Bediüzzaman yılına hazırlıklı olmalıyız
İlahiyatçı-Yazar İsmail Aksoy’la yaptığımız röportajın ikinci ve son bölümü…
Röportaj: Nurettin Huyut-RisaleHaber
(İsmail Aksoy’la yaptığımız röportajın birinci bölümü için TIKLAYINIZ)
Kırkıncı Hoca Efendi'yle ilgili unutamadığınız bir anı var mı?
Ben İspir'de Müftüyken, Ulu Cami de Erzurum'un kurtuluşuyla alakalı bir program yapılmıştı. O zaman Erzurum'un eski müftülerinden Osman Efendi (Bektaş) gibi büyük zatlar da o programa iştirak etmişlerdi. Siyasiler ve Bakanlar da vardı aynı zamanda. O zaman merhum Ahmet Polat vardı. Mustafa Polat'ın babası... Ahmet Polat Hürsöz Gazetesinin sahibiydi. Biz de zaman zaman orada yazılar yazıyorduk. O zaman Ahmet Polat müftüye söylemiş, Erzurum'un kurtuluş programı Ulu Cami’de yapılacaktı. Ulu Cami Erzurum’da Selçuklu eseridir. Eski bir camiidir. O programda benim vaaz etmemi istemişlerdi, memnuniyetle kabul ettik. Fakat Kırkıncı Hoca Efendinin orada olduğunu bilmiyordum. Ben Erzurum'un kurtuluşuyla alakalı bir konuşma yaptım. Ertesi gün Ahmet Polat bu programı ve konuşmayı gazetede manşetten haber yapmıştı. Üstad’ın cihad ve kahramanlıkla alakalı sözlerinden alıntılar yapmış, hamâsî bir hitâbede bulunmuştum. Bilahare Hocamız bizi tebrik etti. İsim vermeyeyim Kümbet yakınında bir ehl-i tarik zatın oğluyla, halifesiyle karşılaşmıştık. Kendisi o zaman, işte bu Nurcular böyle diyor, böyle yapıyor, şu şekilde bir siyasi kanaate sahipler falan diye nur talebelerini hafife almıştı. Ben de kendisine babasından dolayı hürmet ettiğimi, babasının pek muhterem bir zat olduğunu söylemiştim. Ve arzu ederse kendisiyle bir Müftü olarak değil de, Nur’a intisap etmiş, onun âciz, fakir, günahkar bir talebesi olarak her konuda konuşabileceğimizi, tartışabileceğimizi izah etmiştim. Etrafında müritleri vardı. O müritler de bana neredeyse bir saldırıda bulunmuştu. “Sen bizim efendimizle nasıl böyle cesaretle konuşursun? Onun karşısında böyle bir tavrı nasıl gösterebilirsin?” gibi laflar sarf ettiler. Bu olayı Kırkıncı Hoca duymuş. Ben Hocanın yanına gittim. “Ya İsmail Hoca ne yapmışsın? Falan zatla aranızda böyle bir tartışma geçmiş?” dedi. Dedim: “ Hocam olay böyle böyle oldu, ben de böyle cevap verdim.” bunun üzerine Hoca: “Hay ağzına sağlık. Çok güzel bir cevap vermişsin. Elbette ki doğruyu söylemişsin.” diye iltifatta bulundu.
Yine bir başka hatırası da şöyle: İki kardeşimin de okuduğu İmam-Hatip’te öğretmen olmuştum Diyanetten ayrılınca. Ben o zaman idareciliğe hevesleniyordum. Fıtratım müteheyyiç idi. İmam-Hatip Okuluna müdür olmak istiyordum. Hoca Efendi bu hevesimi sezmiş olacak ki, bir derste öğretmenlere Üstadın ne kadar değer verdiğini anlatmıştı. Konuşma sırasında: “Meselâ ben İsmail Hocanın o okula müdür olmasını istemem. Müdür olursa hizmet edemez. Ama böyle öğretmen olarak çok güzel hizmetleri oluyor.” dedi. Bu şekilde bizi zımnen ikaz etmişti. Evet, İmam Hatip'e müdür olamadık ama bir sene sonra başka bir ortaokula müdür olmuştum. Bilahare idareciliklerimiz devam etti. Hocamızın bu ikazını da aklımızdan hiçbir zaman çıkarmadan hizmetlerimize devam ettik.
MEHMET KIRKINCI, ALEVİLERİ NASIL NAMAZA BAŞLATMIŞTI?
1960 ihtilalini takiben birkaç gün içerisinde Kırkıncı Hoca ile birlikte 7-8 Nur talebesini de alır, Sivas Cezaevine koyarlar. Orada değişik yerlerden insanlar toplatılmıştır. Diyarbakır ve Tunceli'den de Alevileri getirmişler. Nur talebeleriyle birlikte aynı koğuşa koymuşlar. Sonrasını Muhterem Hocamın kendisi şöyle anlatmıştı: “İzzettin Doğan'ın babası Doğan Dede vardı. Çok efendi, çok kibar, ona buna çatması olmayan bir adamdı. Aradan günler geçti, muhabbet ortamı oldu. Biz namaz kılıyoruz. 'Siz de Müslüman, biz de Müslüman. Kılma var kılmama var. Hangisi iyi ise onu yapalım' dedim. 'Ben kılmanın iyi olduğunu anlatayım. Siz de kılmamamın iyi olduğunu anlatın' dedim ve kılmanın farz olduğunu söyledim. Sonra dedim 'Farz edin ki, kılmak farz değildi de öldük, gittik. Bize demezler ki niye kıldınız? diye. Ama kılmazsak tehlike var. Siz nasıl düşünüyorsunuz?' 'Hocam' dediler 'Bizim namazlarımız kılınmıştı, onun için kılmıyoruz.' 'Haa, bak şimdi oldu. Allah kabul etsin' dedim. Birkaç gün sonra 'Yahu' dedim 'geçen gün sordum, dediniz 'bizim namazımız kılınmış. Kılınmış ama kim kılmış?' dedim. 'Hz. Ali' dediler. Başka bir gün de 'Geçen gün keşke sormasaydım' dedim. 'Niye Hocam?' dediler. 'Ben' dedim 'Hz. Ali'yi o kadar çok severdim ki bu Tuncelililerin namazını kıldı da yani Erzurumluların suçu neydi? Ondan dolayı Hz. Ali'ye karşı, böyle kalbimde kırgınlık oldu' dedim. 'Ula insafsızlar' dedim 'bir adam başkasının yerine yemek yiyemez. Başkasının namazını kılmak olur mu? Peki, Hz. Ali uyumasa idi, siz de uyumayacak mıydınız?' Baktım namaza başladılar. Böyle sohbetler etmeye başladık orada.”
6 ay 5 gün hapis yattıktan sonra Erzurum’a gelir Kırkıncı Hocaefendi. Sivas’ta mahkemede cereyan eden hâdiseleri de şöyle anlatmıştı: “Sivas'a gittik, 20-30 gün üzerine Soruşturma Kurulu geldi dediler. Hakim orada sordu 'Kırkıncı Hoca sen misin?' 'Evet' dedim. 'Yahu' dedi 'Nasıl cahil hocasınız? Papazlar iki-üç fakülte bitiriyor. Siz memleketi yıkan, tahrib eden bir Said'in peşinde gidiyorsunuz. Sen Türk müsün, Kürt müsün?' Ben de 'Ben Türk'üm' dedim. Allah Allah. 'Sen kimi kimle kıyas ediyorsun hakim bey' dedim. 'Allah'ı bilen bir hoca ile Allah'ı bilmeyen papazı nasıl bir tutarsın. Senin bu karşındaki hoca var ya' dedim. 'bunu basit bir din adamı gibi göremezsin.' İşte aldığım dersleri fıkıh, mantık saydım. Sonra 'senin dediğin Said başka Said, Şeyh Said... Bu, Bediüzzaman başka. Bediüzzaman'ın yaptıklarını anlattım. Diyarbakır'da Kürt Teali Cemiyeti'ni kuran Abdülkadir Hazretleri'ne karşı çıktığını, şarkta bir Kürt devleti kurmaya çalışan Mehmet Sait Paşa'lara nasıl karşı tutum sergilediğini anlattım. Beraat ettik."
Mehmet Kırkıncı Hocamızın o kadar hatıraları var ki… Bir hâtırası da şöyle cereyan ediyor. 1971 yılında Trabzon'da yaptığı bir sohbet toplantısında yaşadıklarını da şöyle anlatmıştı: "Trabzon'da halktan esnafla ders yapıyoruz. Ortada da dört adam oturuyor. Onları hissettim ki bu cemaatten değiller. Onlardan bir tanesi parmağını kaldırdı 'Bu kadar kuvvet bu Risale-i Nur'da varken' dedi 'böyle niye kaçıyorsunuz? Niye pasif davranıyorsunuz?' Bunun üzerine ben dedim 'Pasif ne demek, misal ver de anlayayım pasif olup olmadığımı.' dedi ki 'Üç gün önce burada komünistlerle dövüştük, onlar bize vurunca, bu arkadaşlar yanımızdan geçtikleri halde bize sahip çıkmadılar.' O zaman Mart’ın sonları idi. Dışarıda fırtına var. 'Bu ses ne dedim?' dediler ki 'Deniz taşa vuruyor, onun sesi geliyor.' Ben de 'Bu Karadeniz'i akıllı bilirdim' dedim. 'kafasını taşa vuruyor... Güneş de gelince böyle vura vura, kıra kıra mı geliyor buraya?' diye sordum. 'Güneş gelince işte buzlar eriyor, nebatat, ekinler canlanıyor...' Bir şey demediler o zaman, sustular."
Hasanoğlan Öğretmen Lisesi müdürlüğümüz sırasında tâ Erzurum’dan gelerek bizi ziyaret lütfunda bulunarak kadirşinaslık örneği vermesi, tarafımızdan unutulmuş değildir.
Allah daha nice bereketli ömürler ve hizmetler nasip eylesin kendisine…
MUSTAFA SUNGURLA OTOBÜSTE YAŞADIKLARIM…
Başka ağabeylerle ilgili hâtıralarınız var mı?
Talebe iken Sungur Ağabey Elazığ'a gelmişti. Ertesi sabah ben Muş'a gidiyordum. O da Bingöl'e gidiyormuş herhalde. Bir baktım tevafuken biz aynı otobüsteyiz, arabadayız. Oturduğu koltuğun yanındaki koltuk benimmiş, oraya oturdum. Yanyana oturmuş olduk böylece… Yola devam ederken, kendisi Cevşen okuyordu, otobüs şoförü de radyoyu açmış... Baktım Sungur ağabey Cevşen'den başını kaldırıp: “Kardeşim! Kapat şu zırıltıyı, yeter!” dedi. Şoför radyoyu kapattı. Sungur Ağabey tekrar Cevşeni açtı, bana döndü: “Not defterin var mı?” dedi. Ben: “Var” dedim. Defteri cebimden çıkardım. Ama defter bu günkü bloknotlar gibi güzel bir defter değil, kağıtlar aynı boyda kesilmiş, bir araya getirilmiş, iğneyle dikilmiş bir defter. Ben ona Hulusi ağabeyin derslerinde vs. falan notlar alıyordum. Orada Süfyanla alakalı Osmanlıca bir cümle yazmıştım. “Bunu kim söyledi?” dedi. “Hulusi ağabey söyledi.” dedim. O da başını salladı. Anladım ki kendisi de bu cümleyi tasdik ediyor.
O defter maalesef daha sonraları kayboldu.
Erzurum Yüksek islâm Enstitüsünü birincilikle bitirdiğimiz için, diğer Yüksek İslâm birincileriyle birlikte bizi ödüllendirmek için Umre ziyaretine götürdüler. Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün koordinatörlüğünde…
Cidde’ye gittiğimizde, ben merhûm Bekir Berk abiyi aradım. Bir Restoran adı vererek orada bekleyeceğini söyledi. Yanımda da Siirtli bir âlimin oğlu vardı, onunla gittik. Ankara’dan selâm götürmüştüm, onu ilettim. Bizi çok candan, samîmî bir mukabele ile karşıladı. Lutufkâr davranışlarda bulundu.
Su şırıltıları arasında yemeklerimizi yerken, bir taraftan da sohbete devam ediyorduk. Çok müşfik, merhâmetkâr, sevimli, mütebessim bir sîmâsı vardı. Kendisini hayran hayran dinliyordum. Yanımdaki arkadaşın siyâsî marazı vardı. Ona o kadar güzel bir uslûpla, ikna edici misallerle açıklamalarda bulundu ki, irşad metodunun güzel prensiplerini âdeta tatbîk eder bir tarz ile muhatabını ikna etmeye çalışıyordu.
Şu bir gerçek ki, ben o şartlarda O Zât-ı mübârekin içindeki hasret fırtınalarını ve yaşadıklarını pek bilmiyordum. Kim bilir, öz vatanına hangi duygularla bakıyor, içinde kopan fırtınaları nasıl dindiriyordu.
Ben sanıyordum ki, Bekir ağabeyin burada bulunması normal şartlarda gerçekleşmiş, Onu buraya sevk eden zahirî sebepler, normal olarak görülüyordu bana göre !..
Yıllar sonra tedavi için Türkiye’ye teşrif ettiklerinde, Keçiörende bir evde kendisini dinlerken, o celalli, hastalığına rağmen iştiyaklı halini unutmak mümkün değil…
Rahmetüllahi aleyhi rahmeten vâsiaten.
Bir de merhûm Bayram Yüksel ağabeyle güzel hatırlarımız var… Ben kısa dönem askerliğimi İsparta’da yaptım. O zaman, ihtilal olmuş, herkes çekiniyordu. Ben Alay camiinde kendi kendimi görevli gibi görerek her Cuma kürsüye çıkıyordum. Çok da ateşli konuşmalar yapıyordum. Alay komutanı jeepte beni hoparlörden dinlemiş, çok beğenmiş, çağırtmış. Gittim, beni tebrik etti ve kim olduğumu, ne yaptığımı sordu. Kendisi de Ofluymuş…
Ondan sonra bizim askerliğimiz, dersler, sohbetlerle geçti.
Bayram abi bunu duymuş. Hafta sonları Dershaneye, Bayram abinin yanına gidiyorduk. Bizi tebrik etti, dua etti.
Şehîden vefat etmesinden bir hafta sonra, Almanya’da kaldığı dershane odasında, bir hafta önce yattığı yatakta yatmış, sabaha kadar uyuyamamıştım.
Rabbim şefâatlerine mazhar eylesin inşâallah…
Daha pek çok hâtıra var ama, şimdilik bu kadar kâfidir sanırım...
Siz Hasanoğlan Lisesinde müdürlük yaptınız...
1980 ihtilalinden dokuz gün evvel gittim. İhtilal koptu başımıza. Tabi orada da çok güzel, çok muazzam hizmetler oldu Rabbimin lutfuyla. İki tane mescit açtık. Kızlara ve erkeklere olmak üzere... Orada Risale-i Nur dersleri ve neşriyat hizmetleri muazzam gelişti. O gün yayınlanan bütün eserlerden, kitaplardan, başta Yavuz Bahadıroğlu'nun romanları olmak üzere beşer adet her birisinden ciltleterek okul kütüphanesine koyduk. Öğrenciler büyük bir rağbet gösterdiler bu kitaplara. Sonra bir ay müfettişler geldi. On tane müfettiş. A dan Z ye denetlediler. Son toplantıda bazı Solcu öğretmenler beni şikayet etti. Hatta solculuktan da öte Ateist bir öğretmen DHKPC'nin temsilcisiymiş. Müfettişe: “Müdür tevhîd-i tedrisat kanununu bu okulda kaldırdı.” dedi. Müfettiş: “Ne yaptı?” diye sordu. “Ezan okutuyor anons odasında. Mescitler açtı.” diye cevapladı.
Yurt da vardı o lisede değil mi?
Evet. Beş yüz elli kız öğrenci, üç yüz civarında da erkek öğrenci kalıyordu yurtta. Türkiye'nin en büyük, en kapsamlı okulu... Bir de tek kanallı dönem TRT de kandil günleri mevlit okutuluyordu. Biz de lokale şerbet, lokum vs. koyuyorduk. Kızlar da başlarını örtüp mevlit dinliyorlardı. Bu sebeple birçok soruşturma geçirdik. Sonra müfettiş o öğretmene: “Öyle mi?” dedi. “Evet. Bir de Nurcuların bütün kitaplarını kütüphaneye koymuş bu müdür, çok kitap okunuyor orada.” dedi. Müfettiş öğretmene. “Siz ne öğretmenisiniz?” diye sordu. O: “Türkçe öğretmeniyim” diye cevap verdi. Bu defa müfettiş: “Siz ne kadar kitap okuttunuz öğrencilerinize?” diye sordu. O zaman Karaca yayınları vardı, Milliyetin. Onlardan birkaç kitap okutmuştu. Onları saydı. Müfettiş: “Bakın bu müdür bu okulda okuma devrimi(!) yapmış. Bu müdür bu kütüphaneye koyduğu bu kitaplar sayesinde 28 bin kitap okunmuş burada. Her kitap aşağı yukarı bütün öğrenciler tarafından okunmuş. Hem de defalarca. Hatta dikkat ettim. Ciltlendikleri halde kitaplar yıpranmış. Tuz gibi yalamışlar. Müdürü seversin veya sevmezsin. Ama müdür burada bir devrim yapmış.” dedi kendi tabiriyle. Cevdet Cengiz... Kendisi de Sosyal Demokrat bir kişiydi, ama hakkı teslim etti. Sonra bizim Bakanlıkta odalarımız yan yanaydı. Konuşuyorduk, tanışıyorduk kendisiyle. Böyle bir hakperestlikte bulundu kendisi. O hocayı da susturdu. Bunlar da tutanağa geçti zaten. Her şey tutanaklıydı...
O dönemde derse gelmeyen öğrenci de yokmuş diye duymuştuk...
Öğrencileri Ankara'ya götürüp getiriyorduk gurup grup. Ulustaki 27 numaralı dershaneye götürüyorduk. Kitap almak için Celal ağabeyin Sadakat Kitabevine gidiyorduk. Onlardan bu gün çok iyi yetişmiş olan Nur talebesi öğrencilerimiz var. Hatta bizim gelinimiz de oradan mezun olmuş, Nurları tanımıştır.
Hatırladığınız başka hatıralar var mı Hasanoğlan Lisesiyle alakalı?
Evet, o kadar çok ki… Hangi birini anlatayım? Meselâ bir defasında okulda kasıtlı olarak bir patlama olmuştu. O zaman örgütlerde çalışan öğretmenler vardı. Kalorifer kazanının vanasını kapatmışlar. Sıkışınca patlama olmuş. Yukarıdaki sınıfın öğrencileri kazan dairesine düştü. Onları bizzat Mahmut Kaplan’la sırtımızda dışarı taşıdık. İki üç öğrencimiz ve bir de işçimiz vefat etti. Onun üzerine çok defalar sorgu geçirdik. Mahkemelik olduk ama takipsizlik kararı verildi. Çünkü bizim bir suçumuz yoktu. Çok yazılar yazmıştık. Bu da bir komploydu zaten. Bu olay üzerine Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam okula geldi. Yani ihtilal sonrası olan şeyler bunlar. Bakan gazetecileri de arkasına takarak gelmiş. “Her tarafı gezmek istiyorum.” deyince bu mescitleri görmek istediğini ben anladım ve Bakanı gezdirmeye ilk mescitlerden başladım. Doğrudan oraya, mescidlere götürdüm... Eski bir matbaaydı burası, orayı mescit yapmışız. Zaten üstünde mermer levhayla yazılı: “Mescit” diye. Bakan: “ Kim açtı?” diye sordu. “Ben açtım Efendim.” diye cevapladım. “Neden gerek gördünüz?” dedi. “Bu okulda yatılı okuyan sekiz yüz elli öğrencimiz var. Gündüzle beraber bin üç yüz öğrenci oluyor. Kırk yedi tane işçimiz var. Seksen beş civarında öğretmenimiz var. Ben bu okulun müdürüyüm. Buradaki dinî ihtiyaçları da karşılamak mecburiyetindeyim. Bu Anayasanın da bir gereğidir. Benim görevim bir müdür olarak, hem de branşım gereği Din Kültürü öğretmeni olarak, bunu yapmak zorundayım” dedim. Mescidin ardından Bakanı yemekhaneye götürdük. Orayı da kontrol etti, denetledi. Orada da bazı şeyler söyledi. Ben de ona cevap verdim. “İzahat istemiyorum.” dedi. “Efendim siz Bakansınız. Siz sormaya, ben de izahat vermeye mecburum.” dedim. Lakin o “Meşruhat istemiyorum” diye askeri bir terim kullanmıştı. “Hayır efendim siz meşrûhat istemeye, ben ise cevap vermeye mecburum.” diye cevaplamıştım. Yaşananlar, onların gözü önünde gerçekleştiği için gazeteciler de gözlemledi, yazdı, çizdi ve gittiler.
Ertesi sabah Hürriyet gazetesiydi sanıyorum: “Bakan okul bastı, Müdür Bakana kafa tuttu” şeklinde manşet atmışlardı. Bakanın bu teftişinin ardından da: “Her şey çok iyi, fakat mescitleri kapatsınlar.” diye rapor hazırlanmış. Biz o konuyu kurula getirdik. Gerekçelerini izah ederek mescitleri kapatamayacağımızı, devam edeceğimizi tutanağa geçirdik. Ama bir iki ay sonra bizim kararnamemiz geldi. Ben çıktım Bakan Hasan Sağlam'a geldim. Hasan Sağlam eski Paşa, Milli Eğitim Bakanıydı. Ankara Milli Eğitim Müdürü de Hüsnü Ölçerel Paşaydı. Ben Bakanın yanına çıktım. “Sayın Bakanım, müsaadenizi istirham etmeye geldim. Böyle bir kararname gelmiş” dedim. “Kim göndermiş kararnameyi?” dedi. Çıkarıp gösterdim. “Hayır, sen genç bir müdürsün. Ben geldim gördüm o okulu. Senin orada yapacağın daha çok işler var. Sen kendi kabahatini, kusurunu biliyorsun.” dedi. Belli ki mescitleri, dinî faaliyetleri kastediyordu. “Onları biliyorsun ama ben senin orada kalmanı istiyorum.”dedi. Özel Kalem Müdürünü çağırdı: “Erkut, Hüsnü Paşaya telefon aç, müdür orada devam edecek görevine.” diye emir verdi. Beni tekrar okula gönderdi. Ben kararname cebimde olmak üzere bir sene daha orada hizmet ettim. Ondan sonra ayrıldım zaten...
2015 BM BEDİÜZZAMAN YILINA HAZIRLIKLI OLMALIYIZ
Çocukluk yıllarınızdan bu zamana kadar sizin Risale-i Nur hizmetleriniz devam etti. Aradan epeyce bir zaman geçti. Kırkıncı Hoca binlerce insanı Erzurum’da yetiştirdi. Türkiye'nin her yerinde de binlerce Nur talebesi yetişti. Risale-i Nur gönüllerde taht kurdu. Şu an Birleşmiş Milletler 2015 yılını Bediüzzaman yılı ilan etmeye hazırlanıyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Risale-i Nur hedeflediği noktaya sizce ulaşmış mı?
Risale-i Nur mürşid-i umûmîdir. İrşad vazifesini de umumi olarak yapıyor. Yani bütün dairelerde yapıyor. Gerek iman, gerek hayat, gerek şeriat... Bu üç daireyi de hedeflemiş. Hizmetini de genişleterek gidiyor. Elhamdülillah iman dairesindeki hizmetler kemâle ermiş, ama elbetteki bitmemiştir. Süreç devam ediyor. Kıyâmete kadar da bu dairedeki hizmet devam edecek.
Üstad Hazretlerinin ifade buyurdukları gibi:
“Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp, lüzumsuz malayânî ve âfakî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.» (Şualar)
2015 yılı olsa da olmasa da maksat hâsıl olmuştur. Gündeme oturmuş ve insanların zihnini şimdiden meşgul etmiştir. Bize düşen nedir? Ona bakmamız lâzım. Her zamankinden daha çok çalışmalı, projeler geliştirmeli, 2015 yılı Bediüzzaman yılı ilân edilecekmiş gibi hazırlıklı olmalıyız. Burada herkese vazifeler terettüp etmektedir. Herkes üzerine düşeni yapmalıdır.
Zaman birlik ve dirlik zamanıdır. Maksada erişmek için vesîleler ve vâsıtalardaki ihtilâfa bakmamalı, gaye ve hedefi birlikte gözetmeliyiz. İttihâd-ı İslâma varacak yol, inşâallah bu cemaatten geçecektir.
Nereden nereye lutfü Rabbânî ile geldiğimizi unutmamalıyız. Bunlar şükür ister, o ise daha çok çalışmak ve gayrettir.
BEDİÜZZAMAN’IN GÖSTERDİĞİ HEDEF, 2015’İN İLERİSİDİR
İnsanlar artık büyük çoğunluğu imanını kurtardı diyelim. Şimdi İslamiyet’i yaşama zamanıdır diyebilir miyiz?
Zaten bu bir süreçtir, kademe kademedir. Geniş dairede kim ve kimler hizmet edecek, bunlar Risalelerde yazılı... Üstad Hazretlerinin de verdiği müjdeler... Tebşîrat peyderpey çıkacaktır. Zaten çıkmıştır da. Diğer müjdeleri de çıkacaktır. Aslında Üstadın gösterdiği hedef de budur. 2015 değil, 2015'in ilerisindedir. Üstadın gösterdiği hedefler vardır, onlar da inşallah gerçekleşecektir. Risale-i Nur’un o günden bu güne geldiği nokta çok mühimdir. Gerçekten belki inşallah geçmişteki bir iki hatırayı da anlatırsak nereden nereye geldiğimiz konusunda bir fikir edinmiş oluruz.
“PAPAZLARA RİSALE-İ NUR’U ANLATTIM”
Lütfen, sizi dinliyoruz…
Ben iki sene Fransa da kaldım. Risale-i Nur’un Avrupa'da ne tür hizmetler yaptığını, ne tür açılımlar yaptığını, ta papazların gönüllerine kadar nasıl girdiğini ben bizzat müşâhede ettim. Sekiz-dokuz Papazla olan görüşmemizde, Risale-i Nur hakikatlerini anlattığımızda, papazların ağızları hayretten açıkta kaldı. Hatta Almanya’da bir Üniversite öğretim üyesi, eski bir papazmış. “Bediüzzaman Kur’ândan aldığı ilimler ve bilimlerle ne kadar tesirli bir iz bırakmış ki, siz bizim öğretim üyelerimizin çok fevkinde, çok farklı bir bakış açısına sahipsiniz. Daha Avrupa bu bakışı yakalayamadı. Siz böyle konuşuyorsanız, sizin Üstadınız, ders aldığınız Risale-i Nurlar kim bilir daha ne açılımlar, ne güzel bakış açıları geliştirmiştir. Bütün dünyanın bu hakikatlerden haberdar olması lâzım… Dünyanın bunlara ihtiyacı var.” dedi. Sosyoloji onun alanı olduğu için herhalde daha çok o noktaya takılmış: “Böylece sosyolojik açıdan Risale-i Nur’un çok büyük açılımlar yaptığını görüyorum.” diyerek düşüncelerini itiraf etmişti.
2015 sadece bir başlangıçtır. Olur veya olmaz. O hiç önemli değil. Olsa da olmasa da maksat hâsıl olmuştur. Ama olacağına da inanıyorum. Daha da ötesinde bundan daha farklı, daha güzel gelişmeler olacağına da inanıyoruz. Avrupa, dünya buna muhtaçtır. İnşâallah hamlini doğuracaktır.
Geçenlerde Sungur ağabey Ankara’ya geldiğinde yanındaki Özbek kardeş de anlattı. Rusya baştanbaşa Risale-i Nurla tanışıyor. Ta Cumhurbaşkanına kadar mesele gitmiş. Talimat verilmiş. Okullarda din ve ahlâk dersleri okutulacak demiş. Risale-i Nurlar Rusçaya tercüme edilmiş ve edilmeye devam ediyor. Ben Fransa da Fransızca tercümeleri gençlere verdim, Araplara verdim, Fransızlara verdim. Çok tesir ediyor. Meselâ her gün Müslüman olan insanlar var. Bu kutlu insanlardan beşinin ihtida ve şehâdet merâsimlerini deruhte etme bahtiyarlığını yaşadım şükürler olsun… Bunlar Risale-i Nur’un bu zamanda, Kur’ân-ı Azîmüşşânın bir tefsiri olarak tesirini, etki alanını gittikçe genişlettiğini görüyoruz. Bu gün hayat dairelerinde, artık aileler de var. Mektepler de var. Rusya’da okullar da, askeriye de var. İşte Hollanda’da gördük Ramazan’da… İnsanlar, askerler, komutanlar hatta Genelkurmay Başkan yardımcısı bile bu tür programlara katılıyor, görüşlerini ifade ediyor. Bunlar çok güzel müjdeler, çok güzel gelişmeler.
Biraz evvel ifade etmiştim. Hani nereden nereye geldiğimiz noktasında rahmetli Bekir Berk ağabeyin mahkemelere koştuğu dönemlerde, bir gün Dershanede gece yatarken yan odadan gelen daktilo seslerini hâlâ unutamıyorum. Gece gelmiş. Nedir bu daktilo sesleri? diye merak edip sorduğumuzda, “Bekir ağabey müdafaa hazırlıyor” demişlerdi. Bakın o günden, o daktilo seslerinden, bu gün bir düğme ile elhamdülillah çeşitli matbûat, Tv’ler, radyolar, başta RisaleHaber olmak üzere, çeşitli siteler, çeşitli alet ve araç-gereçlerle, kitaplarla, sempozyumlarla, seminer ve konferanslarla, salonları dolduran binlerce insanlarla bu hakikatler o gün mahkemelerde ilan ediliyordu, bu gün artık bütün dünyaya bu vâsıtalarla ilân ediliyor. Bu büyük bir inkişaftır. Bu, Kur’ân’ın zaferidir…
Yine ben İspir'de müftü olduğum dönemde o zaman hiç kimse yoktu. Sadece Orman şefi olan bir tek Nur talebesi vardı. Onun da tayini çıktı gitti. Biz İspir'de tek kaldık. Ziyaretimize bir okul müdürü kardeşimiz geldi. O Risale-i Nur'u bilmiyordu. “Bana kitap tavsiye eder misiniz?” diye sordu. Ben Bediüzzaman'dan bahsettim. “Onun eserleri var mı?” dedi. Ben çıkardım kendisine Sözler'i verdim. Gitti, okudu. Bir hafta içerisinde bir imam bulmuş. İkisi beraber ders okuyorlarmış. O sırada karakol komutanı bir Astsubay onları basıp, yakalamış. Almış, getirmişler nezarethaneye. Bana oradan telefon etti. Hocam bizi getirdiler, haberiniz olsun dedi. Kitapları yakalamışlar. Ben savcının odasına gittim. Kitapları masasında görünce: “Nedir bunlar?” dedim. “Ya… Nurcuları yakalamışlar, getirdiler..” dedi. “Bakayım nasıl kitaplar?” diyerek açtım Savcıya okudum. “Ne kadar güzel kitaplar, bunlarda suç unsuru yok ki, bunları neden yakaladınız?” dedim. “Ne yapalım, yakalamışlar, bizim de işlem yapmamız gerekiyor.” dedi. Hatta işlemi de yaptık, bitirdik. “Erzurum ağır cezaya sevk ediyoruz.” dedi. Ben çok üzüldüm. “Keşke önceden haberim olsaydı. Bunlarda suç unsuru yok. Bizden çıktı, ağır cezaya sevk ettik” dedi. Sanıklara maznun deniyordu o zaman. Maznunları göndereceğiz dedi. Ben indim nezarethaneye, onlara moral verdim. Üzülmeyin dedim. Çünkü daha yeni bu daireye girmiş insanlardı. Onları Erzurum'a götürdüler. Orada iki üç ay kaldılar. Biz Kırkıncı Hocaya telefonla haber verdik. Onlarla ilgilendiler. Gittiler, geldiler yanlarına. O üç ay içinde o iki kardeş çok muazzam birer Nur talebesi olarak hapisten çıktılar. Bu olayda da şüphesiz nice hikmetler varmış.
Ben, onlar gittikten sonra ertesi hafta Cuma günü, birçok Risaleyi çantama doldurdum. Bekir Berk Ağabeyin müdafaalarını, beraat kararlarını da ekledim üstüne ve o kardeşlerin yakalandığı Kırık nahiyesine gittim. Müftü olduğum için, doğrudan camide kürsüye çıktım. “Geçen hafta sizin buradan yakalanıp götürülen bir öğretmenle, İmam kardeşimizin başına bu olaylar geldi, fakat onların okudukları eserler işte bunlardır” dedim. Çantamdan çıkardım, “Bakın burada böyle diyor, şurada şöyle diyor. Bu eserlerin beraat kararları vardır. Binin üzerinde beraat almıştır bu eserler. Nerede o astsubay? Gelsin bizi de yakalasın götürsün. Bakın ben de aynı eserleri burada kürsüden okuyorum size” dedim. Onlara cesaret vermeye çalıştım, yanlış imajlar ve anlayışlar silinsin istedim.
RisaleHaber’de yayınlanan “Patatesle temeli atılan okul” âcizâne teşebbüsümüzle temeli atılan İspir İmam-Hatip Lisesini anlatmaktadır.
Kaç yılında oldu bu olay?
1976 senesiydi. Gerçekte cesaret edip yanımıza gelemediler. Belli bir vazifeyi temsil ettiğimiz için… Bir vasfımız vardı, din görevlisi sıfatı sanırım, bilemiyorum neden, yani ben orada istedim ki moral vereyim o insanlara. Demesinler bu Risaleler suçtur. İmamla öğretmen yakalandı, korkmasınlar diye. Fakat vesile oldu işte hizmetlere. Bakın O günden bu güne gelmişiz. Bu gün Risale-i Nur elhamdülillah her tarafta elden ele, dilden dile dolaşıyor… Hâzâ min fadli Rabbî.
Geçtiğimiz haftalarda yüzden fazla gazete köşesinde Bediüzzaman ve Risale-i Nur konusunda yazılar yazıldı...
Yani Başbakanın bir cümlesiyle, bütün Türkiye'nin gündemi değişiyor. Gündemi sürükleyip götürdü. Layıktır da... Basında gündem oluşturdu, yazarlar-çizerler günlerce yazdılar, yorumladılar, lehte ve aleyhte yüzlerce yazı çıktı, değerlendirmelerde bulunuldu... RisaleHaber de konuyu yakından takip etti. Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un buna lâyık olduğunu, ahirzamanın da ve kıyamete kadar gelecek bütün zamanların da Kur’ân’ın mânevî bir tefsiri olarak mürşidi ve programı olduğunu, hidayetlerine de vesile olduğunu, bu hadiseler bize gösteriyor. Gelecekten de çok ümitliyiz. Ümitvarız... Ye’se ne hakkımız ve ne de zamanımız yoktur.
Ama bazı kafalar belki hâlâ gaflet içerisinde. İnşâallah onlara da Cenab-ı Hakkın hidayet etmesini diliyoruz.
BEDİÜZZAMAN ERMENİLERLE DOST OLMAMIZ GEREKTİĞİNİ SÖYLEMİŞ
Doğu da yaşamış olmanız hasebiyle, Ermeni açılımı hakkındaki görüşlerinizi de alabiliriz miyiz?
Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’in de şöyle buyuruyor: “Barış hayırdır.” Üstat Hazretleri de zaten Risaleler de bunu vurguluyor. Ermenilerle alakalı Risalelerde çok yerde tesbitler var. O günün şartlarında Üstad Hazretleri talebeleriyle Bitlis, Muş, Van gibi mahallerde onlarla defalarca karşı karşıya gelmiş. Aralarında pek çok hâdiseler yaşanmış. Onlara dair pek çok ifadeler kullanmış… Rus esaretinden dönüşte onlarla karşılaşmış, tehlikeli anlar yaşamış… Bütün bunlarla birlikte huzur ve sükûnun olmadığı yerde hizmet de olmuyor. Barışın olmadığı yerde insanlar olumlu işler yapamıyorlar. Terakki edemiyorlar, ilerleyemiyorlar. Onlara bir nevi ayak bağı oluyor. Daima bir mücadele, münakaşa şeklinde olanlar, birbiriyle uğraşanlar, müsalahayı temin edemiyorlar… Hrant Dink’in Üstad’ın bu müsbet bakışı karşısındaki takdirkâr söylemlerini hatırlıyorum. Dolayısıyla Türkiye, millet ve devlet olarak uzun zamandır devam eden bu husumetin, ki Üstad bunu ta yüz sene önce söylemiş. Yüz sene evvel bu tespitde bulunmuş. Ermenilerle dost olunması gerektiği ve onlarla sulh, barış yapmak gerektiğini tavsiye etmiş. Elbetteki bu tavsiyenin o günün şartları içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini savunan insanlar da yok değil. Yaşadıkları bölge itibariyle diğerleriyle aralarında bir denge, bir muvâzene bulunmadığından bahisle meseleye baktığını ifade edenler de var. Milletin önde gelenlerine, devletin ileri gelenlerine güzel tavsiyelerde bulunmuş, ama bunu birileri kaşımış yıllarca. Evet, o zaman bir takım şeyler olmuştur. İlelebet husûmet ve restleşme hiçbir tarafa fayda sağlamıyor… Benim ailemden de şehitler vardır. Dedelerimizden Ermenilerin katlettiği, şehitler vardır. Ama artık dünya globalleşmiş, bir köy haline gelmiş. Artık sınırların kalktığı bir dünyada yaşıyoruz. Böyle barikatlarla, sınırlarla meseleyi götürüp ileriye adım atmak mümkün değildir. Dolayısıyla bu maçlar da birer vesiledir. Bunlar bir kapı açmaktadır barışa, sulha. Bu açılımın da neticede bu milletin, İslam ümmetinin hayrına olacağını düşünüyorum. Bu adımların güzel neticeler doğurmasını bekliyorum. İnşallah bu açılım, demokratik açılım, insan hak ve özgürlükleri bağlamında dünya halklarıyla, dünya insanlarıyla barış manasında olur. Tabi inançlarımızdan, prensiplerimizden, ehl-i sünnet ve’l-cemâat inancından asla taviz vermeden... Elbette bunu kayıt koymuş olalım, yani bu ehl-i kitap olan Hristiyan âlemiyle olan, diğer Avrupa devletleriyle, milletleriyle olan barışlar, anlaşmalar, muâhedeler de gene asr-ı saâdete baktığımız zaman benzeri şeyler oralarda da yapılmış. Ama hiçbir zaman İslâm’ın ve Kur’ânın hak din, hak kitap olduğundan ta’viz vermeden, ortak kelimede (Kelime-i Tevhid) birleşmek, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” cümlesinin tamamına birden iman ederek, her iki kelimeden ve özellikle de ikinci kelime olan “Peygamberimizin risâletinden” zerre ta’vîz vermeden onlarla sulhkârâne, mürüvvetkârâne bir anlayış, bir barış, bir hava içerisinde olmamızın hizmetlerin önünü, Türkiye'nin önünü açacağını düşünüyorum. İnşallah sonu hayırlı olacaktır.
RisaleHaber ile ilgili düşünceleriniz neler?
RisaleHaber, yazarları arasında bulunmaktan onur ve şeref duyduğum, bu günkü duruşuyla, bu günkü hizmetleriyle, çizgisiyle, neşriyatıyla, çok güzel bir yerde duruyor. Derleyici, toparlayıcı... Özellikle Üstad’ın saff-ı evvel diye bildiğimiz talebelerini, onların hâtıralarını ve güzel hizmetlerini daima nazara vermesiyle de büyük hizmetler yaptığını, nerede Nur hizmeti, Kur’ân hizmeti varsa RisaleHaber’in orada anında hazır olması, Gündemdeki alakalı haberleri anında efkâr-ı ammeye ulaştırıyor olması, alkışlanacak ve takdir edilecek bir hizmettir. Bu hizmetin inşâallah böyle kapsamlı ve kucaklayıcı bir şekilde, uhuvvet-i islâmiyye çerçevesinde cemaatî ittihadın, İslâm’ın ittihadının tahakkukuna da yol açabilecek bu tür hizmetlerinin devam etmesini Cenâb-ı Hak’dan niyaz ediyorum. Bu minval üzere, bu duruş çizgisini koruyarak, İnşâallah gelecekte de Nur cemaati adına, şahs-ı mânevi adına ve inşâallah daha ötesi islâm ümmeti adına büyük ve güzel hizmetlere imza atacağını düşünüyorum. Ve bu vesile ile RisaleHaber’in çalışanlarına, yazarlarına, okuyucu ve takipçilerine, emeği geçenlere, hizmet edenlerine Cenâb-ı Hak’tan muvaffakiyetler ihsan etmesini niyaz ederek, başarılarının artarak devamını diliyorum...