Tola’nın dilinden Nur hatıraları
“Ağabeyler Anlatıyor” kitaplarının yazarı Ömer Özcan, Ali İhsan Tola’nın hatıralarını Risale Haber okuyucularıyla paylaştı
“Ağabeyler Anlatıyor” kitaplarının yazarı Ömer Özcan, dün vefat eden Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Ali İhsan Tola’nın hatıralarını kaleme almıştı. Özcan, Tola ağabeyin hatıralarını Risale Haber okuyucularıyla paylaştı.
İşte Ömer Özcan’ın kaleminden Ali İhsan Tola ağabeyin hatıraları:
1927 Senirkent doğumludur Ali İhsan Tola Ağabeyimiz. Orman İşletme Mühendisidir. 1950 yıllarında Hazret-i Üstada intisap edip, Risale-i Nurları tanıdıktan sonra, mühendisliği bırakıp, nur hizmetleri ile iştigale başlamıştır. Bir ara Sav’da bulunan teksir makinesiyle olan tab işlerinde bulunmuştur. Ankara’da Risale-i Nur Eserlerinin yeni hurufa çevrilerek matbaalarda basılmasında da çok emeği geçmiştir.
Hazret-i Üstad Onu daha çok siyasilerle olan hizmetlerde istihdam etmiştir. Dayısının oğlu olan Tahsin Tola Adnan Menderes döneminde Demokrat Parti mebusu olmuştu. Bu itibarla Hazret-i Üstad Ali İhsan Tola’yı dayızadesi mebus Tahsin Tola ile birlikte vazifelendirmiştir. 1953’den 1956 tarihine kadar olan zaman içerisinde Risale-i Nurların Lâtin harflerine çevrilerek matbaalarda basılması hususunda görüş alış verişleri ve istişarelerini yapmışlardır.
O tarihlerde kâğıt bulunmazdı. Kâğıt karaborsada aşırı fiyatlarla, on kat fazlasına satılmaktaydı. Buna rağmen onun, bir usulünü bularak, kâğıt temini hususunda hizmetleri olmuştur. O sıralarda Ankara’nın en büyük matbaalarından olan “Doğuş Matbaası” ve “Yeni matbaa” gibi müesseselerde Risale-i Nurlar basılmakta idi. Fakat zaman zaman yasaklar ve mani olmalar devam etmiştir. Buna rağmen eserlerin tamamı Hazret-i Üstad hayatta iken yeni harflerle tab edilmiştir.
Ali İhsan Tola Ağabeyimiz; otlardan, çiçeklerden, bal karışımlarından ve çeşitli yağ karışımlarından yaptığı edviyelerle insanlık âlemine faydalı olduğu söylenmektedir.
ALİ İHSAN TOLA ANLATIYOR
Yemeyi içmeyi terk edersen nefsine hizmet ettiremezsin
1950 senelerindeyiz. Sav Köyünde teksir ettiğimiz İşârat-ül İ’caz Mecmuasını yazıp bitirdikten sonra tashih için bir nüsha Isparta’ya Hazret-i Üstada götürdüm. Hazret-i Üstad beni Isparta’daki evinde, odasının kapısında karşıladı. Mübarek ellerini öptüm, eseri teslim ettim. O sıralarda kendi nefsimi tezkiye için oruçla riyazet yapmakta idim. Hazret-i Üstad bana şöyle dedi: “Hizmet zamanı yemeyi içmeyi terk edersen, nefsine hizmet ettiremezsin, bu dalalet olur. İhtiyacı olan gıdayı verir de, hizmet-i îmaniyede çalıştırırsan, Allah rızası için Cihad olur. Ben dahi tashih hizmetlerinin çok olduğu şu günlerde gözlerim yoruluyor. Gözlerimin yorgunluğunu gidermek için kuzu etinden köfte yaptırması için Bayram’ı gönderdim.” dedi. Ve köfteler geldiğinde bir tane de bana yedirdi.
Sonra İşârat-ül İ’caz mecmuasının tashihine başlandı. O sırada ben dışarıda başka bir işle meşgul iken tashihe başlanmıştı. Odaya girdiğimde bir nüsha da bana verildi. Takip ederken kafama bir mesele takıldı: Sûre-i Bakara’nın baş Ayeti olan “Elif Lâm Mim” kelimesinin izahı... Ben girmeden okunmuş, “keşke ben de duysaydım” diye iradesiz içinden geçiriyordum. Hemen Hazret-i Üstad; “Keçeli sen sonradan geldin, okunan yerlerden anladığın kadar yeter” dedi. “Peki Üstadım” dedim. Ama iradesiz aynı şey aklıma tekrar geldi. Hazret-i Üstad yine hissetti ve aynı cevabı verdi. Sonra kitaptan on sayfa okundu ve “Fatiha” denildi.
Hazret-i Üstad yemek yemeyi tesbihat manasına getirerek “sen tesbihat yapmamışsındır” diyerek, “mutfağa buyurun” dediler. Mutfağa geçerek mutfakta bulunan suda ıslatılmış kuru ekmek ile yumurta yemeğinden yemeye başladım. Hazret-i Üstad diğer talebeleriyle birer birer yiyecek erzak gönderiyordu bana. Ceylan büyükçe bir ekmek getirdi: “Ağabey bu ekmek seninle tesbihat yapacak” dedi. Arkasından Tâhirî Mutlu Ağabey büyükçe bir teneke içinde yağ-zeytinler getirdi: “Bu zeytinler seninle tesbihat yapacaklar.” Onun da arkasından Zübeyr bardak içinde üzüm taneleri getirdi: “Ağabey bu üzüm taneleri seninle tesbihat yapacaklar” deyince; Ben gönlümden dedim: “Haydi Ceylan ve Zübeyr gençler, belki benimle şaka ediyorlar. Yaşlı başlı Tâhir Ağabey de mi benimle şaka ediyor” derken kafam çalıştı, jeton düştü. Hazret-i Üstad hissimi açık seçik bana izah etmiş bulunuyordu. Evet ben bundan anladım ki: Hakaik-i imaniye büyük bir sofra-i İlâhî olmakla, bana düşen hâfıza-i midemin aldığı kadar olduğunu Hazret-i Üstad bana faaliyet ile ders veriyordu. Bilahare ben müsaade istedim, Sav yoluna girdim. Sav’daki hizmete döndüm.
Hazreti Üstadın uzaktan gelen ikaz sesi
Sav’a giderken çok enteresan bir hal ile daha karşılaştım.
Şöyle ki: Sav’a yayan gidiyordum. Gittiğimi de kimseye hissettirmek istemiyordum. O günlerde hizmet arkadaşım olan Sav’lı Mustafa Gül Ağabey, Sav yolunun kenarından bir üzüm bağı almıştı. Bağını ben biliyordum. Teberüken bir salkım üzüm alayım diye şarampolden atladım. Fakat daha bağa ayağımı atar atmaz; Hazret-i Üstad’dan kulağıma öyle bir ses geldi ki, sanki hoparlörden çıkıyor: “Ali İhsan! Sen benim mutfağa, bardak içinde gönderdiğim üzümleri yemedin, Mustafa Gül’ün bağına mı giriyorsun?” diye. Bu şekilde üç kere tekrar etti. Ben ayağımı ne geriye çekebiliyordum ne de ileriye atabiliyordum, dona kalmıştım. Zorluk içinde yere yıkıldım ve kendimi şarampole attım. Çok derinden ve özden hislenmiştim.
Sav’daki teksir yaptığımız eve geldim. Arkadaşlarım bir korku geçirdiğimi yüzümden bildiler. “Ne oldu sana! Bir şeyden mi korktun? diye ısrarla sordular. Ben bu sırlı meseleyi ifşa etmek istemedim. “Yayan geldiğim için yorgunluktandır” diye atlattım. Fakat seneler sonra 1986’da Mustafa Gül ağabey hastalanmıştı. Vefatından iki gün evvel ziyaretine gittim. Hoşâmediden sonra dedim: “1950’lerde, teksir makinesiyle çalıştığımız günlerde, senin bağına girip, teberüken bir salkım üzüm koparayım derken, başımdan böyle bir hâl geçti” diye Mustafa Gül Ağabeye bu sırlı hâtırayı anlattım.
Mustafa gül Ağabey cevaben: “Kardeşim Ali İhsan Efendi! Buna benzer bir hal bende de vuku bulmuştu. Afyon Hapishanesinde mevkuftum. Kaldığımız yer hapishanenin en üst katı idi. Diğer mevkuf arkadaşların tayinatı bana geliyordu. Ben onlara tevzi ediyordum. Bir gün tayin’ler içinde hamursuz tabir edilen küçük bir ekmek çıkmıştı. “Bunu ben yiyeyim” diye rafın altına koydum. Anında kulağıma Hazret-i Üstad’dan ciddi ve vakarlı öyle bir ses geldi ki: “Mustafa ekmeği gasp etme, tevzi et!” tekrar “Mustafa ekmeği gasp etme, tevzi et!” Yine aynı ses “Mustafa ekmeği gasp etme, tevzi et!” Ben hemen ekmeği aldım diğer tayinlerin içine koydum. “Peki Üstadım” dedim, ses öyle kesildi.
Evet bunlar hizmet-i imâniye ve Kur’aniyede ciddi ve samimi çalışmaların cilveleridir. Hizmete aynen devam edilse bunlar her zaman yaşanır. Hazret-i Üstad zahirde görünen hizmetin kerametlerini kendi üzerine almamış, hizmete bırakmıştır. Ciddi ve samimi hizmet eden, hizmetinin kerametini her zaman görür ve görülmüştür.
Yetmiş günlük riyazete girdim
Ali İhsan Tola ağabeyin hayret verici bir hatırası:
Bir Meczubiyet hissi ile “bakalım ne kadar açlığa dayanabileceğim?” diye; hiç iftar etmeden oruca başladım. Hiç yemeden içmeden yetmiş güne ulaştım. Bu arada dayıoğlu Mebus Dr. Tahsin Tola ve birkaç mebus arkadaşıyla geldiler. “Seni hastaneye götürüp tedavi ettireceğiz” “ dediler. Ben: “Madem öyle, Hazret-i Üstad’a gidelim” dedim. Ve Hazret-i Üstadın Barla’daki evine vardık. Durumu gören Hazret-i Üstad: “Resul-ü Ekrem (SAV) Efendimiz senin orucunu açman için Medine’den hurma göndermiş” diyerek bir paket hurma verdi bana. Hurmalardan yemeye başladım. Oradakiler: “Aman efendim hasta olur…” demeye başladılar. Hazret-i Üstad: “İlişmeyin Ona, yesin. Ali İhsan hasta değil, siz hastasınız” deyince, Dr. Tahsin Tola ve arkadaşları âdeta hayretler içinde secdeye kapandılar. Hiçbir sıkıntı görmeden eski haleme geldim.
Ben bu hali yaşarken yakınımda bulunan sairleri hayrete düşüyorlardı. “Yoksa biz görmeden bir şeyler yiyor mu?” diye sayılı ve tartılı üzüm ve sair erzak odama getirip bırakıyorlardı. Onları alıp götürdüklerinde hiç eksilmediğini görürlerdi. Lillahilhamd ne kilomda, ne vücudumda, ne aklımda aşırı bir değişiklik görmedim.
Aslında ben bu riyazeti, Hazret-i Üstad beni bir dış ülkeye bir yere gönderecek gibiydi. Oralarda olabilecek aksi bir durumu göz önüne alarak kendimi denemek için yapmıştım. Her ne ise ben bu sırlı işi hariçte hiç kimseye söylemedim. Fakat Hazret-i Üstada vardığımda… Demirci Sâlih Rahmetullah görmüştü. Sair hârice o söylemiş.
Otlardan, çiçeklerden, bal karışımlarından ve çeşitli yağ karışımlarından insanlık alemine faydalı olmaya çalışıyoruz
İşte o günlerden bu yana otlardan, çiçeklerden, bal karışımlarından ve çeşitli yağ karışımlarından insanlık alemine faydalı olmaya çalışıyoruz. Risale-i Nurda izah edildiği gibi: Kâinat bir Eczahane-i Kübra âlemidir. Allah-u Teâlâ her şeyi yerli yerinde halk eylemiştir. İnsan vücudunda bulunan hücreler, cihazlar otlardan küçücük birer numunelerdir.
Meselâ: Ceviz meyvesinde: Dışında bir kabuk, içinde kılcal damarlar, altı sert kemik. İçinde meyvenin yenecek kısmı. İnsanın başına, beynine ne kadar benziyor. Elbette onun tenavülü, yenmesi insana ve beynine faydalı olacaktır. Keza fındığın kalbe benzemesi; ve keza fasulyenin böbreklere benzemesi ve keza limondan narenciye kadar her şeyde insan bünyesine faydalar sunulması. Hem rızk olarak tayin verilmiş. Risale-i Nur’da tefsir edilmiş. Bir Âyet-i Kerimede: “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halimdir, bağışlayıcıdır.” (İsra 44) diyor. Nurlardan bu dersi almamız lâzım. Kâinat zerreleri adedince Allah-u Teâlâya hamd ve senada bulunmamız lâzım ve zaruridir.
Şimdi de mâdenlerden istifade yönü bilinmeye başlandı. Bazı madenleri üzerimizde taşıdıkça vücudun hücrelerinde bir kısım rahatsızlıkları onunla tedavi etmek mümkün oluyor. Bu araştırma daha da genişleyecek. Bunlar koca karı ilacı değildir. Kâinat Eczahane-i Kübrasından Allahu Teâlâ Hazretlerinin kullarına ihsan buyurduğu şifa ve devalardır.
Allah-u Tealânın Şeriat-ı Fıtriyesi vardır ki…
Ondan hiç kimse yakasını kurtaramaz
1970’li yıllarda beni ziyaret için gelenlerden dolayı, bir kısım siyasilerin gözüne battık. Risale-i Nur hakkında propaganda yapıyor; “yanına gelenlere sekir verici otlardan içiriyor” diye asılsız ithamlarla beni tevkif ettiler. 103 gün hapishanede yattım. Bu ithamlara rağmen adliye idarecilerinin bazılarının çocuklarının ve aile efradının rahatsızlıklarında, bana bir şey soruldukça ifade ettim. Ve şifa bulanlar oldu.
Ben tahliye olduktan sonra ders günümüzde bir gün hâkimler geldiler. Derse katıldılar. “Biz kanun-ı Medeniye ile yargıladığımız için ters düşüyoruz..” gibi sözlerde bulundular. Ben de âcizane dedim ki: “Allah-u Tealânın Kur’anda buyurduğu hukuk her yerde ve her kese şâmildir. Sadece adliyeyi teşmil etmez. Siz ölçü ve tartı vazifesindesiniz, haklıya haksıza iyi dikkat ediniz.”
“Bir de Allah-u Tealânın Şeriat-ı Fıtriyesi vardır ki… Ondan hiç kimse yakasını kurtaramaz. Bir suçlu ne kadar suçunu saklasa ispat ettirmese de şeriat-ı fıtriye onu affetmez. Bu itibarla siz ve mahkeme ettikleriniz ondan kurtulamazsınız.” dedim. O anda kapı çaldı. Kapıyı açtık. İzmir tarafından gelmiş kolu kesik bir misafir. “Buyur” ettim. Dedim: “Buyurun, bu misafire kolunun niye koptuğunu siz sorun” dedim. Ve sordular. “Kumaş fabrikasında çalışırken defosuz kumaşları defolu göstererek ıskarta adına kendimize satmak için kumaşlara yağ sürüyordum. Bu arada kolumu makineye kaptırdım” diye cevap verince, “buyurun bir şüpheniz kaldı mı?” dedim. Ve ikna oldular.
Savcı Bey, Hanımının başı ağrıdığını ve ona faydalı bir ilaç verilmesi teklifinde bulundu. Ben âcizane ona dedim: “Senin hanımının ilacı şeriat-ı fıtriyece başını örtmektir” dedim. “Sen biliyor musun benim hanımın başı açık olduğunu?” dedi. Ben de: “Baş ağrımasının sebeplerinden birisinin başın soğuk almasından ve aşırı güneş altında kalmasından olacağını söylüyorum” dedim.
ÇAM VE KATRAN AĞAÇLARI KESİLDİĞİNDE TOLA AĞABEYE ZİYARETİMİZ
Isparta “Senirkent”te meskûn “Ali İhsan Tola” ağabeyimizi ilk defa 80’li yılların ortalarında ziyaret etmiştik. “Koca Yusuf” ağabeylerle İzmir den gelmiş ve Ali İhsan ağabeyi de alarak traktörle “Çam Dağı”na çıkmıştık. Kaderin bir cilvesi olarak son ziyaretimiz de yine Yusuf Ağabeyle beraber “Çam Dağı”ndaki ağaçların katledilmesi ile alâkalı oldu. 2000 yılının son günlerinde hâin ellerce kesilen Azîz Üstad’ımızın hatıraları olan bu ağaçların kat’li kalbimizi yandırdı. Ama bir iki hafta sonraki ziyaretimizde Ali İhsan ağabeyi dinledikten sonra, hâdiseye başka şekilde bakmaya başladık. Tola Ağabey şimdiye kadar Üstadımızın hatıralarını taşıyan mekanlara dört tecavüz vuku bulduğunu açıkladı. Ve bunların kader-i İlâhiye bakan derin sırlarını şu şekilde izah etti:
Birincisi: Üstadımız Barla’da iken kendi eliyle tâmir ettiği Rum mahallesindeki mescidini yıktılar.
İkincisi: 27 Mayıs ihtilâli oldu, saat yedi buçukta radyodan ilan edildi, beş dakika sonra Barla’ya geldiler. Üstadımızın “Çınar ağacı”na çıktığı merdivenleri kırdılar. O zaman “Sıddık Süleyman” ağlayarak bana geldi. Ben de “niye ağlıyorsun, insanlar oraya ayakkabıları ile çıkmaya başlamışlardı. Kaderin fetvası var” demiştim.
Üçüncüsü: Yine 27 Mayıs ihtilâlinden sonra, Üstadımızın Urfa’daki kabrini kırarak kaçırdılar.
Dördüncüsü: Şimdi yapılan “Çam ve katran” ağaçlarının kesilmesidir.
Ben 55 senedir kuru katran ağacını o şekilde hatırlıyorum, Üstad zamanında da öyle kuru imiş. Çam ağacı ise en tepeden; bir taraftan boğaza bakar, diğer taraftan denize. Bunlara daha önce kaç kere balta vurdular, yıkamadılar. Görmüşsünüzdür bellerinde balta izleri vardır. Devlete “Çam Dağı”nın milli park olması için kaç kere müracaat ettik kabul etmediler.
Bu ağaçların katli hususunda; kader cihetine bakmak lâzım… Kimin kestiğini ben düğmelerine kadar tarif edebilirim. Demek ki kâinattaki fıtrî kanunlar böyle iktiza ediyordu. Yoksa bu ağaçlar lânettin kesilemez. Kader adalet etti demek ki. Ben hukukçulara ders yaptığım zaman başka hiç kimseyi almam. Bir gün böyle bir ders esnasında adalet hususunda sorular soruldu. Tam o anda kapı çaldı, ben de hilâf-ı âdet geleni içeriye aldım. Baktık adamın kolu kesik. Helâllik isteyerek nasıl olduğunu anlatmasını söyledim. Adam anlattı: “Bir kumaş fabrikasında çalışırdım. Çok kıymetli kumaşlar geçerken mahsus üstlerine yağ damlatır, sonra da özürlü diye onları, çok ucuza satın alırdık. İşte bir gün makine kolumu kaptı ve bu hâle geldim.” diye anlattı, sorulan suale de canlı bir cevap gelmiş, kader adalet etmişti.
Kesilen ağaçlarda da insanlar hangi hareketleri ile kadere fetva verdirdiler onu düşünmek lâzım. Belki de bilen bilmeyen geliyordu, o ağaçlara kutsallık verilmeye başlanmıştı...