Afyon Hapishanesi, Afyon Mahkemesi, Afyon ve El Hüccetüz Zehra

Bediüzzaman’ın önemli eserlerinden biri de Elhüccet'üz Zehra’dır. Bediüzzaman eserini tanıtır. “Bu ders zahiren küçük, hakikaten pek büyük ve çok kuvvetli ve çok geniş bir risaledir. Hem benim tefekküri hayatımın, hem Nur’un tahkiki hayat-ı  maneviyesinin ilmelyakin, aynelyakin  ittihadından çıkan bir meyve-i  imaniye ve firdevsi bir semere-i Kur’aniyedir.”

Bediüzzaman eserini pek büyük, çok kuvvetli ve çok geniş bir risale olarak ifade eder. Eser yetmiş iki sahifelik bir yer işgal etmiş Şualar isimli kitapta. Bediüzzaman büyük zulümlere maruz kaldığı hapislerde büyük eserlerini vermiş. Çekilen elemler ve acılar gitmiş ama asıl maksat olan yeni eserler insanlığa mal olmuştur.

Bediüzzaman bu büyük, kuvvetli ve çok geniş eserini yazarken içinde bulunduğu psikolojiyi eserinin başında anlatır. “Afyon Hapsinde on bir ay tecrid-i mutlakta  bulunduğuma dair mahkeme-i temyize yazdığım istida bahanesiyle otuz beş sene inzivada, hususan gecelerde  dünyayı unutmakta bulunan ve garazkarane  tarassutlarla yirmiüç sene  sıkıntı çekmesinden insanlardan tevahhuş edip yalnız tek başına kalarak, hizmetçisinden  ve Nur dersini iştiyakla arzulayandan başka kimse ile bir saat beraber bir yerde  bulunmasından  çok sıkılan benim gibi  bir biçareyi, beşinci koğuşa cebren nakil  ve kardeşlerimin  yanıma gelmelerini  yasak ettiler. O kalabalık içinde  yaşayamayacağım diye çok telaş ederken birden bir alamet-i hiddet ve gadap olarak soğuk o derece şiddetlendi ki eğer o eski yerimde kalsa idim hiç dayanamayacaktım. O zahmet benim hakkında rahmete döndü.”

Bediüzzaman’a ve talebelerine Afyon hapsinde yapılan zulüm daha önceki hapis ve tarassut dönemlerinde olmayan bir keyfiyettedir. Ölsün diye zulmedilir, Hıfzı İlahi olmasa o şartlara bir insan zaten dayanamaz. Bir taraftan hastalıklar, hapishane şartları, diğer yandan yapılan açık açık zulümler arasında onlara Allah’ın yardımı olmasa etten ve kemikten ve ilerlemiş yaşına rağmen Bediüzzaman dayanamazdı, ama dayanmıştır. Dayanmanın ötesinde bir de büyük ve birkaç bölümden teşekkül eden eser yazmıştır. Bu yapılanlara ah vah etmekten öte alınan bir ders de Bediüzaman’ı yazarlık türünün tarihte olmadığı neviden bir yazarlık olduğunu görmekteyiz.

Şartlar ne olursa olsun Bediüzzaman yazmaktan vazgeçmez. Bu talebelerine şartlar ne olursa olsun hizmeti imaniyeye çalışmak gereklidir demektir. Çalışmak Bediüzzaman’ın en büyük vasfıdır. Talebeleri onun hiçbir zaman boş durmadığını belirtirler. Çam dağına çıktıklarında bindiği hayvanın sırtında eserlerini tashih eder. Biz kendimiz ve arkadaşlarımız, üniversite hocaları yazı yazmaya Bediüzzaman ile ilgili çalışmalar yapmaya ne kadar teşvik de etsek çok az insan harekete geçiyor ve bunlar hep aynı insanlar. Hayatı rahat ile lüks ile tenezzüh içinde geçirmek arkadaşlarımızın içine öyle bir işlemiş ki onları harekete geçirmek zor. Bu arkadaşlar sıralamaya giren çalışmalar yapsalar da kendi alanlarında da çalışmıyorlar.

Bediüzzaman “rahat zahmette zahmet rahattadır” diyor. Demek insanlar sürekli birbirlerine “nasıl, rahat mısın” derler onlar da “rahatım” der. Rahat adeta bir gayeyi hayal cümlesi. Halbuki rahat iseniz zahmettesiniz. Zahmet ne demek rahat içinde, tembellik, gayretsizlik, ülfet,  gaflet, kitaptan, tefekkürden ders almamak, on beş dakikalık ders süresi belirleyip onun arkasından çay geliyor diyerek dersi kesmek, zevksiz rutin bir fikir hayatı. Kimseye bir şey vermemek, başkasının imanının kurtulmasına çalışmamak, kitap okumamak daha bunlardan büyük zahmet olmaz ki. Bediüzzaman bunlara  tembellik kulaklı, rahat döşeği diyor. Ders almamaya yemin etmiş bir kültür, dini ve sanat hayatı. Halbuki dünyanın en büyük adamlarından biri ve dünyanın en geniş ve birçok ilimlerine açılan kapıları olan bir külliye karşısında etkilenmeden durmak bir şey yapamamak garip bir durum. Akif; “Ey dipdiri meyyit iki el bir baş içindir/Davransan el de senin baş da senindir” der.

“Fıtraten müteheyyic olan insanın  rahatı say ve cidaldedir” diyor Bediüzzaman. Say  nerede cidal nerede. Çalışan ile cidal yapıyoruz, onu çalıştırmıyoruz. O çalışırsa bizim açığımız ortaya çıkıyor. Bu insanlar bu ülfet ve rehavetten nasıl kurtulur, bir çare bul bize Yarabbi.

Afyon hapsi bir sinema olmalı, insanların değişik yerlerden toplanıp bir araya getirilmesi ve çok ciddi zulüm şartları içine itilmesi dönemin yönetiminin ayıbı desem ayıp yetmez ki. Cumhuriyetin mukaddes mahiyeti ve kelimesinin içine sığmaz bu zulümler. Onlardan af dilemek de yetmez. Cumhuriyet mukaddestir, deyip bu garip insanlara hiçbir canlıya reva görülmeyecek muamele yapmak  bir şekilde izah edilir. Birileri dini Anadolu’dan silmeye karar vermişler, bu yüzden ne yapıp yapıp bu kararlarını icra etmek durumundalar. Yaşlı ve hasta bir adamı beş tayyare takip ediyor, ne kadar korktukları belli. Korku delilik derecesine gelmiş, eğer iyi şeyler yapmış olsalar korkuya ne gerek var? Demek yaptığı fenalığı örtmek isteyen bir mantık ile hükmediyorlar. Ama bu korku bugün büyük oranda bitmiş durumda şimdi bu hareketleri yapan mantığı temsil eden insanlar korkuyor.

Tarihçede bu yapılanları anlatır: “Risale-i Nur’un teksir makinesi ile intişarı ve Anadolu’da nurların gittikçe inkişafı karşısında bu imani hizmeti durdurmak maksadı ile  harekete geçen gizli dinsiz komiteler, hükümete evham verdirerek, aleyhte  tahrikat yapıyorlar. Emirdağ, Isparta, Kastamonu, Konya, İnebolu, Safranbolu, Aydın gibi  daha birçok vilayet kasaba ve köylerdeki Nurcuların evlerinin aranmasına emir veriliyor. Nihayet 1947 senesinin son ayında Üstad Said Nursi ve onbeş kadar Nur talebesi Emirdağ’dan alınarak Afyon’a getirilir ve sorgularını müteakip tevkif ediliyorlar. Ve diğer vilayetlerdeki Nur talebeleri de tevkif edilerek Afyon’a celbediliyor. Böylece üçüncü Medrese-i Yusufiye hayatı başlıyor.”

Nurcular ne kadar büyük bir tehlike görülmüşki büyük bir coğrafyada  sekiz  şehir ve köy ve kasabalarındaki nurcular toplanıyor. Bu insanların toplandığı hapishanede  yapılan zulümlere tahammül yanında bir de büyük bir eser kaleme alınıyor.

Bediüzzaman şehirden şehire sürgün edilmenin yanında bir de koğuştan koğuşa sürgün edilir. Ama o yine bunun hikmetini anlatır. “Kalbe geldi ki gerçi nur şakirdleri her koğuşta hem kendileri hesabına hem senin bedeline tam Nur dersleri ile çalışıyorlar. Fakat bu beşinci koğuş bir nevi tecridhane olmasından tazeleniyor, değişiyor. Nur dersine daha ziyade muhtaçtır. Hem Rus’un dehşetli bir inkar ile ve Allah’ı tanımamak ile hücumunu yazan gazetelerin yazılarını okuyan gençler ve ihtiyarlar, elbette  iman-ı billahtaki mevcudiyet ve vahdaniyet-i ilahiyeye dair gayet  kati ve kuvvetli derslere  pek ziyade ihtiyaçları var diye tesbihatta kalbe geldi. Ben de sabah namazından sonra eksiden beri on defa okuduğum ve koca Y i r m i n c i   mektup risalesi  onbir kelimesinde hem onbir bürhan-ı vücub-ı vücud ve vahdet-i Rabbaniye  hem onbir müjde gayet parlak güneş gibi tafsilatla gösteren  ve bir rivayette  ismi Azam taşıyan bu tehlil ve tevhid-i muazzam, kudsi cümleyi  mütefekkirane tekrar edip Yirminci Mektub’un kısa bir hülasa tül hülasasını beraber düşünüyordum. Birden kalbe geldi ki. Bu kısacak hülasayı Nadir Hoca’ya ve buradaki  gençlere ders ver. Ben de Bismillah deyip başladım.”

Bediüzzaman aynı hakikatleri aynı cümlelerle anlatmaz, onun perspektif yani farklı noktalardan bakmak tarzı sanatçı mizacına uygun gelmez yeni şeyler söylediğini belirtir. “O dersi yazdığım zaman onlara söylemediğim bazı kelimeleri ve nükteleri  dahi yazmayı münasib gördüm.” Ayni tekrarların insan zihnini ikazda ülfeti doğuracağını bilir ve her şeye farklı yerlerden bakar. Onun perspektif kaynaklı düşüncesi klasik müfessir mantığından ayrılır.

Mesela Lailaheillallah cümlesini anlatırken birçok yerde bahsettiği bu kelimeyi bir cümle ile tarif eder. “Bundaki hüccet ise matbu Ayet ül Kübra risalesidir. “Yani Lailahe illallah Ayet ül Kübra’dır. Bu yüzden asırlar öncesinde Hazreti Ali Efendimiz (ra) ondan bahsetmiştir. Çünkü o “emsalsiz bir hüccet”tir, yani tevhid tarihinde böyle bir eser yoktur.” Bediüzzaman bunu bildiği için eserinin emsalsiz olduğunu belirtir. Bediüzzaman kısaca bu tevhid kelamının bölümlerini anlatır. İkinci kısımda Fatiha-i Şerifenin  bir muhtasar hülasasını yapar.  Bu tecrid koğuşundan temas koğuşuna geçiş sırasında yazılmıştır. Ne kadar çalışkan bir insan o hay huyun içinde bunu  yazmış, tembellere arzolunr, bahusus nefsime.

“Üçüncü medrese-i Yusufiyede  muvakkat  pek az bir zamanda  Tecritten Temasa  naklimde verilen yalnız birtek dersin  ikinci kısmı . Hapiste nur şakirtlerine  kısacık  bir ders nümunesidir. O da şudur. Fatiha-i şerife  d e n i z i nd e n  bir katre  ve g ü n e ş i n d e k i  elvan-ı seba  yani ziyasındaki  yedi renginden birtek lema beyan etmeyi  namazdaki Fatiha kalbe emretti. O pek şirin  hülasa-i  Kur’an’iyeden  yalnız imanın  rükünlerine ve hüccetlerine işaratını gayet kısa  bir muhtasar  hülasasını  birinci kısımdaki  tarz-ı ifade gibi kendim namazdaki  tefekkürümü  yazmasına bir cihette mecbur oldum. Bismillahihrahmanirrahim kelimesini Nur’un iki üç risalelerine havale edip  Elhamdülillahdan başlıyorum. Bismillahihrahmanirrahim. Elhamdülillahirabbilalemin.”

Demek Fatiha bir deniz biz o denize günde beş vakit kırk kere giriyoruz, yıkanıyoruz. Sonra o bir güneş ve yedi rengi var, o renkler ile boyanıyoruz. Nasıl güneşin yedi rengi eşyanın renklerini dokuyorsa Fatiha‘da bizim renklerimizi dokuyor ve bizi canlı hale getiriyor. Maddi güneşimiz ve manevi güneşimiz, maddi denizimiz ve manevi denizimiz. Bizi içten dıştan güneşler ve denizlerle kuşatmış Allah.

Eserin üçüncü bölümü “Eşhedüennemuhammeden Resullullah”  cümlesinin izahıdır. Bu cümle ile Sure-i Feth’in ahiri arasında mukayeseler yaparak Bediüzzaman konuyu izah eder. İki işaretten oluşur, ikinci işaret onbeş şahadetten oluşur.

Eserin ikinci bölümünde Ayet’ül Kübra’daki anlatım tekniği kullanılmıştır. Ne yaptığını anlatır. “Fatiha ahirindeki muvazenenin yalnız kuvve-i akliye cihetinde bir misalini  gayet muhtasar beyan edeceğiz” der. Burada da kahraman Ayet’ül Kübra’daki gibi seyyahtır. Seyyahın gözlemleri üç nümunedir. Daha sonra bahis yine değişir, dördüncü bir bahistir. Arabi hizbinurinin açılımıdır. Bu Arabi fıkra Allah’ın ilim, irade ve kudretini anlatır. Önce ibare alınır ve açılır izah edilir. Bu bölümü yazarken Bediüzzaman çok hastadır. “Bundan sonraki kısmı bütün ömrümde görmediğim dehşetli  ve semli bir hastalık içinde yazılmış. Kusuratıma mazar-ı müsamaha ile bakılsın.”

Bahis  Altıncı Şua’nın  daha değişik ifade edilmiş şeklidir. Tahiyyatı miraç olarak yorumlar ve anlattıklarını kelimeyi miraciye ve kudsiye olarak tasnif eder. Buradan bahis Allah’ın muhit ilmine geçer . Bediüzzaman onbir delilde Allah’ın ilminin ihatasına gözlemlerle cevap verir. Daha sonra  irade bahsine geçer. Arkasından kudret  bahsine intikal eder, Arabi fıkrayı yazar. Daha sonra anlatır. Dokuz basamakta da kudreti anlatır. El hüccet üz Zehra risalesi sona erer. Afyon Hapsinin muhteşem meyvesi ve bu şehrin ahirete intikal eden silüetidir. Bu şehirde bir mekanın veya bir kudsi mekanın adı olmalıdır Elhüccet üz Zehra. Dublin demek Ulyises demektir. Karamazof kadrdeşler  demek Sen Petersburg demektir. Paris demek Zola, Hugo demektir. İstanbul Yahya Kemal demekse Afyon da Elhüccetüz Zehra’dır.
Afyon mahkemesi elli dört cesur yüreğin mahkemesi Afyon Hapishanesi yine bu büyük insanların milleti İslamiyenin geleceği için çektikleri çilelerin mekanı ve Afyon da Elhüccet üz Zehra’nın maderidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum