Yanlış yapıyoruz, doğru olduğuna bari direnmiş olmasak!

Her tür ilişkilerde en çok yanılacağımız muhataplarımızın biri de kendimiz. En iyi bilmemiz gereken kendimiz nasıl olur da bir anda bilgisizliğimizin kurbanı oluyor? Kurbanı oluyor; çünkü çoğunlukla olayların merkezinde o vardır, yani biz varız.

Dolaylı ya da dolaysız bizimle ilgili şirazesinden çıkan bir olayı ele alalım. O olayın kökünde biz varız. Mesela; bizi öfkelendirebilecek dozajda bir faktörü düşünelim. İki ihtimal var; ya öfkeye neden olan şey kendimizde vardır ya da yoktur. Yoksa, üzerimize alarak tepkide bulunmamız anlamsız; çünkü tepki göstermekle muhatabımızın etki alanına girmiş, deyim yerindeyse onun tutsağı olmuş, olmadığı halde bizde varmış gibi davranıp belki çok büyük sıkıntıların içine dalmış oluruz. Öfkelenen insanın, hangi şartlarda olursa olsun, hakikatte yenik düştüğünün anlamı budur. Varsa, bu takdirde var olan bir özelliğimiz için kavgaya tutuşmak ne kadar etik olur? Böyle bir durumda en kestirme ve en etik yol teşekkür etmektir; çünkü muhatap bize uygun bir dille olmasa da kendince uyarıda bulunmuştur.

Aklın yolu birdir. Ama çoğunlukla şahit olduğumuz olaylar hiç de akıllıca gitmiyor. Birisinin konuştuğu bir söz ok gibi bize saplanıyor. Bir çığlık atıyoruz. Gururumuz incindi diye tepkide bulunuyoruz, karşı tarafa saldırıyoruz. İşte pek de mantığın işlemediği her iki tarafı yutan trajik bir olay!

Biraz daha tahlil edelim olayı. Akıl ve mantık süzgecinden geçirerek ele aldığımızda, hangi öfkelendirici sebebe bakarsak bakalım, büyütülecek bir şey gibi gözükmüyor. Bizde akıl dururken, aklımızın da önüne geçerek bizi tetikleyen bir tetikleyici var demek. İlle de bu tepkiyi bize göstertiyor. Olay durulduktan sonra, sakin bir şekilde düşündüğümüzde, eğer kolay savuşturmuşsak şayet için için güleriz.  Akıl var, ama akıl etkisiz kalıyor. Bazen dışarıdan gelen uyarılara bin dereden su getirerek “gurur ya da kişilik” gibi bahaneler de buluyoruz.

Garip ki, kendi hayatımız ve çevremiz bu tür örneklerle doludur. Toplum olarak huzursuzluğumuzun sebebi nedir sanıyorsunuz? Hep bu anlamsız sebep ve sonuçlardır. Dünya savaşlarının çoğunda bu anlamsız öfke, mantıksızlık yatmaktadır. Hayvanlarda bile olmayan canavarlık örneklerine küçük bir öfke fitilinin tutuşması yeterli oluyor.

Bunu bireysel bazda da toplumsal bazda da değerlendirebiliriz. Gerçekten dünyayı kana bulayan fitnelerde akıl ve mantık yok. Bir cinayet yüzünden yıllarca hapis yatan insanların itiraf ve pişmanlıkları, sağlam akılla bu gibi işlerin olmadığını ortaya koyuyor. Örnekler o kadar çok ki, daha derin araştırmalara koyulmaya gerek yok.

O demek oluyor ki, birçok davranışlarımızın gerisinde bizi güdüleyen aklımız ve kalbimizden başka güçler var. İşin garibi de bizi bazı şeyleri yapmaya zorlayan bu gücün bizim özümüzün, vicdanımızın olduğunu dikte ederek inandırması. Yapmadığımızda adeta sorumluluk yüklüyor bize. Öylesine bizi teşvik ediyor ve zorluyor ki, en sonunda baskısından kurtulmak için biz de zıvanadan çıkmış oluyoruz. Sonrası malum; pişmanlık ve boyun büküklük…

Nedir bu bizi zorlayan yanımız? İnsan et ve kemikten meydana gelmiyor ki yalnızca! Onun bir iç dünyası var ki, bizi biz yapan bu yanımız işte. İçimiz bile bir olumluluğa ve diğeri olumsuzluğa bizi iten güçleri var. Akıl ve kalp, eğitimleri sonucunda bizi kemalâtın/olgunlukların zirvesine taşır. Eğitimleri söz konusu olmazsa, bu kez tam tersi olur. Akıl, irade, kalp ve vicdan bizde farkında olduğumuz güçler. Onları bir şekilde kendi istidatları doğrultusunda eğitme ve yönlendirme mümkün. Ama bu yeterli olmuyor; bizi etki alanları içine alan başka bir sürü duygularımız var. Çoğumuz bunların farkında değiliz. Onların dayattıkları şeyleri vicdanımızın seslendirdiği gibi ele alma ve değerlendirme yanılgısına da düşeriz. En azından akıl, kalp ve irademizi tanıdığımız kadar bunları ve bunların işlevlerini de tanımamız gerekir ki, hiç olmazsa entelektüel bazda da olsa zararlarından kurtulmuş olalım.

Kaldı ki;  bizim iç dünyamızda olan bu zenginliklerimizin bir kısmı, öyle eğitime de  gelmezler; söz ve iradeyi dinlemeyen duygu türünden latifelerimiz(1) var. Başta nefis/ego gibi sürekli bizi kötülüğe iten, yönlendiren bir güç var. Onu tezkiye/terbiye edebilsek, bazı işlevlerini bir takım duygulara verir de, yine de yapmak istediğini bu yolla yapma fırsatına sahip. Böyle olunca bize düşen her zaman tetikte ve uyanık olmak… Bu yanımızın farkında olmak, sanırım atacağımız ilk adım olsa gerek. Aksi halde, kötü yanımızdan haberimiz olduğu halde, istemeden bile olsa, onun tuzağına her an düşebiliriz. Düşüyoruz nitekim. Kısa soluklu pişmanlıklarımız, içimize akıttığımız gözyaşlarımız bunun en büyük delili.

Elbette bütün duygu ve zenginliklerimizin bir bakımı var; dilersek buna duygu eğitimi de diyebiliriz. Tarikatların yaptığı budur. Çoğunlukla biz, aklımızdan, kalbimizden, ruhumuzdan başlarız bu işe. Böyle yapmada da haklıyız; bu duygularımız bizi biz eden başat değerlerimiz. Elbette akıl öncü kuvvet, sevginin kaynağı olan kalbimiz de diğer duyguların bir kumandanı (2)gibi organize olmalı. Bunu yaparken, içimizin bin bir zenginlikleri olan duygularımızı göz ardı edersek, yukarıda belirttiğimiz gibi şaşma ve kayma ihtimalimiz her zaman gündemde olur. O halde bu duygularımıza da dikkat etmemiz gerekmez mi? Yani iç dünyamızı zaman zaman denetimden geçirmenin çok yararı olmaz mı? Orada neler oluyor diye, şöyle gecenin sessizliğinde pencerede kulak vermek farkındalık açısından yerinde olmaz mı? Gece kılınan “Teheccüd”ün bir anlamı da bu olsa gerek. Gizli gözyaşları bu canavarlaşmış duyguların panzehiridir. Ara sıra gözyaşı akıtmak, içimizdeki virüsleri yıkar ve siler.   

Duyguların işlevleri açısından Risale-i Nur bizim için gerçekten bir büyük hazine. Onları anlamanın yolu, sadece bu yanımızın farkına vararak o amaçla bu parçaları okumak.  Bunu yapmak, aynı zamanda bireyler ve toplumlar arasındaki birliği ve dirliği de sağlar. İnanıyorum ki, birçok ihtilaf noktalarımızın sürekli gündemde olmasının başat nedeni iç dünyamıza yeterince yoğunlaşmamamız. Ne demek benim yolum doğru? Ama benim yolumun doğru olması, başkasının yolunun yanlış olmasını netice vermez ki! Ben haklı isem, muhatabım da en azından benim kadar haklıdır ihtimalini göz önünde bulundurmazsam, her zaman haksızlık yapma ile karşı karşıyayım. Benim yolum doğru ve onun yolu da doğru ise, ikimizin arasında ortak buluşacağımız bir nokta var demek. Bu ortak noktada barış ellerinin buluşması, ancak iç dünyamızın tuzaklarına düşmeden sağlayabiliriz. Bunun için, tuzakları bilmemiz, tanımamız gerekmez mi?

Bediüzzaman,  Hz. Yusuf’ın da şikayet ettiği  “Nefs-i Emare”den(3) en büyük ruh hastalığı olarak söz ettikten sonra, birlik ve dirlik sağlanmasında “Sizlerin kalp ve ruh ve aklınızı ittiham etmem. Risale-i Nur’un verdiği tesire binaen itimat ediyorum.(4)” buyurmakla, akıl, kalp ve ruhun gerisinde bizi yönlendiren bazı faktörlere işaret ediyor. Bu duygular bir şekilde, Risale-i Nur’un sarsılmaz parçalarıyla, bütün itiraz yollarını kapamak suretiyle yeterli düzeye çıkabiliyorlar. Risale-i Nur’un mantık duvarına çarpan her olumsuz olay tesirsiz kalacağı açık. Özümseyerek bu kitapları okuyanların akıl, kalp ve ruhlarının çirkef işler çevirmeyeceklerine Üstad bile kefil oluyor. Ama gerek tarih ve gerekse günümüzde inananlar tarafından işlenen olumsuzluklar var. Bunları bir başkalarının gerçekleştirmediği ise bir gerçektir. İki dindar arasında geçen acıklı bir olayın sorumluluğunu dinsiz birine yüklemenin ya da bir ajana atmanın bir mantığı yok. Ama acıklı olaylar oluyor. Öyle bir olay ki, her iki tarafın sahip olduğu iman düzeyiyle asla bağdaşmıyor. İnsan, ister istemez “bu olay nasıl oluyor?” diyor.

Asrın adamı olarak Bediüzzaman “Fakat nefis ve heva ve his ve vehim bazen aldatıyorlar(ae).” diyor. Bu tür olayların sorumlusu yine kendimizi gösteriyor. Sakin düşündüğümüzde, gerçekten aksi giden işler yok. İç dünyamızdaki bu akıl tanımaz duygular işin içine girince, ateş koru haline geliyoruz, yıllarca başımızın tacı kabul ettiğimiz muhatabımızı yerden yere vuruyoruz. İçimizdeki şirazesinden çıkan, bu zamana kadar asla ilgilenmediğimiz, bir kez olsun bunlar için ağlamadığımız, ne yaptıklarını araştırmadığımız ve tesirlerini gördüğümüz anda frenlemediğimiz bu uyuyan yanımız ve duygularımızdır belaları başımıza yağdıran. Biraz ilerde, devamında Bediüzzaman “Bu şiddet, nefis ve heva ve his ve vehme bakıyor; ihtiyatlı davranınız(ae).” diye bizim dikkatimizi çekmiş olması, o görünmeyen, biraz da zor farkına varılan yanımızın, içimizin ve söz dinlemez duygularımızın varlığına işaret ediyor. Elbette farkında varmak yeterli değil. Onlara karşı alınması gereken önlemler de önemlidir. Sanırım alınacak önlem bir eğitim işini gerektiriyor.

İnanıyorum ki, bu ruhsal eğitimin en şaşmaz temelini Risale-i Nur’un bakış açısı doğrultusundaki açılımlar atacaktır. Her zaman dediğim gibi, bu alanın son derece bakir alan olduğunu yine de tekrarlıyorum. 

Birey olarak, yıkıcı faktörleri sürekli bir şekilde bizim dışımızda aramaya kalkmamız, nefsimizi/egomuzu temize çıkarmak anlamına gelir. Oysa bütün kötülüklerin kaynağı olan nefsimizi dinlemek bizim en büyük yıkım nedenimiz. Bu yıkımı bize çok çeşitli yollardan, üstelik “ben”i inandıran yollardan nefsî çıkarımız yaptırır. Hatta bu yıkımı uzun yıllar da savunuruz, kutsal metinleri de delil olarak gösteririz. Bu ise en azından bir gaflettir; elbette gaflettir, ama hiç olmazsa doğru yaptığımıza direnmiş olmasak.

(1) Nursî, Bediüzzaman Said (2005), Lemalar, s:218, Y.A.N. İstanbul.
(2) Nursî, Bediüzzaman Said (2005), Sözler, s:804, Y.A.N. İstanbul.
(3) Kur’an, Yusuf Suresi/53
(4) Nursî, Bediüzzaman Said (2005), Lemalar, s:401, Y.A.N. İstanbul.

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.