Üniversite öğrencilerinden ‘Kur'ân ve Sünnete Adanmış Bir Ömür: Bediüzzaman’ Konferansı

Üniversite öğrencilerinden ‘Kur'ân ve Sünnete Adanmış Bir Ömür: Bediüzzaman’ Konferansı

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlığı'na bağlı "İlim ve Fikir Topluluğu", İlahiyat Fakültesi Selahattin Kıyıcı Konferans Salonu'nda "Kur'ân ve Sünnete Adanmış Bir Ömür: Bediüzzaman" konferansı düzenledi

İlahiyat Fakültesi başta olmak üzere birçok fakülteden öğrencilerin katıldığı konferans, Zeve Şehitliği Camii İmam Hatibi Musa Bugün Hoca'nın Kur'ân-ı Kerîm tilâveti ile başladı. Ardından İlim ve Fikir Topluluğu hakkında kısa bilgilendirme yapıldı. Sonrasında önce "İlim ve Fikir Topluluğu'nun 3. Yıl Faaliyetleri" videosu ve "Bediüzzaman Said Nursî'nin Hayatı" videoları projeksiyon ile yansıtıldı. Ardından Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Güvenlik Bölümü'nde Öğretim Görevlisi Atilla Durmuş ile Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi yüksek lisans öğrencisi Abdulkadir Çelebioğlu konuşmalarını yaptılar. Konferansın ardından "Ödüllü Düşünce Yazısı Yarışması"nda ilk 5'e girenlere ödül takdimi yapıldı. Konferans çıkışında çeşitli İslâmî meselelere dair broşürler ve kitaplar dağıtıldı.

whatsapp-image-2025-03-21-at-16-32-49.jpeg

whatsapp-image-2025-03-21-at-16-32-35.jpeg

ÂLİMLERİN KIYMETİ

İki konuşmacıdan biri olan Abdulkadir Çelebioğlu, konuşmasına "Âlimlerin Kıymeti" mevzûsu ile başladı;

Allahu Teâlâ (cc), Kur'ân-ı Kerîm'de meâlen şöyle buyurur: "Kulları içinde (hakkıyla) ancak âlimler Allah’tan korkarlar." (Fâtır Sûresi, 28)

Meşhûr müfessir İbn Atiyye, bu âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, "haşyetin (Allah Teâlâ korkusunun) başının ilim olduğunu" söylemiştir. (Bkz. İbn Atiyye, el-Muharrerü’l-Vecîz fî Tefsîri’l-Kitâbil’l-Azîz - Tefsiru İbn Atiyye, c. 7, s. 217)

"Allah, adâleti kaim kılarak kendisinden başka ilâh olmadığına şâhidlik etti; melekler ve ilim sâhipleri de (adâletle kaim olarak buna şâhidlik ettiler)." (Âl-i İmrân Sûresi, 18)

İmam Gazâlî, âlimin değerini ifade sadedinde bu âyet-i kerîmeyi zikredip devamla şöyle buyurmuştur: “(İnsanoğlu) Bak ki! Nasıl Allah Teâlâ tek ilâh olduğuna dair şahitlik hususunda önce kendi zâtı ile başladı, ikinci olarak melekleri, devamında üçüncü olarak ilim ehlini zikretti ki, (aslında ehl-i ilim için) değer, fazilet, yücelik ve üstünlük olarak bu dahi yeterlidir.” (İmam Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, c. 1, s. 20)

Meşhur bir hadîs-i şerîfte geçtiği üzere: "Göklerde ve yerde olanlar, hatta sudaki balıklar ilim öğrenen kimseye Allah'tan yardım ve bağış dilerler. İlim sahibinin âbitten (ibadet edenden) üstünlüğü, Ay'ın diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir." (Buhârî, İlim, 10; Ebû Dâvûd, İlim, 1; Tirmizi, İlim, 19; İbn Mâce, Mukaddime, 17)

Peygamber Efendimiz (asm) bu "hadîs-i şerifleriyle âlim olmanın pek kolay bir şey olmadığını, i'cazkâr belâgatları ile beyan buyuruyorlar." (Tarihçe-i Hayat, Ön Söz, s. 8)

SÂLİHLERİ ANMAK

Çelebioğlu konuşmasına, "Bediüzzaman Said Nursî'nin vefatının 65. sene-i devriyesi münasebetiyle yapılan bu programda sâlihleri yâd etmenin ehemmiyeti" üzerinde durarak şunları ifade etti;

Rivâyette geçtiği üzere “Sâlihleri anmak günahlara keffarettir.” (Süyûtî, el-Câmi‘u’s-Sağîr, 3/564, No. 4331) ve Tâbiîn devri müçtehidlerinden Süfyân ibni Uyeyne de şöyle demiştir: “Sâlihlerin zikredildiği meclislere rahmet iner.” (Ahmed ibni Hanbel, ez-Zühd, s. 264; Ebû Nu‘aym, Hilyetül-Evliyâ, 7/285)

whatsapp-image-2025-03-21-at-16-33-35.jpeg

Tarihçe-i Hayat eserinin Ön Söz'ünü yazan Ali Ulvi Kurucu'nun da dediği gibi; "Büyüklerin tarih-i hayatları okunurken, ulvî menkıbeler söylenip, aziz hatıraları anılırken; insan, başka bir âleme girdiğini hissediyor. Gönlünü, tertemiz sevgi hislerinin ulvî ateşi yakıyor ve İlahî feyzi sarıyor. Tarih öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyükler, onlara nisbetle küçük kalır." (Tarihçe-i Hayat, Ön Söz, s. 5)

İşte Bediüzzaman Said Nursî, o büyüklerden birisidir.

RİSALE-İ NUR'UN TEFSÎR YÖNÜ İLE KAYNAĞININ KUR'ÂN VE SÜNNET OLMASI

Risale-i Nur eserlerinin tefsîr yönü ve kaynağının Kur'ân'a ve sünnete dayanması mevzûsu üzerinde de Çelebioğlu şunları söyledi;

Nurlar hakkında Üstâd Bediüzzaman; "Risale-i Nur ise, Kur'ân'ın malıdır ve mânâsıdır." (Şualar, s. 749) demiştir. Bir diğer eserinde ise "Risale-i Nur ise, Kur'ân'ın malıdır ve tefsîridir." (Emirdağ Lâhikası 1, s. 13) demiştir. Nurlar'ı bu cihetle anlamamız gerekir. Kur'ân'ın malıdır, mânâsıdır ve tefsîridir.

«Sünûhât eserinde geçen şu ifadeler de bize yol gösterir;

"Meselâ: Bir adam İbn-i Hacer'e nazar ettiği vakit, Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbn-i Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil." (Sünuhat Tuluat İşarat, s. 32)

Burada geçen "İbn-i Hacer" yerine "Bediüzzaman" kelimesini koyarak tekrar okuyalım;

"Meselâ: Bir adam Bediüzzaman'a nazar ettiği vakit, Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa Bediüzzaman'ın ne dediğini anlamak maksadıyla değil."

Yani, Risale-i Nur eserlerini Kur'ân-ı Kerîm'i anlamak için okumalı ve anlamaya çalışmalıyız.»

(Risale-i Nur Külliyatı'nı Okuma ve Anlama Usûlleri, s. 30 - 31)

Evet, Risale-i Nur "hakikatleri" "Kur'ânî"dir (Bkz. İşârâtü'l-İ'câz, s. 228) ve "Risale-i Nur, erkân-ı imaniyeyi ve âyât-ı Kur'âniyeyi tefsîr eden" (İşârâtü'l-İ'câz, s. 227) bir eserdir. Risale-i Nur; İman rükünlerini ve Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetleri tefsîr eden bir külliyattır.

Risale-i Nur eserlerinin âyetleri tefsîri de kendine hâstır, kendisi de "manevî ve șuhûdî bir tefsîrdir".

Evvelâ tefsîrin kısımlarını öğrenmemiz gerekir. "Risale-i Nur, nasıl bir tefsîrdir?" başlıklı Tarihçe-i Hayat'ta geçen yerde de ifade edildiği gibi; "Tefsîr iki kısımdır. Birisi: Malûm tefsîrlerdir ki, Kur'ân'ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan ve izah ve ispat ederler. İkinci kısım tefsîr ise: Kur'ân'ın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Zahir malûm tefsîrler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar; fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları da susturan bir manevî tefsîrdir." (Tarihçe-i Hayat, s. 681)

Evet Risale-i Nur eserleri burada geçen "ikinci kısım tefsîr"lerdendir. "Kur'ân'ın imanî olan hakikatlarını kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah" etmektedir. Yukarıdaki metinde de anlaşıldığı üzere Risale-i Nurlar "emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları da sustur"duğu gibi "manevî tefsîrdir" denilerek de nasıl bir tefsîr olduğu izah edilmiştir.

Yine Tarihçe-i Hayat eserinde Nurlar'ın mahiyeti çok güzel bir şekilde ifade edilmiştir; "Risale-i Nur!.. Nurlu bir külliyat... Yüz otuz eser... Büyüklü küçüklü risaleler halinde... Asrın ihtiyaçlarına tam cevap verir... Aklı ve kalbi tatmin eder... Kur'ân-ı Kerîm'in yirminci asırdaki -lafzî değil- manevî tefsîri..." (Tarihçe-i Hayat, s. 681)

"Kur'ân-ı Kerîm'in yirminci asırdaki -lafzî değil- manevî tefsîri..." ifadesi üstteki yeri desteklemekte ve açıklamaktadır. Ek olarak Mesnevi-i Nuriye eserinin Katre Risalesi'nde "Kur'ân'ın bazı âyâtını şuhudî bir tarzda beyan eden bir nevi tefsîrdir." (Mesnevi-i Nuriye, s. 75) ifadesi Nurların aynı zamanda "șuhûdî bir tefsîr" olduğunu gösterir.İshak Özgel Hoca da bir makalesinde bu hususa dikkat çekerek şöyle demiştir; "[Bediüzzaman Said Nursî] Tefsirini birçok vasıfla tanımlamıştır. Bunlar arasında en kapsamlı olanı “Şuhûdî Tefsir”dir. Bu nitelemeyle başta imana taalluk eden âyetlerin kâinatta gözlemlenebilen, gerçeklikler ve hissedilebilen deruni iç tecrübeler ile tefsirini kast etmektedir. Ayrıca ona göre bu yöntem sonucunda muhataplarda şuhuda yakın bir iman hâsıl olmaktadır.» [Prof. Dr. İshak Özgel, "Çağdaş Tefsir Yöneli̇şleri̇ Açısından Bediüzzaman Said Nursî’nin Tefsir Yöntemi (Şuhûdî Tefsir)" Makalesi, s. 1]

Evet Risale-i Nur eserleri için; kelâmî meseleleri ele aldığı için "Kelâmî Tefsîr", imanî mevzûları/konuları ele aldığı için "Konulu Tefsîr", Kur'ân'ı mânâ ile tefsîr etmesi sebebiyle "Manevî Tefsîr" ve eserin müellifinin bir diğer en kapsamlı tavsifi ile de "Şuhûdî Tefsîr" denilir.

Bediüzzaman'ın, Münâzarât eserinde geçen şu ifadeleri dikkat çekicidir; "Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz." (Münâzarât, s. 14)

Üstâd Bediüzzaman'ın ifade ettiği "mihenk" Allah'ın kitabı Kur'ân-ı Kerîm ve Resûlullah'ın (asm) hadîsleridir.

Risale-i Nurlar "dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır." (Barla Lâhikası, s. 19) Dâvâ; Edille-i Șer'iyye yani Kur'ân-ı Kerîm, Sünnet/Hadîs, İcma, Kıyas'tır. Dâvâ, İslâmiyet'tir.

Üstâd Bediüzzaman'ın sır ve ser kâtibi Mehmed Feyzi Efendi'nin ifadesiyle; "Üstâd Hazretleri, Risale-i Nur'ları Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat akîdesi ile kavâid-i Ehl-i Sünnet'i esas tutarak kaleme almış, ondan kıl kadar inhiraf etmemiştir." [Mehmed Feyzi Efendi'den Hatıralar - 2 (Karanlıktan Nura), s. 393]

whatsapp-image-2025-03-21-at-17-27-15.jpeg

RİSALE-İ NUR'UN KAYNAĞININ KUR'ÂN VE SÜNNET OLDUĞUNUN DELİLLERİ

Abdulkadir Çelebioğlu, Risale-i Nur'daki cümlelerin âyet ve hadîslere dayandığı hususunda şu misalleri verdi;

"Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebânıdır." (Sözler, s. 5)

Âyette meâlen “Şüphesiz ki o, Süleymân'dandır ve gerçekten o: 'Rahmân, Rahîm olan Allah'ın ismiyle' (diye başlamakta)dır.” (Neml Sûresi, 30) ifadesiyle Besmele ile başlamak ifade edildiği gibi hadîslerde de şu ifadeler geçmektedir;

"Besmelesiz başlanılan her iş sonuçsuz ve bereketsizdir." (Kenzü'l-Ummâl, 1:555, 2491) ve “Besmele ile başlanmayan her önemli iş sonuçsuz kalır.” (Bkz. İbn Mâce, hadîs no: 1894; Feyzü’l-Kadîr, V, 13)

İlk Dokuz Söz'de temsilî hikâyecik anlatılmadan önce șöyle deniliyor; "...temsilî hikâyeciğe bak, dinle." (Sözler, s. 5, 16, 18, 22, 30, 34)

Sekizinci Söz'ün fihristi kısmında şöyle denilmektedir: "...(Suhuf-u İbrahim'de aslı bulunan) güzel ve parlak bir temsil..." (Sözler, s. 777) Mevzûbahis rivâyet şu şekildedir; "Hz. İbrahim'e indirilen sahifelerde, temsiller önemli bir yer tutar." (Bkz. Münzirî, et-Tergib, 3:130, 3301)

Misâl vermek ile alâkalı şu meâldeki âyet-i kerîme de mühimdir;

"Allah misâl getirdi." (Nahl Sûresi, 112)

"[Allah] size kendinizden şöyle bir misâl getirdi..." (Rûm Sûresi, 28)

Bu rivayet ve âyetlere ek olarak; Kur'ân'da ve hadîslerde temsiller bir hayli kullanılmıştır. Hatta Tirmizî'de Kitabü'l-Emsâl ismiyle bir de bölüm vardır. Bunun içindir ki, Hz. Mevlâna, Şeyh Sâdi Şirâzî gibi, mürşid ve terbiyeciler de temsille anlatmayı birçok yerde kullanmışlardır. Üstâd Bediüzzaman da temsil ile alâkalı şöyle der: "Akla vâzıh, kalbe nuranî olacak temsil yolu..." (Sözler, s. 193)

"Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar Bismillah der. Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere, Rezzak namına en latif, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar." (Sözler, s. 6)

"Muhakkak ki sizin için, sağmal/ehîl hayvanlarda da gerçekten bir ibret vardır. Size on(lar)ın karınlarındaki fışkı ile kan arasından, içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz." (Nahl Sûresi, 66)

Demek ki Nurlar'daki cümlede "inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar" denmesi alelâde değildir. Âyette geçen "El-enâm" yani "sağmal/ehîl hayvanlar" ifadesine bakıyor. "Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi ol"ması da âyette meâlen geçen "içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt" ifadesine bakıyor.

"Evet o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymetdar nimetlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir'dir." (Sözler, s. 7)

Zikir, şükür ve fikir mânâsı âyet-i kerîmede bir arada meâlen şöyle geçmektedir; «Öyle ise beni (ibâdetle) zikredin ki, (ben de) sizi (rahmetimle) yâd edeyim; ve bana şükredin fakat bana nankörlük etmeyin!» (Bakara Sûresi, 152)

Buradan da gayet net anlıyoruz ki "zikir" ile "fezkurûnî", "şükür" ile "veşkurûlî" ve "fikir" ile de âyetin tamamının mânâsı birbirine bakmaktadır.

İhlâs Risalesi'nde "Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır mânileri olur." (Lem'alar, s. 160) denilmektedir.

Hadîsin rivayetlerinde de şu şekilde ifade edilmektedir; "Her bir hayrın karşısında bir engel vardır." (Keşfü'l-Hafâ, 2:68)

Bu şekilde Risale-i Nur Külliyatı'na bakıldığında; baştan sona kadar Nurlar, Kur'ân ve Sünnet istikametinde Ehl-i Sünnet yolundan zerre ayrılmayan manevî bir tefsîr, hadîslerin şerh ve izahı, Kur'ân ve İman hakikatleri olduğu görülmektedir.

MÜCEDDİDLİK

Diğer mühim bir mevzû olan Müceddidlik meselesinde de Çelebioğlu şunları ifade etti;

Hadîste şöyle buyrulur; "Her asrın başında Allah bu ümmete, dinlerini tecdit etmek üzere bir müceddid gönderecektir." (Ebû Dâvûd, Melâhim, 1)

Asrımızda tecdit hareketi ile de Bediüzzaman ve Risale-i Nur'lar müceddid vasfındadır. Biiznillah kıyamete kadar devam edecek olan Kur'ânî ve Nebevî bir yolda istikamet üzere hizmet etmeyi insanlara göstermiştir.

Her asırda gelen müceddidler ile tecdit hareketi devam etmiştir.

Üstâd Bediüzzaman, kendisini ziyarete gelen Hulusî Yahyagil'e ilk ziyaretinde "Kardeşim! Ben şeyh değilim, imamım. İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazâlî gibi bir imamım." demiştir. (Bkz. Nakleden: Hulusî Yahyagil, Mufassal Tarihçe-i Hayat 2, s. 781)

Yine Üstâd Bediüzzaman'ın şu sözleri dikkat çekicidir: "Hz. Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur'u yazardı. Ben de Hz. Mevlânâ zamanında gelseydim, Mesnevî'yi yazardım, o zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı, şimdi Risale-i Nur tarzındadır." (Nakleden: Ahmet Gümüş, Son Şahitler - 4, s. 152)

Demek ki her asrın müceddidleri o asrın anlayışına göre Kur'ân ve Sünnet'ten istihraçlar yaparak dertlere, yaralara şifa sunacak ilaçlar vermektedir.

Merhum Mehmed Âkif, Safahat'ında şöyle der;

"Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı"

(Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Asım, s. 418)

Âkif'in "idealini tahakkuk ettirmek, Bediüzzaman'a müyesser olmuştur." (Tarihçe-i Hayat, s. 162) 130 eserden müteşekkil 14 ciltlik Risale-i Nur Külliyatı ortadadır.

Daha önceki asırlarda da müceddiler gelmiş ve tecdid vazifelerini yerine getirmişlerdir. Mesela müceddidlerden bazıları şunlardır; Ömer bin Abdülaziz (1), sonra İmam-ı Şafiî (2), Ebu'l-Hasan Ali El-Eş'arî (3), İmam-ı Gazalî (5), Mevlânâ Celaleddin-i Rumî (7), İmam-ı Rabbânî (11), Mevlana Halid-i Bağdâdî (13) ve sonra da Bediüzzaman Said Nursî (14).

Risale-i Nur eserleri müceddid olduğu için sadece bir kesimin değil, tüm Ümmet-i Muhammed'in (asm) malıdır. Üstâd Bediüzzaman da sadece bir kesimin değil hepimizin Üstâd'ıdır. Şuurlu birer Mü'min, Muvahhid ve Müslüman olarak bu eserlerden istifade etmemiz elzemdir.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN (ASM) MERHAMET VE ŞEFKATİNİ İSLÂMÎ TEBLİĞDE ESAS ALMAK

Bediüzzaman'ın hayatının 20 yıldan fazla bir süresinin Van'da geçtiğini ifade eden Çelebioğlu, Bediüzzaman'ın Van hayatındaki talebelerinden Molla Hamid Ekinci'nin naklettiği şu hatırayı anlattı;

«Nurşin Camii'ndeyken Üstâd'ımız [Bediüzzaman] gelen gidenlere vaaz û nasihatlerde bulunurdu. [Resûl-i Ekrem (asm)] Efendimiz'in ahlâkını, sevgi ve şefkatini en çok takip eden oydu. Yanına devamlı gelen âlim, şeyh ve mollalara, millete şefkat ve merhametle muamele etmelerini tavsiye ederdi. "Vaaz ve nasihat ederken milleti korkutmayın, ümitlendirin!" derdi.

Hatta bir seferinde kalabalık bir âlim cemaati vardı. Bir mesele konuşuluyordu.

Üstâd [Bediüzzaman], Molla Resûl'e hitap ederek:

"Kardeşim fikirlerinizi yenileyin. Sizden soruyorum, size günahkâr bir genç teslim edilse, bütün imkân sizin elinizde olsa, bunu ıslah ve terbiye edin denilse, siz ne kadar uğraşsanız genç namaz kılmasa, oruç tutmasa, şer'î kuralları uygulamasa, ne yaparsınız?" dedi. Orada bulunan âlim ve fâzıl zâtlar:

"Seyda! Vallahi bu ferâizi yerine getirmezse biz önce tehdit ederiz, olmazsa döveriz. Daha da olmazsa o genci hapsederiz. Çünkü şeriat buna izin vermiştir." dediler.

Üstâd [Bediüzzaman] onlara hitaben:

"Kardeşlerim! İşte burada benim fikirlerimle sizinki uyuşmuyor, ayrılıyor." dedi. Orada bulunanlar:

"Peki, siz ne yapardınız?" diye sordular. Üstâd [Bediüzzaman] şu cevabı verdi;

"Ben o gence önce iyilikle söylerim. Sonra, ‘Farzları yaparsan seni hediyeyle taltif ederim’ derim. Yine yapmazsa, bir tarafa çekilip ağlayarak, ‘Ya Rabb, bu genci yakma, merhamet et! Çünkü ıslah etmek Senin elindedir!’ diye yalvarırım. Sizinki neye benziyor biliyor musunuz? Arkadaşınızla harbe gittiniz. Arkadaşınız kaza eseri düşmana esir düştü. Onu kurtarmaya çalışmayıp ‘İyi oldu, yakalanmasaydı’ demeye benzer. Veya gezmeye çıktınız. Arkadaşınız suya veya bataklığa düştü. Elinden tutup çıkartır mısınız, yoksa bir tekme de siz atıp ‘İyi oldu, düşmeseydin’ mi dersiniz? İşte, mühim olan onu cehennemden ve bataklıktan kurtarmaktır. Kurtarmazsanız, hem dünyası yıkılacak, hem cehenneme yollanacak. İşte bu noktada benimle sizin fikirleriniz ayrılıyor."»

RİSALE-İ NUR NEDİR? NELERİ İSPAT EDİYOR?

Abdulkadir Çelebioğlu konuşmasını yaptıktan sonra sözü Öğretim Görevlisi Atilla Durmuş'a bıraktı. Atilla Durmuş da "Risale-i Nur'un Ne Olduğu ve Neleri İspat Ettiği" hususunda konuştu;

«Risale-i Nur sübjektif nazariye ve mütalaalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur'ân'ın hakikatlarını rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arzedilen bir külliyattır.

Risale-i Nur!.. Kur'ân âyetlerinin nurlu bir tefsîri... Baştan başa iman ve tevhid hakikatlarıyla müberhen... Her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış... Müsbet ilimlerle mücehhez... Vesveseli şübhecileri ikna ediyor... En avamdan en havassa kadar herkese hitab edip, en muannid feylesofları dahi teslime mecbur ediyor...

Risale-i Nur!.. Nurlu bir külliyat... Yüz otuz eser... Büyüklü küçüklü risaleler halinde... Asrın ihtiyaçlarına tam cevab verir... Aklı ve kalbi tatmin eder... Kur'ân-ı Kerîm'in yirminci asırdaki -lafzî değil- manevî tefsîri...

İspat ediyor!.. Akla gelen bütün istifhamları... Zerreden Güneş'e kadar iman mertebelerini... Vahdaniyet-i İlahiyeyi... Nübüvvetin hakikatını...

İspat ediyor!.. Arz ve Semavat'ın tabakatından, melaike ve ruh bahsinden, zamanın hakikatından, haşir ve âhiretin vukuundan, Cennet ve Cehennem'in varlığından, ölümün mahiyet-i asliyesinden ebedî saadet ve şekavetin menbaına kadar... Akla gelen ve gelmeyen bütün imanî mes'eleleri en kat'î delillerle aklen, mantıken, ilmen isbat ediyor... Pozitif ilimlerin müşevviki... Riyazî mes'elelerden daha kat'î delillerle aklı ve kalbi ikna' edip, merakları izale eden bir şaheser...»

(Tarihçe-i Hayat, s. 681 - 682)

whatsapp-image-2025-03-21-at-16-32-08.jpeg

BEDİÜZZAMAN'IN HAYATINDAN KESİTLER

Atilla Durmuş, Bediüzzaman'ın hayatından bazı kesitlere de temas etti.

ANNE VE BABASININ İSLÂMÎ HASSASİYETİ

Üstâd Bediüzzaman'ın anne babasının İslâmî hassasiyeti hususunda şu kısımları Durmuş ifade etti;

“Küçük Said on yaşlarında iken, onun kabiliyet ve mertliğine hayran olan hocası, bir gün yanına birkaç arkadaşını alarak, onun anne ve babasını görmek için, altı yedi saatlik bir mesafeden Nurs köyüne geldiler. Talebe Said'in evine gelen hocası ve arkadaşları, Sofi Mirza'yı görmek istediklerini bildirdiler. Sofi Mirza'nın o anda hazır olmadığını söyleyen Said'in annesi Nûre Hanım, misafirlere evin önündeki bir ağacın altında birşeyler sererek oturmalarını rica eder.. Ve Efendisinin az sonra geleceğini söyler. Misafirler oturduktan biraz sonra, Sofi Mirza, ağızları bağlanmış öküz ve inekleriyle çıka gelir. Merhabalaştıktan sonra, misafirlerden Küçük Said'in hocası Sofi Mirza'ya:

“Bizim köyde harman zamanı, mahsûlü yememeleri için hayvanların ağızlarını bağlarlar. Fakat bu mevsimde sizin bu hayvanların ağzını bağlamanızın sebebini bilemedik diye sorar. Mirza Efendi cevabında:

“Efendim, bizim tarla biraz uzaktadır. Yoldan gelir, giderken çok kimselerin tarlalarından geçerek geliyorum. Hayvanlarımın ağızları bağlı olmazsa başkalarının mahsûlünden yemeleri mümkün.. Ekmeğimize haram lokma karışmasın diye böyle yapıyorum.” diye beyân-ı ma'zeret eder.

Misafır hoca ve arkadaşları, küçük Said'in babasının bu takva ve salâhetine şahid olduktan sonra, bu defa annesi Nûre Hanım'a dönerek: “Siz bu çocuğu nasıl yetiştirdiniz?” diye sormuş.

Nûre Hanım: “Ben bu çocuğuma hamile kalınca, abdestsiz yere basmadım. Said dünyaya gelince de, hiçbir zaman abdestsiz emzirmedim” diye söylemiş.” (Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. 1, s. 78 - 79)

KUR'ÂN'IN MU'CİZELİĞİNİ BEYAN ET/AÇIKLA!

«Eski Harb-i Umumî'den evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı'nın altındayım. Birden o dağ, müdhiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır. Dedim: "Ana korkma! Cenab-ı Hakk'ın emridir; o Rahîm'dir ve Hakîm'dir." Birden o halette iken, baktım ki mühim bir zât, bana âmirane diyor ki: "İ'caz-ı Kur'ân'ı beyan et." Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılabdan sonra, Kur'ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'an kendi kendine müdafaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek, i'cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'cazın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduğumu anladım.» (Mektubat, s. 368)

KUR'ÂN'IN SÖNMEZ VE SÖNDÜRÜLMEZ MANEVÎ BİR GÜNEŞ OLDUĞUNU İSPAT ETMEK

«İngiliz Meclis-i Meb'usanında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur'ân-ı Kerîm'i göstererek söylediği bir nutukta:

"Bu Kur'ân, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur'ân'ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur'ân'dan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş."

İşte bu müdhiş haber, onda tarifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlas, cesaret ve şecaat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bedîüzzaman'ın, bu havadis üzerine: "Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!" diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır.» (Tarihçe-i Hayat, s. 51)

ŞERİATIN BİR HAKİKATİNE BİN RUHUM OLSA FEDÂ EDERİM!

Atilla Durmuş, Bediüzzaman'ın 31 Mart Hâdisesi'nde yatıştırıcı rol aldığını ifade etti ve mesele hakkında kısaca bilgi verdi;

«31 Mart Hâdisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan onbeş kadar hoca i'dam edilir. Bedîüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur. Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar:

-"Sen de şeriat istemişsin?"

Bediüzzaman cevab verir:

-"Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!"

Bediüzzaman'ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tab'edilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden i'damını beklerken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid'den tâ Sultanahmed'e kadar arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcud olduğu halde: "Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!" nidalarıyla ilerlemiştir.»

(Tarihçe-i Hayat, s. 60)

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDA RUSLARA KARŞI CİHAD ETMESİ

Durmuş, Bediüzzaman'ın maddî cihada talebeleri ile bizzât iştirak ettiğini söyleyip bazı hususlara temas etti;

«Bediüzzaman Kafkas cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van'a çekildi. Van'ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım talebeleriyle Van kal'asında şehid oluncaya kadar müdafaaya kat'î karar verdikleri halde, geri çekilen Van valisi Cevdet Bey'in ısrarıyla, Vastan kasabasına çekildi. Vali, kaymakam, ahali ve asker Bitlis tarafına çekilirken, bir alay Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum etmişti. Molla Said, Van'dan kaçan ahalinin mal ve çoluk çocuklarının düşman eline geçmemesi için otuz-kırk kadar kaçamamış asker ve bir kısım talebeleriyle o Kazaklara karşı koymuş ve hepsinin kurtulmasını sağlamıştır. Hattâ hücum eden Kazaklara dehşet vermek için, geceleyin onların üstündeki yüksek bir tepeye hücum tarzında çıkıyor, güya büyük bir imdad kuvveti gelmiş zannettirerek, Kazakları oyalayıp ilerletmiyordu. Böylelikle, Vastan'ın Rus istilasından kurtulmasına sebeb olmuştur.

O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymetdar talebesi Molla Habib ile "İşaratü'l-İ'caz" namındaki tefsirini te'lif ediyordu. Bazan avcı hattında, bazan at üzerinde, bazan da sipere girdikleri zaman; kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. "İşaratü'l-İ'caz"ın büyük bir kısmı bu vaziyette te'lif edilmiştir.» (Tarihçe-i Hayat, s. 107)

«O muharebede; yirmi talebe kadar kıymetdar ve "İşarat-ül İ'caz" tefsirinin kâtibi olan Molla Habib, İran cephesinde kumandan Halil Paşa ile mühim bir muhabere vazifesini temin ettikten sonra Vastan'da şehid düşer.» (Tarihçe-i Hayat, s. 110)

İMANLI BİR KİMSE, CENÂB-I HAKK'I TANIMAYAN BİR ADAMDAN ÜSTÜNDÜR!

Atilla Durmuş, Bediüzzaman'ın Rusya'da yaşadığı şu vâkıayı anlattı;

«Bediüzzaman'ı üsera kampına götürürler. Burada şu şekilde şâyan-ı takdir bir hâdise cereyan eder. Şöyle ki:

Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasıyla der:

- Beni herhalde tanımadılar?

Bediüzzaman:

-Tanıyorum, Nikola Nikolaviç'tir.

Kumandan: Şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorlar.

Bedîüzzaman: Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenab-ı Hakk'ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh ben sana kıyam etmem, der.

Bunun üzerine Bedîüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahîm neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.

Fakat Bediüzzaman:

- Bunların i'dam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir, deyip kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermez.

Nihayet i'damına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister; vazife-i diniyesini ifadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek, Bedîüzzaman'dan özür dileyip:

- "O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz." diyerek verilen i'dam hükmünü geri aldırır.» (Tarihçe-i Hayat, s. 114 - 115)

Dikkat çekici diğer hâdiselere de temas eden Durmuş, konuşmasını devam ettirdi;

«Batum yoluyla Van'a giderken Tiflis'e uğrar. Tiflis'te, Şeyh San'an Tepesi'ne çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:

-Niye böyle dikkat ediyorsun?

Bediüzzaman der: Medresemin plânını yapıyorum.

O der: Nerelisin?

Bediüzzaman:

- Bitlisliyim.

Rus polisi: Bu Tiflis'tir!

Bediüzzaman: Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.

Rus polisi: Ne demek?

Bediüzzaman:

-Asya'da âlem-i İslâm'da üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.

Rus polisi: Heyhat! Şaşarım senin ümidine.

Bediüzzaman: Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.

Rus polisi: İslâm parça parça olmuş?

Bediüzzaman:

-Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm'ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâm'ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm'ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir...

Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet'in bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev'-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.» (Tarihçe-i Hayat, s. 78 - 79)

İKİ MİLYARLIK TÜM MÜSLÜMANLARIN İÇİNDE OLDUĞU BİR CEMİYETE DÂHİLİZ!

«Evet biz bir cem'iyetiz ve öyle bir cem'iyetimiz var ki; her asırda üç yüz elli milyon dâhil mensubları var. Ve her gün beş defa namazla o mukaddes cem'iyetin prensiplerine kemal-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar.

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ

kudsî proğramıyla birbirinin yardımına -dualarıyla ve manevî kazançlarıyla- koşuyorlar. İşte biz bu mukaddes ve muazzam cem'iyetin efradındanız. Ve hususî vazifemiz de, Kur'anın imanî hakikatlarını tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi i'dam-ı ebedîden ve daimî ve berzahî haps-i münferidden kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cem'iyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız olan cem'iyetçilik gibi asılsız ve manasız gizli cem'iyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmiyoruz. Ve dört mahkeme inceden inceye tedkikten sonra o cihette bize beraet vermişler.» (Şualar, s. 380)

whatsapp-image-2025-03-21-at-16-36-45.jpeg

KUR'ÂN'IN DÖRT MAKSADI

«Kur'andaki anasır-ı esasiye ve Kur'anın takib ettiği maksadlar; tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür.» (İşârâtü'l-İ'caz, s. 12)

Kur'ân'ın dört ana maksadını Risale-i Nur eserlerinin de takip ettiğini ve hep bu meseleler üzerinde durduğu hakkında kısaca izahlarda bulunan Durmuş, Risale-i Nur'un Sünnet-i Seniyyeye verdiği kıymet ve Ehl-i Sünnet hassasiyetinden bahsetti;

RİSALE-İ NUR VE SÜNNET-İ SENİYYE

«Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen ve herbir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faideli görmek istersen ve âdetini ibadete ve gafletini huzura kalb etmeyi seversen, Sünnet-i Seniyeye ittiba et.» (Sözler, s. 362)

«...muhakkikîn-i evliya, Sa'dî-i Şirazî'nin bu düsturunda ittifak etmişler:

مُحَالَسْتْ سَعْدٖى بَرَاهِ صَفَا ٭ ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْ دَرْ پَىِ مُصْطَفٰى

Yani: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen muhaldir ki; hakikî envâr-ı hakikata vâsıl olabilsin. Bu mes'elenin sırrı şudur ki: Madem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü'l-Enbiya'dır ve umum nev'-i beşer namına muhatab-ı İlahîdir; elbette nev'-i beşer, onun caddesi haricinde gidemez ve bayrağı altında bulunmak zarurîdir.» (Mektubat, s. 452)

«Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı Sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir.» (Lem'alar, s. 59)

«Sünnet-i Seniye, saadet-i dâreynin temel taşıdır ve kemalâtın madeni ve menbaıdır.» (Lem'alar, s. 56)

«Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat'iyyen anlar ki: Edebin enva'ını, Cenâb-ı Hak habibinde cem' etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyesini terkeden, edebi terk eder.» (Lem'alar, s. 54)

«Velayet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini; Sünnet-i Seniyeye ittiba'dır.» (Mektubat, s. 450)

«Çok Sözlerde isbat edildiği gibi ve İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî gibi muhakkikîn-i ehl-i tarîkat derler ki: "Bir tek Sünnet-i Seniyeye ittiba' noktasında hasıl olan makbuliyet, yüz âdâb ve nevafil-i hususiyeden gelemez. Bir farz, bin Sünnete müreccah olduğu gibi; bir Sünnet-i Seniye dahi, bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır." demişler.» (Mektubat, s. 454)

«Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes'elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın!» (Lem'alar, s. 54)

«Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resûl-i Ekrem'in (asm) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Herbir sünnet veya bir hadd-i şer'î, zulmetli dalalet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda insan, zerre-miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse; şeytanlara mel'ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır.

Ve keza o sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semaya çıkmak hamakatında bulunan Firavun gibi bir firavun olur...» (Mesnevi-i Nuriye, s. 77)

«Ey ehl-i iman! Bu müdhiş düşmanlarınıza karşı zırhınız: Kur'ân tezgâhında yapılan takvadır. Ve siperiniz, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Sünnet-i Seniyesidir. Ve silâhınız, istiaze ve istiğfar ve hıfz-ı İlahiyeye ilticadır.» (Lem'alar, s. 72)

«Evet Cenâb-ı Hakk'a iman eden, elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâ-şübhe Habibullah'ın gösterdiği ve takib ettiği yoldur.» (Lem'alar, s. 52 - 53)

RİSALE-İ NUR VE EHL-İ SÜNNET

«Ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ü cinnînin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın muhkemat kal'asına gir ve Sünnet-i Seniyeyi rehber yap, selâmeti bul!..» (Lem'alar, s. 78)

«İşin asıl hayret veren noktası; birçok ulemânın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzuları, gayet açık bir şekilde ve en kat'î bir surette hallettiği gibi, en girdablı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in tuttuğu nurlu yolu takib ederek sahil-i selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır.» (Tarihçe-i Hayat, s. 17)

«Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur'âniyeyi ve imaniyeyi istikamet dairesinde hüve hüvesine Sünnet-i Seniyeye ittiba' ederek muhafaza etmişler.» (Mektubat, s. 342)

BEDİÜZZAMAN'IN DÂVÂSI

Atilla Durmuş konuşmasının devamında Üstâd Bediüzzaman'ın dâvâsı, maksadı, hedefi, programı ve gayesi üzerinde durdu;

Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam’ın şu hadîs-i şerîflerinde işaret ettiği hâle mazhar idi: “Benimle sizin durumunuzun örneği ateş yakan bir adamın örneğine benzer. Pervane ve kelebekler ateşe düşmeye başlayınca adam onları engellemeye çalışır. Ben de sizi kuşağınızdan tutup ateşten korumaya çalışıyorum ama siz elimden kaçıp gidiyorsunuz.” (Müslîm, Fedâil, 19)

Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz’den bu dersi alan Bediüzzaman ise şöyle der: “Bana ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler!” (Tarihçe-i Hayat, s. 629)

BEDİÜZZAMAN'IN MAKSADI, HEDEFİ VE PROGRAMI

Fahr-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’in “Kim hidayete çağrıda bulunursa, kendisine tabi olanların sevapları kadar ona sevap verilecek ve tabi olanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmeyecektir” (İbn Mâce, Sünnet, 14) ve “Allah’a yemin ederim ki, senin irşadınla Allah’ın bir tek kişiye hidayet vermesi, senin kırmızı develere sahip olmandan” (Buhârî, Meğâzî, 39) -bir başka vesile ile ifade buyurdukları gibi- “üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha kıymetli ve daha hayırlıdır.” (Hudarî, Nuru’l-Yakîn, s. 255) hadîs-i şerîflerinde de ifade edilen en mühim mesele olan “hidayete vesile olmak” ve “iman kurtarmak meselesi”, Bediüzzaman’ın ana maksatlarından idi.

Nitekim Bediüzzaman, “Maksadımız; imanımızı kurtarmaktır, îmana hizmettir, Kur’ân’a hizmettir.” (İşârâtü’l-İ’caz, s. 228) hakikatini bu hadis-i şeriflerden ders almıştır.

Bediüzzaman “hedef ve programı”nın ne olduğunu ise şu şekilde dile getirmiştir; “Hedefimiz ve programımız evvelâ kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebedîden ve daimî, berzahî haps-i münferiden kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhaya vesile olan zındıkaya karşı Risale-i Nur’un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhafazadır.” (Tarihçe-i Hayat, s. 560)

BEDİÜZZAMAN'IN GÂYESİ

Gâyesinin ne olduğunu şu şekilde dile getirir: “Bir tek gayem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna girmek istiyorum, bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki Bolşevikler olsun! Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız. El birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim.” (Şuâlar, s. 498)

Ne muazzam bir îman! Ne kutlu bir dâvâ! Ne mübârek bir gaye! Evet, hayatının gâyesi buydu. “…gençleri ve Müslümanları îmana davet ediyorum” (Şuâlar, s. 497) sözü bize “Yâ eyyuhellezîne âmenû âminû…” diye başlayan “Ey îman edenler!… îman edin.” (Nîsa Sûresi, 136) meâlindeki âyeti hâtıra getiriyor. Yani o îmanın hakkını vererek, sebat ile hakkıyla iman etmemiz belirtiyor.

BEDİÜZZAMAN, VAN VE MEDRESETÜ'Z-ZEHRA

Konferans'ın Van'da düzenlenmesi hasebiyle, Bediüzzaman'ın Van'a verdiği kıymet ile kurulmasını istediği "Medresetü'z-Zehra" hakkında konuşan Durmuş, şunları söyledi;

«Yirmi sene Van'da geçirdiğim hayat-ı ilmiye.. benim için Van çok kıymetdardır. Lillahilhamd sizler o kıymettarlığı gösterdiniz. Ve Van'a karşı şedit hissiyatıma tam mukabele ediyorsunuz.»

(Barla Lâhikası, s. 121)

Van için "şirin vatanım" ifadesini kullanmıştır. (Bkz. Lem'alar, s. 248)

«Anadolu'daki ehl-i mekteb ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilayat-ı şarkıyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan'ın ortasında Medresetü'z-Zehra mânâsında, Câmiü'l-Ezher üslûbunda bir dârü'l-fünûn; hem mekteb, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur'un hakaikına çalıştığım gibi, ona da çalışmışım.»

(Emirdağ Lâhikası 2, s. 224)

Kurulacak Medresetü'z-Zehra için şöyle demiştir;

«Fünûn-u cedideyi, ulûm-u medâris ile mezc ve derc.. ve Lisan-ı Arabî vâcib, Kürdî caiz, Türkî lâzım kılmak.» (Münâzarât, s. 85)

Din ilimleri ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı zü'l-cenâheyn (iki kanatlı) bir proje;

«Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenâh ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.» (Münâzarât, s. 86)

RİSALE-İ NUR ESERLERİNİN KIYMET VE EHEMMİYETİ

Risale-i Nur eserlerinden bazılarının kıymet ve ehemmiyeti hakkındaki anektodları ifade eden Atilla Durmuş, şunları söyledi;

İkinci Şua;

«Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünkü, içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşâallah.»

(Şualar, s. 5)

Otuz Üç Pencere (Otuz Üçüncü Söz);

«Şu Otuz Üç Pencereli olan Otuz Üçüncü Mektub, imanı olmayanı inşâallah imana getirir. İmanı zaîf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlettirir. İmanı geniş olana bütün kemalât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir; daha nurani, daha parlak manzaraları açar.»

(Sözler, s. 690)

Âyetü'l-Kübra Risalesi (Yedinci Şua);

«Sarsılmaz bir iman isteyen ve dinsiz anarşistliğe karşı kırılmaz bir kılınç arayanlar, Âyetü'l-Kübra'ya müracaat etsinler.»

(Şualar, s. 599)

Haşir Risalesi (Onuncu Söz) ve Yirmi Dokuzuncu Söz (Ruhun Ölümsüzlüğü, Melekler ve Öldükten Sonra Dirilme Mevzûsuna Dâir Risale);

«Eğer haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi kat'î bir surette anlamak istersen; haşre dair Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söz'e dikkat ile bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok.»

(Sözler, s. 113)

«Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir sûrette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur'âniye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, "Akıl buna yol bulamaz!" demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zâtın dehâsıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.»

(Mektubat, s. 372)

Kader Risalesi (Yirmi Altıncı Söz);

«Sırr-ı Kader ve cüz'-i ihtiyarînin halli için, koca Sa'd-ı Taftazanî gibi bir allâme; kırk-elli sahifede, meşhur Mukaddemat-ı İsna Aşer namıyla Telvih nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesaili, kadere dair olan Yirmi Altıncı Söz'de, İkinci Mebhasın iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa nedir?»

(Mektubat, s. 372)

DİYANET'İN BASMIŞ OLDUĞU RİSALE-İ NUR ESERLERİ

En son olarak Durmuş, Diyanet'in basmış olduğu Risaleleri gösterdi.

«Haricî dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri neşretmek, Diyanet Riyaseti'nin vazifesidir.»

(Emirdağ Lâhikası 2, s. 10)

Üstâd Bediüzzaman «Afyon Milletvekili Gazi Yiğitbaşı Bey'e hitaben bir mektup yazıp verdi. Ayrıca da "Git, onları tebrik et, Ezan-ı Muhammedi’yi serbest bırakmakla büyük bir kuvvet kazandıkları gibi, Risale-i Nurlar'ın neşrine ve Ayasofya’nın açılmasına çalışsınlar.’ demişti.»

(Nakleden: Bayram Yüksel, Son Şahitler, c. 3)

Bediüzzaman, Risale-i Nur eserlerinin devlet tarafından Diyanet eliyle basılıp neşredilmesini istemiştir.

Diyanet İşleri tarafından İşârâtü'l-İ'câz eseri ilk defa basılarak ilk adım atılıyor. Daha sonra da Mesnevi-i Nuriye, Sözler, Mektubat ve en son olarak da Asâ-yı Mûsa eseri basıldı. Ek olarak küçük boy kitaplardan Küçük Sözler, İhlâs Risalesi, Uhuvvet Risalesi, Hastalar Risalesi, Ramazan İktisâd Şükür Risaleleri de Diyanet tarafından basıldı.

İSLÂM DİNİNE HİZMET EDEN HERKES BEDİÜZZAMAN VE TALEBELERİNE VEFA BORÇLUDUR!

Atilla Durmuş'un ardından konuşmaya Abdulkadir Çelebioğlu devam etti. Çelebioğlu "İslâm dinine hizmet eden herkesin Bediüzzaman ve talebelerine vefa borçlu" olduğunu ifade edip şunları söyledi;

Osman Yüksel Serdengeçti'nin "Said Nur ve Talebeleri" yazısında ifade ettiği gibi;

«Şimdi Türkiye'de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve Talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırtısı, nutku, alayişi, nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, imanlı, inanlı kalabalığıdır.» (Tarihçe-i Hayat, s. 632)

Cenâb-ı Hak bizleri de kendini bu büyük İslâm dâvâsına veren şuurlu, imanlı, inanlı kalabalığa dahil eylesin.

Aynı yazının baş kısmında geçtiği üzere;

«Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış! Yalnız bir adam var. O ayakta...» (Tarihçe-i Hayat, s. 631)

O yüzden bunu net şekilde ifade edebiliriz ki; Bugün İslâmî faaliyetlerde bulunan herkes, o zor dönemlerde Kur'ân ve İman için hayatlarını fedâ eden Bediüzzaman ve Talebelerine minnet borçludur. Bu minnet borcumuzu Kur'ân ve İman hakikatleri olan dinsizlikle mücahede eden, Kur'ân-ı Hakîm'in bu asrın fehmine dersi olan Risale-i Nur eserlerini okuyup anlayıp hayatımıza tatbik edip başkalara da vesile olmaya çalışarak ödemeye gayret etmeliyiz.

TÜM HAYATI İSLÂM DÂVÂSI YOLUNDA GEÇEN BİR İSLÂM MÜCAHİDİ: BEDİÜZZAMAN

Çelebioğlu, Bediüzzaman'ın Eşref Edip Fergan'a mülakat esnasında söylediği sözlerden nakillerde bulundu;

«Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cem'iyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harblerde bir câni gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men'edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım.» (Tarihçe-i Hayat, s. 629)

«Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin -adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade- imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah'a bin kere hamdolsun.» (Tarihçe-i Hayat, s. 629 - 630)

«Kur'ân'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet'i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.» (Tarihçe-i Hayat, s. 630)

Bu ifadeler "büyüklere göre fedakârlığın ölçüsünün de büyük" olduğunu gösteriyor.

Hulefâ-yı Raşidîn'in birincisi olan Hz. Ebû Bekir (ra) şöyle ifade ediyor, âlî merhamet ve fedakârlığını; "Cehennemde vücûdum büyüsün, tâ ehl-i imana yer kalmasın." (Şemseddin Sivasî, Cihar-ı Yar-ı Güzin, s. 25)

İslâm Tarihinde Ebû Osman Hîrî'nin de benzer bir ifadesi şu şekilde olmuştur;

"Eğer Ümmet-i Muhammed’in âsileri yerine beni cehenneme koysalar razıyım. Tâ ki onlar kurtulsun!" (Safî, Reşehat: Hayat Pınarından Can Damlaları, s. 511)

Üstâd Bediüzzaman'ın, "Ben cem'iyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu." (Tarihçe-i Hayat, s. 630) ifadesi hâşâ Cennet nimetlerini ve Cehennem azabını tahfif değildir. Aksine tam bir i̇hlâs örneğidir. Yalnız rıza-yı İlâhî'yi esas alarak bundan başka bir gaye edinmediğinin sâfî bir ifadesidir.

Aynı mânâyı asırlar önce Yunus Emre de şöyle ifade etmişti;

"Cennet Cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri

İsteyene ver sen anı, bana seni gerek seni" (Yunus Emre, 'Bana Seni Gerek Seni' Şiiri)

Bu ifadeleri ile Yunus Emre, Cenneti küçümsemiyor. Aksine amacının Cennet olmadığını ifade ediyor. "Zâten ibadet, Cennet'e girmek ve Cehennem'den kurtulmak için kılınmaz; bozulur. Belki rıza-yı İlahî ve emr-i Rabbanî için yapılır." (Emirdağ Lâhikası 2, s. 152)

Necip Fazıl merhumun "O Erler Ki" şiirinde ifade ettiği gibi;

"Ne cennet tasası ve ne cehennem;

Sadece Allah'ın rızasındalar." (Necip Fazıl Kısakürek, 'O Erler Ki' Şiiri)

whatsapp-image-2025-03-21-at-16-37-26.jpeg

MEŞHURLARIN GÖZÜNDEN BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR

Son olarak Abdulkadir Çelebioğlu, meşhur kimselerin Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkındaki sözlerini aktardı;

Ömer Nasuhi Bilmen Hoca;

"Cenâb-ı Hak bu millet-i İslâmiyeyi sahipsiz bırakmamıştır. Her asırda büyük müçtehidler, mücedditler ve mürşidler göndermiştir. Bediüzzaman da o zâtlardan birisidir. O, cebir ve kuvvetin, zulüm ve tahakkümün hükümferma olduğu bu devirde gönderilmiştir.”

(Mehmed Kırkıncı, Hayatım-Hatıralarım, s. 218)

Ömer Nasuhi Bilmen Hoca;

"Bediüzzaman Hazretleri tarihte hiçbir din âliminin karşılaşmadığı zorluklara maruz kalmış, hizmetini çok ağır şartlar altında, kemal-i sabır ve tahammülle yürütmüş ve biiznillah muvaffak olmuştur. Çünkü O; dâvâsını şiddete değil, ilim ve hikmete bina eyledi, irşad ve ikna metodunu ihtiyar etti. Bu bakımdan muarızları onun önüne çıkıp davasını engelleyemediler. Din-i İslâm'ın teâli ve terakkisi için fedakârane hizmet eden böyle bir zâtı Allahu Teâlâ Hazretleri her vecihle tevfik ve inayetine mazhar eder ve elbette onu muzaffer yapar."

(Mehmed Kırkıncı, Hayatım-Hatıralarım, s. 218-219)

İsmail Çetin Hoca;

"Mutemed âlimlerin ittifakıyla Bediüzzaman müceddiddir. Tevhid ilminde bu vazifeyi görmüştür. Allahu Teala bu vazifeyi ona yüklemiştir. O da ifâ etmiştir."

(Ahmed Mücteba Çetin, Şimdi; Hayatım, Hicretim, Dilara Basımevi, Isparta, 2020, 1. Baskı)

İsmail Çetin Hoca ;

"[Üstâd Bediüzzaman] Asrındaki muhataplarına usandırmaksızın , küstürmeksizin yol göstermiştir. Seleflerinden hiç kimseyi inkar etmemiş, küçük görmemiş ve hiçbirine ters düşmemiştir."

(Ahmed Mücteba Çetin, Şimdi; Hayatım, Hicretim, Dilara Basımevi, Isparta, 2020, 1. Baskı)

Cemil Meriç, "Risale-i Nur Külliyatı'nın dilini ve üslûbunu nasıl buluyorsunuz?" sorusuna şöyle cevap vermiştir;

"Her eser kendi diliyle doğar, Risale-i Nur'un dili Kur'ânî ve İslâmî bir lisandır." (Son Şahitler - 6, s. 210)

Cemil Meriç;

"Risale-i Nur milletimize Rabbanî bir iltifattır.

Risale-i Nur'un bizim ülkemizde çıkması Allah'ın bir nimetidir.

Risale-i Nurlar haysiyetimizin bir müdafaasıdır.

İslâm dünyasında ihraz etmiş bulunduğumuz mevki-i bülendin hakkı olduğunu ispat eden bir hüccettir. Yani Risale-i Nur, bizim namusumuzu kurtarıyor."

(Son Şahitler - 6, s. 210 - 211)

Elmalılı M. Hamdi Yazır;

"Bediüzzaman berrak sular gibi temiz bir vicdana, çok güzel bir ruha sahip bir zât idi. İstanbul'un âlimlerinin gözü öyle bir âlim görmemiştir."

(Mehmed Kırkıncı, Hayatım-Hatıralarım, s. 26)

Mehmed Âkif Ersoy;

"Bediüzzaman'ın konuştuğu yerde bize ancak sükût düşer."

(Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. 2, s. 906)

Mehmed Âkif Ersoy;

"Dârü'l-Hikmette iken, Bediüzzaman söze başladı mıydı, biz hayran hayran onu dinlerdik."

(Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. 2, s. 906)

«Büyük şâirimiz, edebiyatımızın medar-ı iftiharı merhum Mehmed Âkif, bir üdebâ meclisinde, "Viktor Hügo'lar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bedîüzzaman'ın bir talebesi olabilirler." demiştir.»

(Sözler, Konferans, s. 764)

whatsapp-image-2025-03-21-at-16-38-15.jpeg

Bunları ifade ettikten sonra "Önümüzdeki yıl da ilk 3'e girene Kur'ân-ı Kerîm ve Külliyat hediyemizin olacağı bir yarışma düşünüyoruz. Şimdiden bunu da belirtmiş olalım." deyip "Ödüllü Düşünce Yazısı Yarışması"nda ilk 5'e girenlere ödülleri takdim edildi.

Ödül takdimi sonrasında da "İttihâd-ı İslâm Derlemesi", "RN Okuma ve Anlama Usûlleri" kitabı ile çeşitli İslâmî meselelere dâir broşürler katılımcılara verildi.

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.