Habibi Nacar YILMAZ
Yolcu neyi düşünmeli?
Trabzon'da epeyce kalmış, hizmet ehli Raşit Zil abimiz vardı. Zübeyir abi ile de bir müddet kalmış ve okuma yazmayı nurlarla öğrenmiş bu mağfur abimizi "Raşit Abinin El Arabası" adlı bir yazımızda da tanıtmıştık. Raşit abiye ders yapmak denk geldiğinde, özellikle 17.Söz'ü ve 24. Söz'deki İkinci Meyveyi okurdu. Devamlı okuduğundan olacak ki bu bahislerin birçok yerini ezbere naklederdi. Özellikle 17. Söz'deki "vatan-ı aslilerine meyalan" kısmı ile 24.Söz'deki "Cenab-ı Hak, cenneti ve saadet-i ebediyeyi mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder." cümleleri en dikkat çeken kısımlardı.
"Vatan-ı aslî" meselesinde "Yolcu neyini düşünmeli? sorusunu sorup "Yolcu yolunu düşünmeli." cevabından sonra, orada yaratılıp geçici süreyle dünyaya gönderildiği için, asıl vatanımız ve Cenab-ı Allah'ın "ebedî ziyafetgâhı" olan cennetin, âmellerimizle değil, yukarıda ifade edildiği gibi, O'nun bir lütfu olduğuna özellikle dikkat çekerdi.
Gerçekten bu husus birçok cihetten önemli. Nedir önemli olan? Hani sırayla yokken varlığa, varlığın taş, bitki, hayvan mertebelerinde kalmayıp insan mertebesine çıkmamız, özür dilerim çıkarılmamız, nasıl bir ikramla; bizim hiçbir liyakat ve dahlimiz olmadan ihsanla olmuş. Her biri belki cennet değerinde ruh, göz, dil, kulak gibi maddî ve mânevî cihazlarla donatılıp bu dünya hanında aziz bir misafir, zeminin halifesi, Allah'ın muhatabı derecesine çıkarılmışız. Daha da önemlisi, bu dünya çölünde terk edilmemişiz. Buradaki yolculuğumuz bitince, asıl vatanımızda yani "ziyafetgâh-ı ebedî' olan cennette ağırlanacağız. Bizim hangi âmelimiz, tezekkür ve tefekkürümüz bu kadar nimet, ihsan ve ikramı karşılayabilir, bunlara denk gelebilir? Demek bütün bunlar birer ihsan, ikram, lütuf. Hem de bunlara, yokluk karanlıklarından alınıp bize değer verilerek sahip olmuşuz. Bir de bütün bunlara sahip olduktan sonra, tembelliğine mazaret olarak "Bana mı sordun, beni insan yaratırken?" sorusunu soracak kadar da azgınlaşacağımızı bildiği halde bunları ihsan etmiş.
Peki, bütün bunlar ve cennet ikram ise, bizim bir yolcu olarak yolumuzu, ebedî hayatımızı düşünerek yapıp ettiklerimiz, âmellerimizin bir karşılığı yok mu? Var elbette. İşte bir ikram ve ihsan olarak konulacağımız cennetteki merteben, makamın, keyfiyetin senin elinde arkadaş. Yaptıkların, ettiklerinle o ebedî âlemin ziyafetgâhındaki konforunu, dereceni tespit ve tayin ediyorsun. Yoksa hiçbir gayretin, sadece bir göz nimetinin karşılığı bile olamaz.
Bunu anlamak, âlemimize yerleştirmek, birkaç cihetten önemli demiştik. Niçin önemli? Çünkü mânevî hayatımızı kemirerek, belki de bunun önünde bir duvar gibi durup bizi kemâlattan geri bırakan, âmeline güvenmek yani "ucb hastalığının" temelinde bir tetikleyici olarak bu mânayı anlamamak yatıyor. İnsan hasenat, iyilik adına yaptıklarındaki kendine ait kısmın kıl kadar diyebileceğimiz, sadece yaratılan fiile "şuurla, dua ile, rıza ile" yani bir yönelmekle sahip çıkmak olduğunu yüksek bir şuurla bilmesi, anlaması, âlemine bir fıtrat olarak yerleştirmesi elzem. Yoksa ham kalırız. Hani "Hamdım, piştim, oldum." mânasının 'ham' kısmı var ya onu anlatmak istiyorum.
Risalelerde bazı mektuplarda bir sıfat olarak "pürkusur" kelimesi geçiyor. Bir mektup yazıyor, sonunda imzasını mesela "pürkusur Habip" olarak atıyor. Yani baştan sona, kusurla dolu. Hep kusurları ile kendini sıfatlandırmak hâli bu. İyiliklerini, güzelliklerini görmüyor hiç. Niye görsün ki? Onlar zaten onun zâti malı değil, hissesi de az. Devamlı kusurlarını, eksiklerini, günahlarını, yıkıp döktüklerini, haylazlıklarını, nankörlüklerini, şükürsüzlüklerini, mâlâniyatçılığını, tenperverlik ve tembelliklerini görüyor. Ah, bunları bir görebilsek! Kendi adıma, bu noksanlarımın yüzde birini görsem, yani o cesarette olup kendimi hesaba çekebilsem, bin cana minnet sayarım. Bu kusur ve noksanlarıyla mı ona cennet gibi bir fiyat biçilmiş, "ebedî saadet" gibi bir netice ona armağan edilmiş? Kısa bir hayatın kusurlarla karışık hasenatı, bu fiyata, bu armağana eşdeğer olabilir mi? O zaman bunlardan anlaşılıyor ki "ebedî ziyefetgâh olan cennet ve saadet-i ebediye" insanlık gibi, akıl, ruh, vücut gibi bir ihsan, ikram, karşılıksız hediye.
Başta "Yolcu neyi düşünmeli?"diye sormuştuk, değil mi? Ebediyen kapanmayacak olan kaybını düşünmeli insan evvelâ. Ebediyen kapanmayacak kaybın farkında mıyız arkadaş? Ya da neyin ne kadar farkındayız? Mesele farkındalık değil mi zaten? Yani farkında olamamak... Başta insan oluşumuzun, kusur, acz, fakr ve noksanlık çamurundan yoğrulmuş insanığımızın, bir ömür ihtiyaçlarının peşinde koştuğumuz, fakat çabuk dağılabilen, bozulabilen bir bedene sahip olduğumuzun farkında olamamak...
Geri dönüşü ve denenmesi olmayan bir yolculuk içinde sevk edilişimizin farkında olamamak...
Zahiren çürüyen, ömür saniyelerimizin bize binlerle başak ve sümbülle döneceğinin farkında olamamak...
"Günahlarımızın çirkin yüzü ve ağır yükünün, masiyetin vahşi şeklinin" farkında olamamak...
"Âsi, âciz, gafil, cahil, alîl, zelil, müsi'(itaatsiz), seyyidinden kaçmış oluşumuzun" farkında olamamak...
"Bütün âmellerin suretlerinin alındığı ve yazıldığını farkında olamamak...
Bize asıl vazifemizi unutturan gafletimizin, şükrümüzü unutturan sarhoşluğumuzun farkında olamamak...
Çoğu defa kesrete dalıp dünyanın muhabbetiyle sersem olarak, fanilerin aldatıcı tebessümlerine aldandığımızın farkında olamamak ne hazin.
Evet dostlar, millet-i İbrahim'iyeden değil miyiz? O zaman bir yolcu kısalığındaki dünya hayatımızdan, fanilerden yüzümüzü "Mahbub-u Bâki'ye" çevirmek, bütün bir hayatı içine alan ubudiyetin merdiveni ile kemâlatın arşına çıkıp "bâki bir insan olmak" için her günümüzün "vira bismillah" tazeliği ve heyecanında olması ğereğinin farkında mıyız?
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.