Yağmurdan Mektup Var

Gökyüzü yeryüzü sahnesinde oyununa başlıyor. Gök gürültüsü eğrilmiş pamuk gibi bulutların ardından göz kırpıyor. Gökteki sesler yerdeki seslere karışıyor.

Yağmur yağmaya başlıyor. Sırtında birer melek taşıyan damlalar, kalbini hakikate açmış insanların içlerine akmaya başlıyor. Kainata ‘yağmur insan’ olarak gönderilen kişi, asırlar önce kaleme aldığı mektubunu göğün menzillerinden yerin menzillerine bırakıyor.

Su dolu leğenin içine düşen küpenin etrafında dalgalar oluştuktan sonra daire daire leğenin en küt yerlerine vurması gibi göklerden gelen haber yeryüzüne ulam ulam yayılıyor, insanların kıyılarına vuruyor. İnsanlar korku içinde gözlerini yumuyor, kulaklarına kül bastırıyor, kıyılarına dalgakıranlar kurmaya çalışıyor.

İnsanların bazısı kendilerine bela gelir endişesiyle kıyılarına dalgakıranlar kurmaya çalışırken, diğer bazıları da kötülük gelir korkusuyla bir kısım iyi insanların kıyılarına dalgakıranlar kuruyor.

Barla öyle dalgalı bir deniz ki kıyılarına birileri dalgakıran kurmaya çalışarak onu sürgünlerden sürgünlere, hapislerden hapislere gönderiyor. Barla hayatından memnun. Barla sürgünlerden, hapislerden memnun.

Yine de kendini mutlak hapiste tutturup, insanlarla görüşmeden mahrum etmeye çalışan,  kendisiyle bir devletmiş gibi uğraşan bir gözü kör adamı ve onun sağır adamlarını düşünmeden edemiyor.

Yağmur yağıyor. Yağmuru seyretmek için pencereye doğru yollanıyor. İki katlı ahşap evin eski penceresinden yağmuru seyrediyor. Karşıda polis karakolu var.

Herkes yağmursa yağmura, güneşse güneşe bakarken, karakoldaki memurlar hep Barla’ya bakıyor. Barla’nın pencereye çıktığını fark eden bir memur karakoldan çıkıyor. Şakır şakır yağan yağmur onu engelliyor, geri dönüyor.

Barla yağmuru seyrederken pervazlara tutunmuş mektuba benzer düzgün katlanmış bir kağıt gözüne ilişiyor.

Nem tutmuş pencereyi güçlükle açıyor.  Kağıda uzanıyor. Alıyor. Bakıyor. Bir kağıt değil bu, bir zarf. Yer yer lekelenmiş deri kaplı bir zarf. Üzerinde ismi yazıyor. Meraklanıyor. Zarfı açıyor. Kainatın sayfaları önüne açılıyor. Okuyor, okuyor, okuyor. ‘Anladım. Gideceğim…’, diyor.

Yağmur hızlanıyor, yavaş yavaş seller oluşuyor.  Nedendir seller büyümeden yağmur niyetini bozup diniyor. Barla bir yağmur; diniyor. Barla bir insan; susuyor.

Mektubun ‘git’, dediği yere gitmek üzere ayaklanıyor. Mutfağı doğru ilerlerken mektubu da göğüs cebine koyuyor. Eline küçük sepetini alıyor, bir ufak çaydanlık, bir bardak, biraz çay, biraz  kuru ekmek koyuyor. Bu onun kısa bir seyahat öncesi son hazırlığıdır.

Her zamankinden farklı olarak bu sefer Hafız Ali’nin Gül Fabrikasından getirdiği gül tohumlarından bir avuç gül tohumu da alıyor yanına.

Dünyasını omuzlayarak, kapıyı çekiyor. Dünyaya kapısını kapatıyor. Dünyadan yüz çeviriyor. Şehirden sakin adımlarla uzaklaşmaya başlıyor. Dünyadan uzaklaşmaya başlıyor.

Kılık kıyafet kanuna muhalefet ederek rejim karşıtlığı yaptığı iddia edilen Barla yine aynı kıyafetlerle insanların ve eşyaların arasından çekilerek, dağlara doğru yürümeye başlıyor. Yürüyor, yürüyor, asırlarca yürüyor.

Yaşlı bir gemi gibi yağmur sonrası oluşan bir su birikintisinin önünde demirliyor. Bir zaman  susuyor. Sonra gözleri perde perde yerle gök arasında dönmeye başlıyor.Nesnelerin sağrılarında, eşyanın yüreğinde, kainat bahçesinde, şu su birikintisinde bir sır arıyor.

Suda bir sır arıyor. Su, diyor, yeryüzünün, güneş gökyüzünün gözü. Bu bulanık su bir gözü kör adamın kör bakışlarına nasıl da benziyor.

Emredildiği üzere mektubu bir pusula gibi suyun çatısına seriyor. Mektupta bir yazı göveriyor.

“Yağmur Adam: Onun bir gözü kör olacak, şu Yahudi çocuğu gibi.

Ömer Faruk yerinden fırlıyor: İzin verin, onu öldüreyim.”

Yazı birden kayboluyor. Az sonra mektup da, suda izini kaybettiriyor. Mektubun kaybolduğu yerde önce bir duman, ardından eşeğin üzerinde bir adam zuhur ediyor. Bir eşeğin üzerinden bakıyor dünyaya.

Bu adam mektupta bahsedilen adama çok benziyor. Kısa boylu. Bir elinde kırbaç, diğer elinde kitap var. Başında da bir şapka. Alnında sanki “kafir” yazıyor. Şapkasının altından sarı saçları sarkıyor.Gözleri bulanık mavi renkte.Bir gözü kör.İnsana bir şeyin sadece hep bir tarafını görüyor havası veriyor.

Bakınca insana tedirginlik veriyor. Yüzünde ancak Yahudileşmiş insanlarda  rastlanan bir sinsilik hüküm sürüyor. Eli yer yer delik. Elinden israf ve şatafat kokusu yükseliyor. 5. Şua adlı kitapta bahsedilen adamda ne varsa bu adamda da var.

Barla “Mektupta bahsedilen adam sen olmalısın.” diyor. 

“Evet” diyor kör adam.

“Benim meşrebim Ömeriyyedir. Seninle görülecek bir hesabım var” diyor Barla.

“Ben de zaten bu günü bekliyordum” diyor kör adam sinsice.

Küçük bir su birikintisinde Barla kör gözlü adamla çağların savaşına tutuşuyor.Kah kılıçla, kah kalemle. Kah susarak, kah konuşarak. Kör adam bazen karakoldan yardım istiyor. Barla’ya bazen Kambur ve Ömer adında bir adam yardıma geliyor.

Savaş çağlarca sürüyor. Barla eline  bir taş alıp, suda kaydırıyor. ‘Onun işini bitirdim.’ Taş gide gide kör adamın kör olmayan gözüne saplanıyor. Adamın ikinci gözü de kör oluyor. Ne dünyadan ışık alabiliyor, ne de dünyaya o kör ışığından verebiliyor. Az sonra da ölüyor.

Su  denizler gibi çalkalanıyor, sonra azalıp gidiyor. Barla ‘Onun düşüncesi de böyle azalıp gidecek” diyor. Nihayet kuruyor su. ‘Onun nesli de böyle kuruyacak’ diyor.  Elini uzatıyor, kuruyan yeri sıvazlıyor, sıvazlıyor.

Sonra, suyun tükendiği yerde alabildiğine berrak, olabildiğince temiz bir su kaynamaya başlıyor. Bir damladan derya olacak kadar güçlü. Sanki bu su Dicle’den, Fırat’tan, Nil’den geliyor. Göğsünden gül tohumlarını çıkarıyor, gölleşen suyun avlusuna gömüyor.

Güneş açıyor. Gölcüğün yanındaki kayanın kuru kalan tarafına ateş yakıyor. Çaydanlığı ateşe sürüyor. Çay oluyor. Üç bardak çay içip, toparlanıyor.

Yollara düşüyor. Yağmur tekrar lif lif yağmaya başlıyor. Yolları rüya hızında geçip evine geliyor. Kapısını dünyaya kapatıyor.

Tekrar pencerenin önüne geliyor. Polis karakolunda bir hareketlilik gözlüyor. ‘Demek haber yeni ulaşmış’ diyor. Peşi sıra hızlı hızlı kapı vuruluyor. Kapıyı açıyor.

Polis Memuru tıkanırcasına konuşuyor: ‘Az önce Ankara’dan haber geldi. Reis bey ölmüş. Doktorlar on iki litre su çıkarmışlar içinden.’

Gülümsüyor.

‘Başka diyeceğin var mı?’

‘Var; artık serbestsiniz.’

Yağmur diniyor, gökyüzünün perdeleri sonuna kadar açılıyor. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum