Afife ARTIK
Yarım kalan işler…
Yarım kalmış işler her zaman insanı rencide eder. Başlanıp da bitirilmemiş bir kitap, yarım kalan bir araştırma, tamamlanmamış yazılar, ne zamandır hatırını sormadığımız dostlar… bazen öyle olur ki her şey yarım yamalak gibi hisseder insan.
Peki ama haşir meydanı kurulmadan, Cennet ve Cehennem sakinlerini ağırlamaya başlamadan tamamlandı diyebileceğimiz iş var mıdır? Acaba vefat eden kaç insan işlerini tamamlamıştı? Peygamberler ve hakiki varislerini müstesna tutabiliriz elbette. Bediüzzaman Hazretleri de kaç defa istişare ediyor talebeleri ile “benim vazifem bitmiş midir?” diyerek. Ve vazifesinin itmam olduğuna kanaat getirdiğinde de dostlara kavuşacağı mekana gitmiştir. “Ben buraya ölmeye geldim” diyerek.
Bu müstesna insanlar haricindekiler ise hep bir şeyleri yarım bırakarak göçmüştür bu dünyadan. Oysa daha yapacak ne çok iş vardı…
Bazen de öyle olur ki vefat eden kişi çoğuna göre daha yeni rahat nefes alacaktır ki buna fırsat bulamadan gitmiştir. Dünyası yeni mamur olmuştur ki gidivermiştir. Mesela evini yeni almış ya da sülalecek tatil yapacakları bir yazlığa yeni kavuşmuştur ki gidivermiştir.
Gördüğümüz gibi bu yarım kalan işler daha ziyade dünyaya bakan işlerdir.
Bir de sürekli ötelediğimiz, ertelediğimiz hayırlı işler vardır. Emekli olunca yapacaklarımız, zengin olursak yapacaklarımız, dünya meşgalesinden vakit ayırabildiğimizde yapacaklarımız. Her zaman şu an yaptıklarımızdan çok çok fazladır eğer imkanımız olursa yapacaklarımız. Öyle ya hayır hasenat yapmak çok şartlara bağlı bir iştir. Param olmadan yardım edemem, zamanım olmadan hayır işerinde çalışamam ve saire ve saire…
İyi de şu an ölüm gelse ne diyeceğim? “ Ya Azrail! Lütfen şu projelerimi hayata geçireyim de sonra gel”. Ya da mizan kurulduğunda “lütfen şunları da hesaba katalım zira onları yapacaktım ben”
“Ölmeden önce ölünüz” ve “Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz” emr-i Nebevîsini yerine getirmenin önemini anlayabiliyor muyuz? Yoksa kendimizi bırakmışız da Rabbimiz’den haddimizi çok çok aşarak hesap sorar duruma mı düşmüşüz? “neden bana bunu vermedi, neden bu kadar olumsuzluk yaşıyorum, boyum neden kısa, maişetim neden dar, neden gözlerim mavi değil…”
Verilen nimetlerin şükrünü eda edemediğim bir yana bir de hakkım varmış gibi layık olmadığım veya başka hikmetlere binaen verilmeyen nimetler için şekvaya başlamışım. Şekva ise kaderi tenkit etmek manasını taşıyor. Kadere teslim olmuşluğun göstergesi ise teşekkür.
Farkında olmadığımız ne çok nimete mazharız. Şu an seyrettiğim masamdaki çiçeğin yerinde olabilirdim mesela ve karşımda oturanın insan olduğuna şuurum olmazdı o zaman. İnsan olmanın ne demek olduğundan bile habersiz olurdum. Çay içmek ne demek bilmezdim o zaman. Bir çiçeği temaşa etmek ne demek anlamazdım.
Sadece var olmak yani ademden vücuda çıkartılmış olmak öyle muazzam bir nimet ki. İnsanın eli yüzü düzgün olmasa da, ‘özürlü’ gibi acaibül garaib tabirlerle edepsizce tabir ettiğimiz insanlar da olsa insan olarak yaratılmış olmak, bir ruha mazhar kılınmak öyle büyük bir nimet ki.
Hani deriz ya “insan emek vermeden elde ettiklerinin kıymetini bilmez”. Hatta bazen dolmuşların, kamyonların arkasında “miras değil alın teri” yazar. İşte biz bidayette bir karşılık ödemeden, sıkıntı ve zahmet çekmeden bu nimete mazhar kılındık. Fakat hakiki insan olmak için gayret gerekiyor. Sûreten insan kalmaya devam etmemiz sîreten de insan olabildiğimiz anlamına gelmiyor. Hırsla dünyaya saldırdığımda ahlaken bir hayvana, helal haram demeden yediğimde başka bir hayvana, zarar vermekten zevk aldığımda bir başka hayvana benzeyebiliyorum. Allah, Habibine vaad etmiş ki ümmetini hayvana çevirmeyecek. Maddeten mesh yok yani ama manen mesh vaki. Demek sûreten olduğu gibi sîreten de insan olmak ve insan kalmak için gayret gerekiyor ve insan olabilmek için gayret edersem insanlığıma sahip çıkmış olacağım zira insan olabilmek için bedel ödemiş olacağım o zaman.
İnsan kalmak kolay sanat değil elbet. Sabır, şefkat, merhamet, hürmet, uhuvvet, fedakarlık, gayret ve hamiyet gerekiyor. Çizgiden çıkmak ise an meselesi. Bir an hedefini şaşırmak, bir şeytani fısıltıya kapılmak, hak zannederek batılın peşine düşüvermek çok büyük sapmalara neden olabilir. Kazanmak bu kadar gayret ve hamiyet gerektirirken korumak ise daha fazla çaba harcamayı gerekli kılar. Zaman zaman mukabele-i bil misil yapmamak çok ağır bir yük olur. Bazen şefkat dayanılmaz acılara sürükler. Öyle hal olur ki sabır tonlarca yükün altında zayıf bedenin ile direnmek gibidir. Eğer tahammül edilebilirsen bunlar insanî acılardır. İnsanı olgunlaştıran, kemalatına hizmet eden ve nefsin eline düşmekten koruyan acılar.
Bu zamanda ve bu dünyada yaşayan bir mü’minin acı çekmemesi mümkün değildir elbette fakat önemli olan bu acıları kulluk bilinci içinde ve isyansız taşıyabilmek ve dünya üzerindeki tüm canlılar hususen insanlar için üzülebilmek nimetine mazhar olduğumuzun şuuru ile şükredebilmek. Şefkat vasıtası ile tüm mahlukat kadar inbisat edebilir bir ruhumuz olduğunu fark edip mahlukatın zerreleri adedince şükür edebilmek.
Bütün mahlukatı kendi azaları gibi hisseden elbette onları elemi ile elem çeker ama lezzetleri ile de lezzet alır. Dördüncü Şua’nın birinci mertebesi bunu muhteşem izah etmiş. Taa Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın lezzetinden hissedar olmaya kadar işi genişletmiş. Böyle inbisat eden bir ruh bahar çiçeklerinin solmasından yazığı geleceğini de İkinci Şua’da okuyoruz.
Bediüzzaman’ın kainatın zerreleri adedince şükretmesi hayalî bir durum değil, bizzat kainatın zerreleri kadar inbisat edebilmiş olmasının neticesidir.
Biz bunu kendi küçük dünyamızda evladımızın sevinci ile sevinmek, elemi ile elemlenmek ölçücüğü ile anlayabiliriz. Efendimiz’in ümmeti ile olan irtibatı bizim evladımız ile olan irtibatından çok daha kavidir. Allah bildiriyor ki bizim hüzünlenmemiz O’na (asm) ağır geliyor. Asrın imamı olan Bediüzzaman’ın da bu asrın tüm insanları ile irtibatı, Efendimiz’in (asm) ümmeti ile olan irtibatına bir numunedir. Nasıl ki bizim evladımız ile olan irtibatımız dahi buna bir numune. Burada kendimizi Peygamberimiz yerine koymak olmadığı gibi Bediüzzaman’ı da Peygamberimiz Aleyhissalatü Vesselam yerine koymak olmadığı açıktır.
Ümmetinin yaşadığı bütün numunelerin membaı ve kaynağı Efendimiz’in maddi ve manevi hayatında vardır. Evlat acısı, eş acısı, ana baba acısı, en yakını tarafından kabul edilmemek, yardım etmek istedikleri tarafından taşlanmak, vatanından sürgün edilmek, gurbet, hastalık ve bunun gibi zahiren menfi olanlar ve miraç, Allah’a kurbiyet (daha doğrusu akrebiyet), dua, münacaat, namaz, oruç, hac, kuvvet-i iman, hamiyet, seceya-yı âliye ve daha sayamayacağımız, kelamata ait bütün haller hayatında görülüyor.
Şimdi başa dönelim ve yarım kalan işlerimizin hangileri hakikaten iş, hangileri asıl işimden beni alıkoyan meşgaleler bir daha bakalım. Canım boğazıma dayandığında “eyvah” dedirtecek neler var bir hesap kitap yapmaya çalışalım. Çalışalım ki can boğaza dayandığında iç yangını ile “EYVAH” demeyelim. İlahide ne güzel diyor; “eyvah demeden Allah diyelim” .
Evet acaba neyi yapmasam da gönül ferahlığı ile ölebilirim? İşte bunları yapmayı bırakabiliriz belki. O zaman bir türlü hayırlı işlere vaktim kalmıyor demeyiz belki. Soruyu tersinden de sorabiliriz:
“neyi yapmazsam rahat ölemeyeceğim” son anda “eyvah şunları şunları da yapmamıştım” da dememek için neleri yapmam gerek.
Ne kadar yaşayacağımız ve nasıl yaşayacağımız bizce meçhul fakat ölümümüz kesin o halde şüpheli olanı bırakıp kesin olanı öncelemeliyiz. Bırakmak derken zaten kimsenin dünyasını bütün bütün terk edeceği yok, sakın dünyanızı ihmal etmeyin telkininin her yerden almaktayız. Galiba “ahiretinizi terk etmeyin” düşüncesine daha çok ihtiyacımız var.
Bunlarla beraber, havf ve reca dengesini gözden kaçırmamamız lazım. Ne kadar hayırlı işler yaparsak yapalım kendimizden emin olamayacağımız gibi, yapamadıklarımızın çokluğu da bizim Allah’ın Rahmetinden ümit kesmemize sebep olamaz.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.