Nurettin HUYUT
Afganistan direnişi Cihad mıdır-3
İslam ülkelerindeki işgallere karşı yapılan direnişlerin cihad mı değil mi tartışmasında eksik bıraktığımı fark ettiğim bir husus var. O da: Bu ülkelere yapılan işgallerin meşruiyeti konusudur. Bu hususta fazla tahşidat yapmadığım için sanki bu işgalleri benimsiyorum gibi bir anlayış gelişti. Haklı olarak bazı okuyucular savunmadığım ve hiçbir şekilde telaffuz etmediğim, “bunlara karşı cihad edilmesin” fikrini bana yakıştırdılar.
Şunu açık ve net bir şekilde ifade etmeliyim ki, ister açıktan işgaller olsun isterse münafıkane - geçmişte ülkemizde olduğu gibi- içeriden ihtilal yaptırılarak bir kukla liderle yapılan işgaller olsun (bana göre bunlar da işgaldir) hepsi gayr-i meşrudur ve hepsine karşı mücadele (cihad) elbette edilmelidir.
Gerekçeleri ne olursa olsun bu işgallerin hemen hepsinde şaibe vardır. İyi niyet yoktur. Güçlü ülkelerin menfaatleri söz konusudur.
Bir de Birleşmiş Milletler aracılığı ile girilen yerler vardır. Ki, bunların çoğu işgal değildir. “Barış gücü” adı altında bir anlayışla yapılan bir operasyondur. Bu tip müdahaleler çarpışan iki taraf arasını bulmaya yöneliktir. Lübnan ile İsrail sınırına gönderilen barış kuvvetleri buna örnek olarak gösterilebilir. Veya 2009 yılında Somali açıklarına sahil güvenliği için asker gönderilmesi gibi… Böyle müdahalelere biz her zaman taraf olmuşuzdur.
Nitekim bu günlerde sırada Yemen ve Somali var. Her iki İslam ülkesinde de iç savaş sürüyor. İç savaş aynı zamanda devlet otoritesini de yok ediyor. 1992’den beri 18 yıldır Somali’de devlet yok gibidir. Düzenli bir ordu oluşmamıştır. Fakirlik had safhada… Ama yapılan yardımlar hedefine ulaşmamaktadır. Kapanın elinde kalıyor desek yanlış olmaz. Bu acı durum oraya acilen müdahaleyi gerektiriyor. Ama bu müdahaleler iyi niyetle ve onlara doğru yolu göstermek şeklinde olmalı.
Bunların dışındakiler hangi gerekçe ile olursa olsun niyet-i halise ile olmadığı ve menfaate yönelik olduğu açıktır. Hatta o ülkelere barış gücü gönderiyoruz diye gönderilen askerlerin aslında barış için gönderilmediği, aksine oradaki milli kaynakları çalmak veya gasp etmek için gönderildiği de zaman zaman tahakkuk etmiyor değil.
Bediüzzaman Hazretlerinin bu gibi gelişmelere ışık tutan harika bir sözü var. “Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz-fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler.” (Lemalar 16. Lema)
Hem şöyle bir tespiti daha var. “İngiliz hükûmeti, gerçi zahiren müstebid değilse de, milleti mütehakkimedir. Âdâtı dahi mütegallibedir.” (Münazarat sh. 61)
Yani, kendi ülkelerinde gayet hür ve demokratik bir ortam oluşturdukları halde işgal ettikleri ülkelere karşı aynı toleransı göstermiyorlar. Hükümetler iyi niyetli de olsa askerlerin yetişme tarzı ve adet ve geleneklerinin Müslümanlara karşı duruşu bu iyi niyeti bir anda Müslümanların aleyhine çevirebiliyor.
Nitekim, Irak’ta Amerikan askerlerinin ferdi olarak, kanunsuzca yaptıkları tahakküm ve zulümlerin haddi hesabı yok. Halka şefkatle yaklaşmak yerine istibdatla ve baskı ile ve zulmederek yaklaştıkları ile ilgili birçok haber ve yorum okuyoruz.
Yine Bediüzzaman Hazretleri Tarihçe-i Hayat adlı eserinde; “Garb husûmeti, İslam’ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir, bakî kalmalı." (Tarihçe-i Hayat sh. 120) Diyor.
Bütün bunlar buralarda bir şekilde direnişin sürmesi gerektiğini söylüyor. Ama dediğim gibi direniş meşru yollarla olmalı ve Kur’an’ın emirlerine uygun düşmeli. Yanlışı başka bir yanlışla düzeltme cihetine gidilmemeli. Akl-ı selim ile yaklaşılmalı, cihad adı altında meydana gelen bir çok zulümlere ortak olunmamalı.
Yani: “Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur” (Meyve Risalesi 4. Mesele) hitabına mazhar olmamak lazım…
Bu kardeş ülkelerin, tahakküm altına girmesini istemiyorsak, bizlerin de bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyorum. O ülkelere gerekli maddi manevi her türlü desteği sağlamamız lazım.
Rüyanın Zeyli bu meselede çok dikkat çekici, ciddi anlamda dikkate alınmalı ve gereği yapılmalıdır:
“… bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâm’ı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.” (Sünuhat Rü’yanın Zeyli sh. 71)
Bu cümlede Yüksek İslam siyasetinden bahsediliyor. Yardımlaşmadan, geniş sosyal faydaların ihmalinden bahsediliyor. Ve bu ihmalin neticesinde de dehşetli cezadan ve cezanın günahları silmek yerine günahları artırmasından bahsediliyor. Bu ne demektir? Gerçek anlamda teavün (yardımlaşma) nasıl sağlanabilir? Teşrik-i mesai nasıl oluşturulur. Ve en önemlisi “Yüksek İslam Siyaseti” nasıl meydana getirilir? Sorularının fiilen cevaplandırılması lazımdır.
Şayet bu cümlede ifade edilenler yerine getirilmiş olsaydı, ihtilafa düşmüş İslam ülkelerine Birleşmiş Milletler Bayrağı altında değil İslam Birliği adı altında “barış gücü” gönderilmiş olurdu. Yani “barış gücü” adı altında “mütehakkime” sıfatına haiz vicdansız düşman askerleri gönderilmemiş olurdu. İmanlı ve Kur’an ahlakı ile ahlaklanmış vicdanlı Müslüman askerler olurdu. Ve Irak’taki hapishanelerde ahlak dışı işkenceler bu şekilde tüyler ürperten seviyede olmazdı.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.