıddına hareket etmiş olur. Bu da daha ileri boyutta hikmet ve keremine, adl ve rahmetine aykırıdır, bu isimlerden doğan kainatın hakikatleri de yalanlanmış olur, bu isimlere şahit olan gösterge olan mevcudatın şehadetlerini de reddetmiş olur.
”Evet, hiç mümkün müdür ki, bu şeyleri böyle hilâf-ı hakikat yapmakla, kendi evsâf-ı hakikiyesi olan Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîmin zıtlarıyla—hâşâ, sümme hâşâ—muttasıf gösterip hikmet ve keremine, adl ve rahmetine delâlet eden bütün kâinatın hakaikını tekzip etsin, bütün mevcudatın şehadetlerini reddetsin, bütün masnuatın delâletlerini iptal etsin?”
Burada ise insanın yaratılışındaki mükemmeliyeti esas alarak tezadı gösterir, bu uygulama onun hakiki adaletine aykırıdır, hakiki hikmetine zıttır.
”Hem hiç akıl kabul eder mi ki, insanın başına ve içindeki havassına saçları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviye versin? Adalet-i hakikiyesine zıt olarak ve hikmet-i hakikiyesine münafi, mânâsız iş yapsın?”
Aşağıdaki cümlede tezadı hikmet noktasından yapar, hikmet ve maslahatlar canibinden doğacak olumsuzlukları nazara verir. Bu kadar hikmetle yaratan bütün hikmetlerin başı olarak ebedi saadeti vermesin, bu çelişik bir durum, hikmeti abesiyete absürde dönüştürür.
“Hem hiç mümkün müdür ki, bir ağaca taktığı neticeler, meyveler miktarınca herbir zîhayata, belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir masnua o derece hikmetleri, maslahatları takmakla kendisinin bir Hakîm-i Mutlak olduğunu ispat edip göstersin; sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin, maslahatların menbaı ve gayesi olan bekà ve likayı ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terk ederek bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düşürsün…”
Aşağıdaki cümlede tezadı bir mükemmel saray inşa edip ona çatı dam yapmamak ile bütün sarayı heba etmek noktasından bakar. İşte çatı bütün sonsuzluğu ile dünya ahiret bu mükemmel sarayı n damı mesabesinde ahirettir.
“ve kendini o zâta benzetsin ki, öyle bir saray yapar, herbir taşında binlerce nakışlar, herbir tarafında binler ziynetler ve herbir menzilinde binler kıymettar âlât ve levâzımât-ı beytiye bulundursun da, sonra ona dam yapmasın, herşey çürüsün, beyhude bozulsun? Hâşâ ve kellâ!”
“Hayr-ı mutlaktan hayır gelir. Cemîl-i Mutlaktan güzellik gelir. Hakîm-i Mutlaktan abes bir şey gelmez.”
Bu cümle tek başına ahireti gösterir, üç kere mutlak cümlesi kullanılmış, Allah’ın efali hayrı mutlaktır, istisnası yok, Allah mutlak güzelliktir, çirkini yok, Allah hakimi mutlaktır, abesi absürdü yok bütün bunlar onun ahireti getirmemek gibi bir abesi icra etmesini yasaklar. Mutlak güzellik, mutlak hayır, mutlak hakîm ahiretsizliğe zıttır.
Bu cümlede ise sürekle yeniden yaratılışların cereyan ettiği dünyayı örnek verir, bu kadar seri ve müteceddid dünyaları yaratan Allah yeni bir alem yaratamaz mı?
”Evet, her kim fikren tarihe binip mazi cihetine gitse, şu zaman-ı hazırda gördüğümüz menzil-i dünya, meydan-ı iptilâ, meşher-i eşya gibi, seneler adedince vefat etmiş menziller, meydanlar, meşherler, âlemler görecek. Suretçe, keyfiyetçe birbirinden ayrı oldukları halde intizamca, acaipçe, Sâniin kudret ve hikmetini göstermekçe birbirine benzer.”
Aşağıdaki cümle bütün bahsin ihatası ciddi zihni zorluklarla ancak mümkün olabilir bir özetidir. Bediüzzaman dört kapı ve onların lazımı olan esmalardan hareketle meseleyi çok düzgün ve muntazam bir tasarımla kaleme almış. Grift ama düzenli iç içelikle konuyu kotarmış.
“Hem görecek ki, o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde o kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtı, o derece zahir bir inâyetin işârâtı, o mertebe kahir bir adaletin emârâtı, o derece vâsi bir merhametin semerâtını görecek. Basiretsiz olmamak şartıyla yakinen bilecek ki, o hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz; ve o âsârı görünen inâyetten daha ecmel bir inâyet kabil değil; ve o emârâtı görünen adaletten daha ecell bir adalet yoktur; ve o semerâtı görünen merhametten daha eşmel bir merhamet tasavvur edilmez.”
Eğer, farz-ı muhal olarak, şu işleri çeviren, şu misafirleri ve misafirhaneleri değiştiren Sultan-ı Sermedînin daire-i memleketinde daimî menziller, âli mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mes'ud ibâdı bulunmazsa; ziya, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve şümullü dört anâsır-ı mâneviye olan hikmet, adalet, inâyet, merhametin hakikatlerini nefyetmek ve o anâsır-ı zahiriye gibi görünen vücutlarını inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü, şu bekàsız dünya ve mâfîhâ, onların tam hakikatlerine mazhar olamadığı malûmdur. Eğer başka yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân bulunmazsa, o vakit, gündüzü dolduran ziyayı gördüğü halde güneşin vücudunu inkâr etmek derecesinde bir divanelikle, şu herşeyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, şu nefsimizde ve ekser eşyada her vakit müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı görünen adaleti inkâr etmek HAŞİYE-1 ve şu her yerde gördüğümüz merhameti inkâr etmek lâzım geldiği gibi…”
Aşağıdaki cümle konunun kapının ve esmaların tafsilinden sonra en çarpıcı cümledir. Risale-i Nur çok özel uzmanlarla şerhedilebilir. Sadece şu son paragraflar değil bütün metin defalarca okunmalı düşünülmeli tezekkür edilmeli, ömrümüz semeresiz çekişmelerle geçti gitti. Son cümle ahiretsizliği en çarpıcı ve gözler önüne seren bir mantık ve akıl fırtınasıdır. Fuzuli;
“Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım badı sabadan gayri” der.
“Şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmâne ve ef'âl-i kerîmâne ve ihsânât-ı rahîmânenin sahibini—hâşâ, sümme hâşâ—sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzım gelir ki, nihayetsiz muhal bir inkılâb-ı hakaiktir. Hattâ, herşeyin vücudunu ve kendi nefsinin vücudunu inkâr eden ahmak Sofestâîler dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanaşamazlar.
Elhasıl: Şu görünen şuûnat, dünyadaki vüs'atli içtimaat-ı hayatiye ve sür'atli iftirakat-ı mevtiye ve haşmetli toplanmalar ve çabuk dağılmalar ve azametli ihtifâlât ve büyük tecelliyat ile ve onların bu âleme ait, bu dünya-yı fânide, kısa bir zamanda, malûmumuz olan semerât-ı cüz'iyeleri, ehemmiyetsiz ve muvakkat gayeleri mabeyninde hiç münasebet olmadığından, adeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler, gayeler takmak, bir büyük dağa bir küçük taş gibi muvakkat bir gaye-i cüz'iye vermeye benzer ki, hiçbir akıl ve hikmete uygun gelemez.
Demek, şu mevcudat ve şuûnat ile ve dünyaya ait gayeleri ortasında bu derece nisbetsizlik, kat'iyen şehadet eder ki, bu mevcudatın yüzleri âlem-i mânâya müteveccihtir; münasip meyveleri orada veriyor. Ve gözleri Esmâ-i Kudsiyeye dikkat ediyor. Gayeleri o âleme bakıyor. Ve özleri dünya toprağı altında, sünbülleri âlem-i misalde inkişaf ediyor.”
Bu son cümleden çok etkilendim, istidadımızı alel acele kıldığımız namazla mı isbat ettireceğiz, kabiliyetimizi diktiğimiz domates ve soğan kadar denetlemiyoruz. Nedir, nerededir, nereye doğru gidiyor. Allah aşkına.
“İnsan, istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor.”
Ahirette mahsülümüzü görünce bunlar mı benim ektiklerim diyeceğiz. Vallahi ben diyeceğim de başkasını bilmem, dürüst ve Bediüzzaman’ın meşrebine göre hakikatlerin hakkını vererek yaşamak inanılmaz derecede zor bir şey, nice parlak rüzgarlar nice insanları aldı götürdü, ama neden onun meşrebinden habersiz şamata ve tantanaya mağlub olmak yüzünden.
“Evet, şu eşyanın esmâ-i İlâhiyeye ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki, mucize-i kudret olan herbir çekirdeğin bir ağaç kadar gayesi var. Kelime-i hikmet olan herbir çiçeğin, HAŞİYE-2 bir ağaç çiçekleri kadar mânâları var. Ve o harika-i san'at ve manzume-i rahmet olan herbir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri var. Bizlere rızık olması ise, o binler hikmetlerinden birtek hikmettir ki, vazifesi biter, mânâsını ifade eder, vefat eder, midemizde defnedilir.
“Madem bu fâni eşya başka yerde bâki meyveler verirler ve daimî suretler bırakır ve başka cihette ebedî mânâlar ifade eder, sermedî tesbihat yapar. Ve insan ise, onların şu cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur, fânide bâkiye yol bulur. Demek bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan mevcudat içinde başka maksat var. Temsilde kusur yoktur; şu ahval, taklit ve temsil için teşkil ve tertip edilen ahvâle benzer. Nasıl büyük masrafla kısa içtimalar, dağılmalar yapılıyor; ta suretler alınsın, terkip edilsin, sinemada daim gösterilsin. Onun gibi, bu dünyada kısa bir müddet zarfında hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye geçirmenin bir gayesi şudur ki, suretler alınıp terkip edilsin, netice-i amelleri alınıp hıfz edilsin; ta, bir mecma-ı ekberde muhasebesi görülsün ve bir meşher-i azamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmaya istidadı gösterilsin. Demek, hadis-i şerifte, "Dünya âhiret mezraasıdır" diye, bu hakikatı ifade ediyor.
Madem dünya var. Ve dünya içinde bu âsârıyla hikmet ve inâyet ve rahmet ve adalet var. Elbette, dünyanın vücudu gibi kat'î olarak, âhiret de var. Madem dünyada herşey bir cihette o âleme bakıyor. Demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhâyı inkâr etmek demektir.”
Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi, Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.
Bu bahis en az iki buçuk saatlik bir dikkat ve dinamizm içinde sağa sola sarpmadan mütalaa edilebilir. İki buçuk saatini vermek için kendine söz veren insanları bir odaya toplayıp bu düşünce ummanına ve akıl ve mantık ve hidayet oturumuna var mısınız?
Bir idamlık ali vardı asıldı
Kaydını düştüler mühür basıldı
Ondan kalan boynu bükük ve sefil
Bahçeye ektiği üç beş karanfil
Necip Fazıl, Zindandan Mehmede Mektuplar şiirini böyle bitirir, münasebeti var mı yok mu bilmem ama ben kurdum, bana has… Ahiret tarlasına ekilen üç beş karanfil mi? Kabiliyetini hay huy içinde ekmeden giden adam idamlık aliden farklı mıdır.
Ağlayıp nalan edip düştüm yola tenha garip
Dide giryan akıl hayran sine biryan bihaber…
Niyazi Mısri, uhrevi haykırının piri, işte böyle demiş.
“Bir ticaret yapamadım nakti ömür oldu heba
Yola geldim lakin göçmüş cümle kervan bi haber.”
Yanlış şeyler söylemişimdir, kendimden özür dilerim.
Haşiye 1
Sual: Eğer dense, "Neden en çok misalleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun?" Elcevap: Çünkü onlar hem mucizât-ı kudretin en antikaları, en harikaları, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler.
Haşiye 2
Evet, adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfidir. Müsbet ise, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihatası vardır. Çünkü, Üçüncü Hakikatte ispat edildiği gibi, herşeyin istidat lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelâlden istediği bütün matlubatını ve vücut ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek adaletin şu kısmı, vücut ve hayat derecesinde kat'î vardır.
İkinci kısım menfidir ki, haksızları terbiye etmektir. Yani, haksızların hakkını, tazip ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise, çendan tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatin vücudunu ihsas edecek bir surette, hadsiz işarat ve emarat vardır.
Ezcümle, kavm-i Âd ve Semud'dan tut, ta şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te'dip ve te'ziyâne-i tâzip, gayet âli bir adaletin hükümran olduğunu hads-i kat'î ile gösteriyor.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.