Ahmet AKCAN
Akıl-III
Akla emanet edilmiş en ehemmiyetli vazife; kâinatın tüm eczasında müşahede edilen intizâmın farkına varmak, o nizâmın arkasında ilim ve hikmet ile tasarruf eden Rahman’ı isim ve sıfatları ile tanımak, ulûhiyetin şanına layık külli bir ubudiyete ulaşmak, mükevvenatta görülen nizâmı hayata taşımak, yani Ferman-ı Rahman Kur’an’ın istediği bir medeniyetin imarı için çalışmaktır. (*)
Aklın, kâinatın tüm unsurlarında tezahür eden nizâmı ve bu nizâmın Nazzam’ını kemaliyle görebilmesi için önce deruni gerçeklerini keşif adına seyahate çıkması, bir yönüyle kendi teşekkülünü tamamlamasının elzem olduğu düşünülmektedir. Evet aklın teşekkülünü itmam edebilmesi, mahiyetinin hususiyetlerini fethedebilmesi için önce içine yönelmesi, fıtrat haritasının camiyetini, yani genişliğini ve muhteva zenginliğini görmesi gerekmektedir.
Bu itibarla aklın teşekkülü, aklın terakki ve inkişafını intaç eden âlemin keşfinden önce gerçekleşmesini hikmet iktiza etmektedir. Çünkü akıl, kendisinde göremediği intizâmın failini harici âlemde de görememekte, eserlerde temaşa edilen mükemmeliyeti tesadüfler ve sebepler ile izah etmekte yahut mevcudatın kendisine vermektedir.
Nurlu eserlerde; câmi bir mikyas, küçük bir harita, doğru bir numune, hassas bir mizan olan hakikat-ı insaniyeye dair tefekküri seyahatin kat'i ve şuhudî, iz'anî ve vicdani itminana medar tahkiki bir imanı tevlid edeceği ifade edilmektedir. (E. Lahikası-1, 146) “Kim ki nefsini/kendini) bildi, Rabbini bildi” (Acluni, 2) ifadesi de, nefsini bilmenin Rabbini bilmenin öncesi olduğuna dikkat çekmektedir.
Evet kendi mahiyetini, mana ve muhtevâsını tanıyamayan, enenin sebep olduğu düğümleri açamayan, kendi teşekkülünü ve bütünlüğünü tamamlayamayan bir aklın, hududu nerede başlıyor, nerede bitiyor anlaşılamayan gayet geniş bir kainatta intişar eden nizâmın Nazzâm’ını görebilmesi, ilahi isimler ile kalben irtibata geçebilmesi herkes için mümkün görünmemektedir.
Aklın hakikat adına harici dünyaya dair seyahati ‘merak ayağı’ ile gerçekleşmekte, sorularla derinleşmekte, insanın anlam arayışı ihtiyacının fıtri olduğu görülmektedir. Aklın mânâ arayışları, kâinatta mütecelli ve münteşir intizamı kemaliyle görünceye, eşyanın hakikati ile yani esma ve sıfat cephesiyle irtibata geçinceye, hatta ölünceye kadar sürmektedir.
Akıl; vahdet-i ilahiye ile kemâlat-ı rabbaniyeye şehadet eden intizâmın varlığından hareketle, âlemin Mâlik-i Ebedisi Rahman ile kalbi münasebeti temin etmedikçe, içindeki boşluğu giderememekte, kalbin ıstırabını dindirememekte, neye ulaşırsa ulaşsın hakiki huzura erememektedir.
Aklın teşekkülü kemale erince, kâinata hükmeden nizamın kemalinden, failinin vahdetine intikal gerçekleşmekte, insan için şahsiyet ve hüviyet netleşmekte, dayandığı kavi bir merkez ve adandığı sabit bir kıble vücuda gelmektedir.
Yani akıl; enfüsi âlemde teşekkül safhasını itmam eder, sabit bir ‘şahsiyete’ ererse, yani şahsiyeti şuur derecesinde kavileşirse, insan için ‘Ferdiyet’ manası gerçekleşmekte, şahsiyeti hususi bir mahiyet kesbetmektedir.
Enfüsi teşekkül sürecinin kemale ermesi ile bir manada afaki tefekkür silsilesinde de derinlik gerçekleşmektedir. Yani kendi derûni teşekkül sürecini bitirip belli bir şahsiyete eren, mutlak dayanaklarımız Kur’an ve Ehadis-i Sahiha ile irtibatını tesis eden bir akıl; mahlûku olduğu Rahman’ın isim ve sıfatlarının mutlakiyetine, kendi mukayyet mahiyetine olan vukufiyeti kat’iyyetinde bir itminan derecesine yükselmektedir. Zaten cüz’i ve sınırlı vasıflarımız, mutlak ve muhit olan ilahi sıfatların bilinmesi noktasında bir ‘vahid-i kıyasi’ vazifesi görmektedir.
Evet evet! Mahiyetinin sırlarını ve sınırlarını keşfeden, bir yönüyle teşekkül silsilesini itmam eden bir akıl; ilahi bilgi hazinesi Kur’an ile münasebete geçmekte, kendi kemalatını gerçekleştirmek üzere marifetullah, muhabbetullah ve müşahedetullah gibi manalardan nasibi ziyadeleşmekte, emanet-i kübraya hâmil emin bir ‘Halife-i Arz’ manası fiiliyata geçmektedir.
Teşekkül safhasını tamamlayamayan, ilahi hakikatler ile, yani Kur’an ve Esma-i İlahiye ile kavi bir münasebet kuramayan bir akıl, kendi dünyasında keşmekeşten kurtulamadığı gibi, harici âlem ile de sağlam irtibatlar tesis edememektedir.
Bir akıl kendi içinde ne kadar dengeli olursa, yani hadd-i vasata ulaşırsa, o ölçüde harici dünya ile mantıklı ve hikmetli münasebetler vücuda gelmektedir.
Elhasıl; akıl teşekkül sürecini tamamlar, kendi içinde itidal ile dengeye ulaşırsa, yani ifrattan ve tefritten kurtulursa hikmet mertebesine ermektedir. Hikmet mertebesine ulaşan, kelam-i ilahi Kur’an ile sahih bir münasebet kuran, sünnet hedefli bir anlayışı esas alan akıllar, ‘aklıselim’ ile isimlendirilmektedir. Fıtri mecralarını bulamayan, teşekküllerini tamamlayamayan akıl sahiplerinde i’tidalli bir fikriyat, istikametli bir hayat vücuda gelmemektedir.
Deruni gerçekleri ile yüzleşmeyen, İslami sabiteler ile sağlam bir irtibatı tesis edemeyen akıllar, teşekküllerini ikmâl edememekte, erdemli bir şahsiyete erememekte, tutarsız fikirler ile kendilerine ve takipçilerine zarar verdikleri görülmektedir...
(*) “Sizi topraktan O yarattı. Ve sizin yeryüzünde ömür sürüp oranın (dünyanın) imarına memur kıldı.” (Hud, 61) ayetinin delaletiyle, hilkat-i insanın vazife külliyetinden birisi de, ilahi emir ve nebevi sınırlar çerçevesinde dünyanın imarını gerçekleştirmek, İslami bir medeniyeti inşa etmektir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.