Himmet UÇ
Akif’in son yılları ve vefatı
1923-1925 yılları arasında kışı Mısır’da geçiren baharda İstanbul’a gelen Mehmet Akif, 1926 kışından sonra memleketimize uzun süre dönmedi. Mısır’daki vazifesi Cemaitül Mısriyye Darülfünun’unda Edebiyat-ı Türkiye veya Türk dili müderrisliği idi. Şairimiz bu vazifesinde İstanbul’a son dönüşüne kadar, yani 1926-36 seneleri arasında çalıştı. Mısır’da Kahire’ye değil burada oldukça uzak bir köyde Hilvan’da yaşıyordu. Kahire’ye Darülfünundaki derslerini vermek için haftada ancak iki gün inmekteydi.
Mehmet Akif’in Hilvan’daki hayatını sayısı pek az mektupları ile burada iken yazdığı şiirleri ile aydınlatmak mümkündür. Akif’in 18 ikinci kanun 1341/1926 tarihli bir mektubunda şu satırlar vardır: “Bugün bir iş göremediğimden dolayı hiç müteessir, hiç meyus değilim. Yok yok yeis kadar meşum bir his olamaz. Onu kalbin harim-i imanına asla yaklaştırmamalı. Yalnız ümidi, azimle mücahade ile teyide çalışmalı. Vellezine cahedu fina lenehdiyennehüm sübulena, bizim uğrumuzda mücadele edenleri muhakkak surette şehrah-ı saadete çıkaracağız. Hem insan muvaffak olmasa bile, gaye uğruna ölmek de bir hayat-ı ebedidir. Hikaye meşhurdur: Karıncaya nereye gidiyorsun demişler, Hacca demiş. Sen bu bacaklarla Hicaz‘a nasıl varırsın demek istemişler. Varamazsam yolunda olsun ölürüm a cevabını vermiş. Dünyada bu kadar yüksek söz olamaz.”
Akif, 1925 baharında bir seyahat yapmak isteğine düştü. İslam medeniyetinin vaktiyle bütün parlaklığıyla yaşadığı bir yer olan İspanya’ya gitmek, Elhamra harabesini görmek, sonra İstanbul’a gelmek tasavvurunda bulunuyordu. Bu husustaki düşüncelerini 25 kanun-ı Evvel 1341 tarihli mektubunda buluyoruz: ”Baharda Elhamra’yı temaşa edip yazın tasvirine çalışacağım, gelecek kışa Himalaya dağlarına çıkarak Ganj vadilerinde dolaşarak öbür baharda Hint şiirleri yazacağım” diyen Akif bu isteklerinden hiçbirine erişememiştir.
Akif‘in Hilvan’da geçirdiği münzevi hayatı sırasında neler okuduğunu bilmiyoruz. Yalnız Hindli şair Muhammed İkbal’in kim tarafından gönderildiğini bilemediği iki eseri, onu pek sevindirmiştir. Bunlardan biri çok güzel gazelleri, kıtaları içine alan Peyam-ı Meşrık’tır. Akif vaktiyle Sebilürreşat idarehanesinde görüştüğü birkaç Hindli vasıtasıyla Safahat’ını gönderdiği Hindli şair İkbal’in bir risalesini Ankara’da iken okumuş onunla kendisi arasında benzerlikler bulmuştur. “Şarkta yetişen urefa-yı sufiyenin bütün eşarını okuduktan sonra Almanya’ya giderek Garp felsefesini adamakıllı hazmeden İkbal hakikat yaman bir şair. Zaten Hint Müslümanları arasında, ismini bilmeyen, şiirlerini ezberlemiş olmayan yoktur. İkbal’in Arapça’sı da kuvveti benim Türkçedeki tasarrufumdan biraz aşağı. Eğer Hazret’in üslubu da yeni olsaydı İran edebiyatında kıyametler kopardı” diye sözünü ettiği bu Hintli şairden çevirdiği;
“Heyecana verdi gönülleri
Heyecanlı nağmesi gönlümün
Ben o nağmeden müteheyyicim
Ki yok ihtimali terennümün” mısralarından ibaret bir kıtası da vardır.
Mısır’da Akif, Safahat’ın Gölgeler bölümünü yazmıştır. Hilvan da yazdığı manzumeler arasında önceleri yazdığı şiirlerin çoğunu teşkil eden içtimai hikayelere artık hemen hiç rastlanmaz, bu yolda eser veremeyişinin sebebini, yaşadığı münzevi hayatı ve muhiti düşünürsek izah kolaylaşır. Yine Hilvan’a gitmeden yazdığı şiirlerinde Akif’in en göze çarpan hususiyetlerinden biri de Ayet ve Hadislerin tefsirini mevzu almasıydı. Bilhassa Balkan harbi, umumi harp, İstiklal savaşı sıralarında ve bazı yıllarda bir kitap meydana getirebilecek kadar çok örneklerini verdiği bu türlü manzumelerine de artık rastlamıyoruz.
Akif, dini lirik şiirlerini 1926’da yazdı. Gece, Hicran ve Secde başlıklı üç şiiri hemen aynı zamanda 1926 Ocak ayının 5, 10, 15. günlerinde Sebilürreşat’ta basılmıştır. Bu tarihlerde yazılan üç şiirinden başka Hüsam Efendi Hoca adlı mevzuunu Abdülhamit devrinden aldığı on beyit tutan hikayesi vardır.
Mısırda yazdığı şiirler, Hz. Muhammed’in (asm) doğum tarihi olan 12 Rebiyülevvel dolayısıyla muhtelif yıllarda yazdığı muhtelif şiirleri vardır. Bunlardan en eskisi 1909 yılına aittir, bir kısmının ne zaman yazıldığı bilinmeyen Leyle-i Saadet, Leyle-i Viladet başlıklı bu manzumelerinden beşi Naat’dır. Bu arada eseri Safahat hakkında bir dörtlüğü vardır.
Eşref Edip Safahat’ı yeniden bastırıp şaire göndermiştir. Ona bu kıtayı söyler;
Arkamda kalırsın beni rahmetle anarsın
Derdim sana baktıkça a biçare kitabım
Kim derdi ki sen çölde senin arkanda kalsın
Uğrunda harab eylediğim ömr-i harabım.
Akif, 1936 yaz mevsiminin başlangıcında Mısır’dan İstanbul’a döndü. Vapurdan çıkar çıkmaz davet edilmiş olduğu Prenses Emine Abbas Halim’in Maçka’daki apartmanına gitti. Burada misafirlikten sonra tedavi edilmek üzere Nişantaşı’ndaki Sağlık Yurdu’na götürüldü. İstanbul’a döner dönmez 170 küsur lira emeklilik maaşı da kendisine tahsis edilmiştir. Daha sonra Mısır Apartmanında kendisine ayrılan dairede bir süre kaldı. Oradan Prens Halim Bey’in Alemdağı’ndaki çiftliğine gitti, daha Mısır’da iken hayatının son günlerini geçirmeyi kararlaştırdığı bu çiftlikte kaldı. Aktif Mısır’dan memleketine döndükten sonra altı ay yaşayabildi.
27 Aralık 1936. Ölümü ve basın tarihine rastlayan Pazartesi gecesi saat 7.45’te ebedi sükunetine gitti. Mithat Cemal Kuntay Mehmet Akif için başlıklı kıtasını yazdı.
“Toprak, ona sen kol kanat ol öyle kucakla
Bilmesin o gökten de adında da temizdi
Koynunda yatan gölge bizim Akif’imizdi” mısraları onun sevgisini ifade eder.
Akif’in ölümü şöyle haberleşir:
“Bir müddetten beri rahatsız bulunan üstad şair Mehmet Akif’in hayata gözlerinin yumduğunu dün gece geç vakit acılar içinde haber aldık. Büyük şair ölümüyle irfan hayatımızda derin bir boşluk bırakmış, kendisini seven, hürmet eden binlerce okuyucusunu sonsuz teessürler içerisinde bırakmıştır.”
Mehmet Akif’in cenazesi bugün Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanından kaldırılacak, namazı öğleyin Bayezıt camiinde kılındıktan sonra Edirne kapısındaki makberesine defnedilecektir. (Cumhuriyet 28 Kanun-ı Evvel 1936 Pazartesi)
“Son günlerini yaşayan 1936 yılı, yeni seneyi terkedip giderken aramızdan pek aziz bir vücüdu da alıp götürdü. Bu ağır masiyeti kendinden önce sönüp birer sönük gölgeye dönen yıllar arasında temeyyüz etmek için mi yaptı ve şimdi, o ebediyete götürdüğü aziz şahsiyetle bütün o eski yıllara karşı tefahür mü ediyor? Hakikat ne olursa olsun biz melal içindeyiz. Çünkü şair Akif’i kaybettik. Keşki bir değil birçok yıllar, ömrümüzü hırpalaya hırpalaya geçip gitseydi, fakat Akif yaşasaydı.” (Cumhuriyet, 29.12.1936)
“Bugün okuyucularımıza büyük bir kaybı haber vermekle elem duyuyoruz. Her gün her yerde merasimde veya hususi toplantılarımızda milli heyecanımızı ifade vaziyetlerinde hürmetle söylediğimiz istiklal Marşı’nı yazmış olan büyük ve değerli şair Mehmet Akif dün gece gözlerini hayata kapamıştır.“ (Kurun, 28 Kanun-ı Evvel 1936)
Üstad Akif’in cenazesi Beyoğlu hastanesinden otomobil ile alınmış, Bayezıt camiine getirilmiştir. Merasime buradan başlanmıştır, öğle namazından sonra cenaze namazı kılınmıştır. Üstadın tabutu Türk bayrağına sarılmıştır. Cenazeye Mehmet Akif’i tanıyan birçok şair ve edipler, üniversite profesörlerinden bazılarıyla üniversite talebeleri ve diğer mektep talebeleri gelmişlerdir. Gençler tabutu musalla taşından elleri üzerinde kaldırmışlardır. Üniversite gençleri, tabutun cenaze arabasına konmasına razı olmamışlar ve mezarına kadar el üstünde götüreceklerini söylemişlerdir. Büyük şairin tabutu, bu suretle havanın karlı olmasına rağmen, eller üzerinde Edirnekapıya götürülmüştür. İki genç tabutun önünde üniversite edebiyat fakültesi talebe kurumunun çelengini taşımıştır.
Cenazeyi ekseriyetini gençler teşkil eden büyük bir cemaat takib etmiştir. Fatih Semtinde’de bazı mektep talebeleri yollara dizilerek Akif merhumun cenazesini saygı ile karşılamışlardır. Cenaze Bayezıt, Şehzadebaşı, Fatih, Edirnekapı caddelerinden geçerken halk şapkasını çıkararak son hürmet eserini göstermiştir. Merhumun defnedildiği yer Edinekapı şehitlik karşısındaki kabristandır. Burada eski dostlarından ve merhum Naim yatmaktadır. Üstadın makberesi onun yanındadır, biraz daha ileride merhum şair Süleyman Nazif’in makberesi vardır. Üstadın tabutu makberesinin yanına indirilmiş etrafını gençler çevirmiştir. Merhumun kabri başında son merasim yapılmış, çelenkler konulmuştur. Gençler ve mezar başında bulunanlar hep bir ağızdan şairin İstiklal mücadelesinde en büyük ve ebedi eseri olan istiklal Marşını derin bir heyecanla söylemişlerdir. Bu dakikalar çok yüksek duygular içinde geçmiştir. Yapılan hamasi ve edebi konuşmalardan sonra insanlar mezardan ayrılmışlardır. (Açık Söz, 1 kanun 1936, Nizamettin Nazif Tepedelenli.)
Kaynaklar:
Fevziye Abdullah Tansel, Mehmet Akif Ersoy,irfan Yayınevi, İstanbul 1973.
Akifname, Balıkesirli Hasan Basri Çantay, İstanbul 1966.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.