Himmet UÇ
Âl-i Beyt kavramının muhiti ve mesaili üzerine
Âl-i Beyt konusu günümüzde farklı şekillerde algılanmıştır. Bediüzzaman Âl-i Beyt ’i klasik Âl-i Beyt kelimesinin tazammun ettiği manaların dışında, bu kelimenin kavramsal bütünlüğü ve ihtiva ettiği mana doluluğuna işaret etmiştir. Âl-i Beyt’in günümüzde doğru anlaşılmasını ve Âl-i Beyt gibi yaşamada takib edeceği yol haritasını belirlemiştir. Onun için önemli olan kavramdan ziyade davranışa yansıyan bir Âl-i Beyt algısıdır.
Âl-i Beyt, o kadar geniş muhiti olan bir konudur ki, Şia ve Alevilik çok farklı uzantılarıdır. Fakat Âl-i Beyt, İslam dinini, İslam tarihini, mücadele tarihini, itikad tarihini, milletler ve münasebetlerini, sosyolojisini, ilmini, duygusal gelişmesini, sanatını, edebiyatını, dinin anlatımını, daha birçok meseleyi etkileyecek ve etkilemiş bir boyuttadır.
İslam’ın doğduğu dönemlerdeki olaylar, daha sonraki yapıyı oluşturacak büyük vakaları ortaya çıkarmıştır. O vakalar da, o kadar büyük ihata sahibi ki, günümüze kadar her şeyi etkilemişler ve etkilemektedir. Mesela Bediüzzaman’ın Cadde-i Kübra’yı tarifte gösterdiği ihata, Âl-i Beyt’in ne kadar uzun bir tesir alanının olduğunu gösterir. “Cadde-i Kübra, ebette velayet-i kübra sahipleri olan sahabe, asfiya, tabiin, eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidin caddesidir ki doğrudan doğruya Kur’an ‘ın birinci tabaka şakirtleridir.” Bunlar Ehl-i Beyt’ten yetişen saltanata bilfiil girmeyen ve karışmayan en salahiyetli manevi nüfuz, ilim ve riyaset sahibi imamlardır. Bunlardan biri de Bediüzzaman’dır. O da siyaset ve saltanata bilfiil girmemiş, fikirleri ile yönlendirmiştir. Talebelerini de siyasetten uzak tutmuştur.
Bunlar çok farklı ve büyük insanlardır. Eimme-i Âl-i şan, Eimme-i din, Eimme-i Ehl-i Beyt, Eimme-i Erbaa, Eimme-i isna aşer… Bunların üzerinde durmak da çok uzun bahisleri gerektirir. Ehl-i Beyt imamları, İslam’ın tesisi dönemlerinde büyük görev yaptıkları gibi, dinin zaman içinde kıratının bozulması ile onu düzelten, kıvama getiren, ondan batıl olanları ayıklayanlar da yine Ehl-i Beyt’ten veya Âl-i Beyt’ ten çıkmışlardır.
Peygamberimizden (asm) sonra mehdiler kervanı vardır ki, bunlar çeşitli zamanlarda din-i mübîni maruz kaldıkları tehlikelerden korumak için çalışmışlardır. Bunlar umumiyetle soy itibarıyla Hasanî ve Hüseynî olan insanlardır. Bütün hayatları İslam’ı safiyetine avdet ettirmek için çalışmaktır. Bu açıdan Bediüzzaman da bunların önemlilerinden, en büyüklerinden, hatta en büyüğüdür. Bu zatlar akaid ve amel noktasında büyük teorisyen ve eleştirmendirler. Kuralları ve esasları vazederler. Bediüzzaman bunların birçoğuna işaret eder. Mesela, eşyanın hakikati konusunda fikirleri vardır. “Sahabe ve asfiya-i müctehidin ve eimmei ehl-i beyt, hakaikü’l eşyayı sabitetün derler ki, Cenab-ı Hakkın bütün esmasıyla hakiki bir surette tecelliyatı var. Bütün eşyanın Onun icadıyla bir vücud-u arizisi vardır. Ve o vücut çendan Vacibü‘l vücud ‘un vücuduna nisbeten gayet zaif ve kararsız bir zıll bir gölgedir. Fakat hayal değil, vehim değildir. Cenab-ı Hak Hallak ismiyle vücut veriyor ve vücudu idame ediyor.” der.
Bediüzzaman Âl-i Beyt’in bir imamı olması itibariyle, Alevilik hareketini de Âl-i Beyt’in müstakim vadisine çekmek için ılımlı ve kucaklayıcı yorumlar yapmıştır. Çünkü Osmanlı’dan bugüne Âl-i Beyt’i sevenler ile Aleviler arasında ılımlı bir duruş kanonu ortaya konmamıştır. Bediüzzaman bütün sapmaları hatt-ı müstakime çekmeye çalışan bir duruşun sahibidir. Ermeni olsun, Hristiyan olsun, Alevi olsun, Ehli tarik olsun, onların hepsini müstakim hatta çekmiş veya çekmek gayreti göstermiştir. ”Ey ehl-i hak olan Ehl-i sünnet ve’l cemaat ve ey Âl-i Beyt’in muhabbetini meslek ittihaz eden aleviler. Çabuk bu manasız ve hakikatsiz haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde alet edip ezmesine istimal edecek. Bunu mağlup ettikten sonra o aleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-ı kudsiye mabeyninizde var iken, iftirakı iktiza eden cüze meseleleri bırakmak elzemdir.” der.
Ehl-i Beyt’in başına çok belalarının gelmesinin nedeni onların dinde gördükleri yanlışları düzeltmeleri, yönetici sınıfının ve saltanat grubunun işine gelmemesidir. Peygamberimizden (asm) bir süre sonra, hakikate tahammül edemeyen saltanat sevdalıları bunları öldürmek suretiyle seslerini kısmış ve menfaatlerinden olmak istememişlerdir. Hz. Ebu Zer’in Hz Muaviye’ye yaptığı eleştirilere Hz. Muaviye’nin tahammül etmemesi gibi. Hz. Ebu Zer, Ehl-i Beyt’in safiyetine inanan ve ondan sapmalara rahatsız olan biridir. Nur hareketi içinde de davanın safiyetine uygun düşünenler daima ezilmiş ve kenara, köşeye itilmişlerdir. Aynı mücadele yine devam etmektedir.
Peygamberimiz (asm) Âl-i Beyt’e sevgiyi teşvik etmiştir. Çünkü onlar adeta dinin kendisinde meskûn olduğu bir büyük manevi beyti veya malikâneyi veya anlam bahrını anlatır. Âl-i Beyt Peygamberimizin (asm) mehdine mazhar olup itibardan gördüğü için sürekli hırpalanmış ve Âl-i Beyt’in mensupları büyük belalar ve sıkıntılara maruz kalmışlardır. İslam’ı kabul etmenin yanında, onların sevgili ve sevimli tahaffuz edilmesinden dolayı, başka maksatları için onları büyük zulümlere itmişlerdir, öteki dediğimiz insanlar. Hz Ali katledilmiş. Hz. Hasan zehirlenmiş. Hz. Hüseyin Kerbela’da katledilmiş. Hz. Hüseyin ile birlikte birçok aile üyesi, adeta nesli kesilsin mantığı ile mahvedilmiştir. Âl-i Beyt’in katl ve nefye maruz kalmışlar, büyük belalara duçar olması beytin kökleşmesini engelleyememiş, din-i mübîn o beytin mukaddes iklimi ile yaşamış ve hayatını devam ettirmiştir.
Peygamberimizin (asm) Âl-i Beyt’ine sevgiyi emretmesi akrabalık bağları için değil, onların din konusundaki gayretlerini korumak manasındadır. Bunu Bediüzzaman şöyle izah eder: “Bu manaya göre karabet-i nesliye cihetinden gelen bir fayda gözetilmiş görünüyor. Hâlbuki karabet-i nesliye değil belki kurbiyet-i ilahiye noktasından vazife-i risalet cereyan ediyor. Resul-i Ekrem (a.s.m) gayb aşina nazarıyla görmüş ki Âl-i Beyt’i âlem-i İslam içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Alem-i İslam’ın bütün tabakatında kemalat-ı insaniye dersinde, rehberlik ve mürşitlik vazifesi görecek zatlar ekseriyeti mutlaka ile Âl-i Beyt’ten çıkacak. Yani nasıl millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nurani rehberler, Hazreti İbrahim’in âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi, Ümmet-i Muhammediye de (a.s.m.) vazife-i azime-i islamiyette ve ekser turuk ve mesalikinde enbiya-ı beni İsrail gibi Aktab-ı Âl-i Beyt–i Muhammediyeyi görmüş. Onun için Âl-i Beyt’e karşı ümmetinin meveddetini istemiş. Bu hakikatı teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş “Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz necat bulursunuz. Biri kitabullah, biri Âl-i Beyt’im. Çünkü sünnet-i seniyyenin muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyt’tir.“
Peygamberimizin (asm) mübarek abasını Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Fatıma’nın, üzerine örtmesi de hem bir şefkat, hem de bir geniş boyutlu sembolik bir harekettir. Bediüzzaman o boyuta şöyle işaret eder: “Sırlarından bahsetmeyeceğiz. Yalnız vazife-i risalete taalluk eden bir hikmeti şudur ki: Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselam gaybaşina ve istikbalbin nazar-ı nübüvvetle otuz kırk sene sonra Sahabeler ve Tabiinler içinde Hazreti Aliyi (r.a.) ümmet nazarında tathir ve tebrie etmek ve Hazreti Hüseyin‘i (r.a.) taziye ve teselli etmek ve Hazreti Hasanı (r.a.) tebrik etmek ve musalaha ile mühim bir fitneyi kaldırmakla, şerefini ve ümmete azim faydasını ilan etmek ve Hz. Fatıma‘nın (r.a.) zürriyetinin tahir ve müşerref olacağını ve Ehl-i Beyt unvan-ı âlisine layık olacaklarını ilan etmek için o dört şahsa kendiyle beraber Hamse-i Âl-i Aba ünvanını bahşeden o abayı örtmüştür.”
Âl-i Beyt konusunun bir hayatı damarı da sünnete uymaktır. Âl-i Beyt’e sevgiyi emreden Peygamberimizin (asm) bu emri, çok zaman kuru bir sevgi ile geçiştirilmiş, hayata, yaşamaya dönük bir Âl-i Beyt sevgisi biçimlendirilmemiştir. Âl-i Beyt’ten olan birçok insan bile, din ile bağlarını koparmış, günah ve gaflet içinde yaşamıştır. Bediüzzaman, ibadeti İslam’ı temaların esaslarından kabul eder. Sünnet-i Seniyye de ibadetin tamamlayıcısı ve onun koruyucusu durumundadır.
Aslında Bediüzzaman’ın bütün anlattığı konular Âl-i Beyt’ in davalarıdır. Bu yönden dava Âl-i Beyt’in davasıdır. Bütün bahisler bu büyük davanın istasyonunda birleşir, temerküz eder. Bediüzzaman İşârâtü’l İ’câz’ın başında Âl-i Beyt’in başı olan Peygamberimiz‘i (asm) bir dramatik sahne ile anlattığı temaların izahı, yine Âl-i Beyt’in İslam’ın tesisinden itibaren başlayan mücadelesidir. Bu mücadele zaman zaman kılıç ile zaman zaman nasihat ile zaman zaman, bürhan ile delil ile yapılmıştır. Şimdi o kılınçlar Risale-i Nur’lardır. Onların fütuhatı Âl-i Beyt adınadır. Haşir ve Ayetü’l Kübra’nın delil kuvvetini anlatırken, Ayetü’l Kübra için, ”dinsiz dalalete karşı kırılmaz bir kılıç isteyenler, Ayetü’l Kübra’ya müracaat etsinler” demesi yine Âl-i Beyt’in adına kullanılan bir fütuhat kılıcıdır. Hz. Ali Âl-i Beyt’in önemli unsurudur. O kılınca işaret etmiştir.
Âl-i Beyt Peygamberimizin (asm) tavsif ettiği gibi, sayısı sınırlı birtakım insanlar manzumesidir. Ama Âl-i Beyt bu kadar sınırlı değildir. Bir merkezkaç kuvveti ile onların yanında yer alan büyük bir Âl-i Beyt muhibbanı ve onları korumakla adeta irsi güçleri olan insanlar vardır. Neseben Âl-i Beyt’ten olmasalar bile azametli, büyük zatlar onların yanında yer almıştır. Dolayısı ile Âl-i Beyt sınırlı bir insan kümesi olmanın ötesinde, bir sabikûn grubudur.
Ağaçların dallanıp budaklanıp, meyve vermesi ve ülkeleri bataklıktan kurtarması gibi Âl-i Beyt ağacı da günümüze kadar bulunduğu ülkelerde, dinin korumasını üstlenmiştir. Bütün manevi rehberler o beytten çıkmıştır. Ama Âl-i Beyt’in müspet eylemleri yanında, onun sevgisini nefrete dönüştüren bazı kesimler, meseleyi kötü vadilere, olumsuz yollara çekmişlerdir. Hz. Peygamber (asm) Âl-i Beyt’in bir üyesi olan Hz. Ali‘ye söylediği cümleler, onun şahsında sevginin istimalindeki farklılıkları anlatır: “Sende, Hz İsa gibi iki kısım insan helakete gider. Birisi ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat -ı adavet” der. Bediüzzaman bu muhabbeti ikiye ayırarak şöyle anlatır: “Muhabbet iki kısımdır. Biri mana-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem Aleyhisselatü vesselam hesabına, Cenab-ı Hak namına, Hz Ali, Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt’i sevmektir. Şu muhabbet, Peygamberimizin (a.s.m.) muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adavetini iktiza etmez. İkincisi mana-yı ismi ile muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hz. Peygamber Aleyhisselatü vesselamı düşünmeden, Hz. Ali’ nin kahramanlıklarını ve kemalini ve Hz. Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hatta Alllah ‘ı (c.c.) bilmese de Peygamberi (a.s.m.) tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek peygamberimizin (a.s.m.) ve Allah’ın (c.c.) muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa başkalarının zemmini ve adavetini iktiza eder. İşte işaret-i nebeviye ile ve Hz. Ali hakkında ziyade muhabbetlerinden, Hazreti Ebubekir-i Sıddık ve Hz. Ömer’den teberri ettiklerinden, hasarete düşmüşler ve o menfi muhabbet sebeb-i hasarettir.“ (Mektubat)
Âl-i Beyt’e sevginin birilerinde nefret duygusu uyandırması olumsuzluklara neden olmuştur. Peygamberimizin (asm) bu güzide nesli, hem büyük kıyımlara maruz kalmış, hem de sevgiyi ayarlayamayanlar da menfi tutumlar ortaya koyarak yanlış muhitler ve mezhepler oluşturmuşlardır. Çünkü sevgi ayarlanması en zor şeylerden biridir. Âl-i Beyt sevgisi de öyledir. Ama bazı yanlış uygulamalar olsa da Âl-i Beyt, tarih boyunca dini koruyan ve onun için her sıkıntıya katlanan insanları da çıkarmıştır. Bunlardan biri de ahir zamanda Müslümanların, hatta dünyanın ümidi olan Mehdi‘dir.
Ahir zamanda Mehdi’nin yaptıklarının muhiti o kadar geniştir ki, klasik mehdi algısının ütopik karakterinin yanında, çok gerçekçi bir faaliyet ve değişim projesidir. Ama kütüb-ü İslamiye hala o gerçekçi dünyayı toparlayan zihniyet olarak yenileyen Mehdi manasından çok uzaktır. Âl-i Beyt konusundaki mübahaselerde, Mehdi’nin ahir zamandaki tutumu çok özel bir yorumlar zincirini oluşturur. Bir büyük anlamlandırma okyanusu yanında, klasik mehdi algısı bir cengâver manası olarak hala kendisini korumaktadır. Çünkü mehdi konusunda çok ironik ve çok anlamlı beyanlar vardır. İroni düzeylerini anlamaktan uzak, avam, yüzeysel âlimler mehdi manasını bir kahramanı İslam gibi görüp, Ortaçağ’daki fütuhatlara benzer şeyler yapacaklarını düşünürler. Asrı ve ifade şekillerini tanıyan Bediüzzaman, konuya çok açık bir yorum getirmiştir. Onun mehdi konusundaki fikirleri, Âl-i Beyt’in kavramı içinde yer alır. Kendi yaptığı ile sınıflandırdığı manalar zinciri, farkında olmadan birbirini işaret eden yorumlardır.
Âl-i Beyt kavramını alevlendiren ve İslam dünyasında büyük düşmanlıklara neden olan çöldeki katliamdır. Bu olay, insanların istikametli düşünmesini sabote etmiştir. Yapanlar, yaptıklarının nasıl büyük bir olumsuz olaylar zincirine neden olacağını düşünmemişler ve kin ve ihtiras ile olayı ortaya koymuşlardır. Âl-i Beyt konusu, bütün tarihi, yerine göre aydınlatan, yerine göre zehirleyen bir mesele haline gelmiştir. Bediüzzaman’ın ahir zamanda Âl-i Beyt’in vazifesi olan din-i mübîni koruma konusunda nesebi Âl-i Beyt olmayan telkin ve tavzif cemaati, Âl-i Beyt’i tarihte olmadığı kadar büyük bir genişlikte, bir büyük vazifenin sorumluluğu altına almıştır. Âl-i Beyt’in yeni binası Risale-i Nur hareketinin içinde temekkün eden binadır. Bu bina, bütün dünyayı ve âlemi İslam’ı içine alan bir ebniye-i kutsiyedir. Kudsi binalar zinciridir, dershanelerdir, okullardır, hayatın kendisidir. Âl-i Beyt’in beyannamesi hükmünde olan Risale-i Nur’un okunduğu her yer, Âl-i Beyt’in mukaddes beytinin odaları veya evleridir. Onun talebeleri de Âl-i Beyt ahir zamandaki üyeleridir.
Âl-i Beyt, bütün dinin etrafında dolaştığı, müsbeti ile menfisi ile adeta bir çekirdektir. Âl-i Beyt bütün hareket noktalarının odağında bir kavram veya manadır. Âl-i Beyt sevgisinin Peygamberimiz (asm) etrafında şekillenen kısmı ile Hz. Ali etrafında şekillenen kısmı farklı tarihi olaylara neden olmuştur. Bütün din de bu iki yansımanın tezahürleridir. Birinde sahabe mesleği, diğerinde velayet mesleği ortaya çıkmıştır. Nur talebeleri bu iki velayet ve sahabe mesleğini imtizac ettirmişler, farklı bir yol ortaya koymuşlardır. Bu Bediüzzaman’ın tasarım zekâsından ve sentezlemesinden ileri gelir.
Âl-i Beyt’in varlığı, velayet ve sahabe mesleklerinin varlığını doğurmuş olmanın yanında, bir de saltanat, hilafet ve hizmeti Kur’an’iye yolları ortaya çıkarmıştır. Bu iki mesleğin o dönemde ayrışması gerekirdi. Dine hizmet ile saltanat arasındaki farklılık ortaya çıkmalı idi. Bunu Allah (c.c.) bir ihtilafın varlığı ile ortaya çıkardı. Yollar daha başlangıçta tezahür edince, o şekilde bugüne kadar geldi. Bediüzzaman’ın, özellikle saltanat ve hilafetten uzak durması, sistemle kavga etmek gibi bir saltanat hevesi olmayışının özünde, onun da saltanatın insanda hizmeti diniye hissisi öldüreceğini bilmesinden dolayıdır. “Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise hakaik-i İslamiyeyi ve ahkâm-ı Kur’an’iyeyi muhafazaya memur idiler “der.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.