Kastamonu lâhika düsturları-46: Zâhirin arkasındaki hakikati görebilmek

Bütün eşya ve hadiselerin bir zâhiri bir de bâtını vardır. Yani; bir görünen yüzleri bir de hakikatleri, arka planları vardır. İnsan zahirperestlik damarıyla ve sadece kendi nefsine bakan neticeleri gösteren hodgamlığı ile hâdiselerin sadece zâhirine ve kendine bakan neticelerine nazar eder. Halbuki zâhiri çirkin görünen hâdiselerin bâtınları güzeldir.

“Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zâhiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.” [i]

İnsan bir şeyin kendisi için hayır mı şer mi olduğuna zâhire bakan neticeleri esas alarak karar verir. Halbuki sadece zâhire bakmak ve o anki neticelere odaklanmak aldatır. Böylelikle insan Kur’an-ı Hakîm’in bu âyetine mazhar olur: “…Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” [ii]

Kur’an-ı Hakîm’de zikredilen pek çok kıssalar hâdiselerin zâhir ve bâtınlarının ne derece farklı olabileceğine dikkat çeker. Mesela; Musa Aleyhisselam’ın Hızır Aleyhisselam ile olan maceralarında Hazret-i Hızır hazır ânın şartlarına göre değil istikbale mâtuf büyük neticelere göre hareket etmiştir. Musa (as) ise o anki duruma göre hikmetsiz görünen bu icraatı sorgulamıştır. Elbette kıssalardan maksat sadece vâkıaları anlatmak değil muhataplara ibretlik dersler vermektir. Bu kıssa da bizi olayların sadece zâhirde görünenden ibaret olmadığına irşad ediyor.

Kur’an’ın “ahsen-ül kısas”ı olan Yusuf aleyhisselam’ın bidayette ziyadesiyle elîm görünen macerası ise azîm bir nimeti netice verdiğinden ahsendir, güzeldir. “En büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir” kaziyesine en parlak bir âyinedir.

Peygamber Efendimizin (asm) de hayatında eşya ve hâdiselerin iç yüzlerini ve neticelerini esas alarak hareket etmesinin pek çok misalleri vardır. Bu misallerden biri Hudeybiye barış antlaşmasıdır. Peygamberimiz Aleyhissalatü vesselam 628 senesinde Hudeybiye antlaşmasını imzalamıştır. Müslümanlar ile Mekkeli müşrikler arasındaki bu antlaşma Müslümanların aleyhine göründüğünden sahabe efendilerimiz hikmetini sorgulamışlardır. Fakat ileride bu antlaşma Müslümanlar için çok büyük avantajlar sağladığında Peygamberimizin (asm) bu davranışının hikmeti anlaşılmıştır.

Hâdiseler gibi bütün mahlukâtın da zahirleri ve bâtınları vardır. Meselâ şeytanın yaratılışı zâhiren şer gibi görünmekle beraber mü’minlerin kemâle ermelerine hizmet etmesi bakımından yaratılışı hakikatte hayırdır.

Mevsimlerden kış, soğuk ve tahripkâr görünür fakat baharda tohumların ve ağaçların yeşermesi için münbit bir zemindir. Zâhiren meşakkatli olsa da hakikatte güzeldir, hayırlıdır.

İçindeki mahlukâtın zâhiri ve bâtını olduğu gibi kâinatın külliyetinin de zahir ve bâtını vardır. Bediüzzaman Said Nursî, “Kainatın kapıları zâhiren açık görünürken hakikaten kapalıdır”[iii] diyerek insanı bu hakikati keşfetmeye teşvik eder. İnsan ancak kendi gizli hakikati olan ‘ene’ tılsımını açmakla bu hakikate ulaşabilir. Demek ki insanın da zâhiri ve bâtını vardır. Kâinatla bütünlük arz eden hakikatine ulaşmak ve bunun için enfüsî tefekküre yoğunlaşmak dünya hayatının zâhirindeki debdebenin içinde boğulmamanın yegâne yoludur.

Kainatın zahirde görünen yüzü ve hakikatine dair Yirmidördüncü Mektub’un başında can alıcı bir sual vardır:

“Eâzım-ı Esmâ-i İlâhiyeden olan Rahîm ve Hakîm ve Vedûd'un iktiza ettikleri şefkatperverâne terbiye ve maslahatkârâne tedbir ve muhabbettârâne taltif, nasıl ve ne suretle, müthiş ve muvahhiş olan mevt ve ademle, zevâl ve firakla, musibet ve meşakkatle tevfik edilebilir?...”

Bu mektubda pek çok parlak hakikatlerle ve misallerle ölüm, yokluk, ayrılık, musibet ve meşakkatlerin hakikatleri, gayeleri ve neticeleri nazara verilir. Nihayetinde ise bu zahiren çirkin görünen hadiselerin esasında tam da Rahîm, Hakîm ve Vedud isimlerinin iktizaları olduğu, zahiren soğuk görünen yüzlerinin arkasında güler yüzlü hakikatler bulunduğu isbat edilir.

Bediüzzaman, hem kendi başına gelen hâdiselerin hem de Risale-i Nurların ve talebelerinin karşılaştığı muamelelerin iç yüzlerine, kadere bakan sebeblerine ve neticelerine nazar etmiştir. Zahiren ne kadar fecî de görünse hiçbir hadiseden âh edip şekvada bulunduğu görülmemiştir. Zira hakikate nazar etmiştir, hakikat ise güzeldir. Hususen Lâhika mektublarında bu gibi pek çok hâdiselere yer verilmiştir. Bu hâdiselerden biri İstanbul’da çok meşhur ve nüfuzlu hem de Üstadın akrabası olan bir zât ile ilgilidir. Şeyh olan bu zât Üstadın gıybetini yapmak suretiyle ve Risaleler hakkındaki menfî propagandası ile uzun süre İstanbul’da Risalelerin intişarına sed çekmiştir. Bediüzzaman, talebelere bundan müteessir olmamalarını ve menfî bir şekilde mukabelede bulunmamalarını tehbih ederek bu hâdisenin İstanbul’da Risalelerin intişarına vesile olacağını söylemiş ve bu tahakkuk etmiştir. Zahiren şer görünen bu hadise hayra sebeb olmuştur.

Bediüzzaman mezkur hâdise gibi durumları böyle yorumlar:

“Size kat'î haber veriyorum ki, hakkımızda ve Risale-i Nur hizmetinde, inayet-i Rabbaniye ve tevfikat-ı Samedaniye devam ediyor. Zahiren çirkin perdeler altında, gayet güzel neticeler var. Bir zararımıza bedel, yüz menfaat bizlere ihsan ediliyor. Onun için, geçici, muvakkat sıkıntılara ve sarsıntılara ehemmiyet vermemek lâzımdır.” [iv]

"Bir hâdisede hem insan eli, hem kader müdahalesi olduğundan, insan, zâhirî sebebe bakıp, bazan haksız hükmedip zulmeder. Kader, o musibetin gizli sebebine baktığı için adalet eder" diye, Risale-i Nur'da bir kaide-i esasiyedir.” [v]

Bazı şeylerin de zâhirleri güzel görünürken iç yüzleri çirkindir. Risale-i Nur Külliyatı’nda kâfirlerin medeniyetleri böyle tarif edilir: “… medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs, içi pis; sureti me'nus, sîreti mâkûs bir şeytandır.” [vi]

Zâhir ve bâtın ilişkisine dâir bu parça ile yazımızı tamamlayalım:

“İ'lem eyyühe'l-aziz! Zâhir ile bâtın arasında müşabehet varsa da, hakikate bakılırsa aralarında büyük uzaklık vardır. Meselâ, âmiyâne olan tevhid-i zâhirî, hiçbirşeyi Allah'ın gayrısına isnad etmemekten ibarettir. Böyle bir nefiy sehil ve basittir. Ehl-i hakikatin hakikî tevhidleri ise, herşeyi Cenâb-ı Hakka isnad etmekle beraber, herşeyin üstünde bulunan mührünü, sikkesini görüp okumaktan ibarettir. Bu huzuru ispat, gafleti nefyeder.” [vii]

Eşya ve hâdiselerin zâhir ve bâtınlarını yani hakikatlerini birden ihâta eden bir nazar ile rızıklandırılmak duasıyla…

[i] Sözler s. 314

[ii] Bakara Suresi 216. Âyet

[iii] Sözler s.725

[iv] Emirdağ Lâhikası 1 s. 174

[v] Kastamonu Lahikası s.237

[vi] Mesnevi-i Nûriye s. 118

[vii] Mesnevi-i Nûriye s. 276

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.