Nurettin HUYUT
Allah güç versin
“Doğa ve şans” başlıklı yazımdaki bir cümle nedeniyle bir okuyucu hassasiyet göstererek uzunca bir yorum göndermiş.
Cümle şöyle: "O halde duaların tesiriyle bir takım sebepleri yaratarak ona manevi güç veren Allah’a minnet duygularını dile getirmen çok mu zordur?" demiştim. Bu cümledeki “manevi güç” kelimesine takılmış ve “Allah'ın hiç bir şekilde sebeplere tesir vermediği gözden kaçmış galiba." Diyerek Risale-i Nurdan konu ile ilgili bölümleri cevap olarak göndermiş.
Mesele önemli olduğundan es geçemezdim. Orada kısa bir yorumla cevap yazmak yerine özel bir yazı ile konuyu irdelemeyi daha uygun gördüm.
Önce benim ifademle Üstadın ifadesini karşılaştıralım sonra da meselenin izah kısmına geçelim.
Benim cümlemi yukarıda verdim bir de Üstadın cümlesini görelim isterseniz;
“Fakat bazı cüz'î esbabın ehemmiyetsiz şeylerde icada müdahaleleri ve bir parça medh ü sena kazanmaları, saltanat-ı rububiyetine ne zarar verir?”
Buradaki icad kelimesi yaratmak anlamına geldiğine göre şöyle bir sonuç çıkmaktadır. Yaratma gücüne sahip olma, yaratabilme kabiliyetine haiz olma veya yaratmada ortak olma şeklinde anlaşılmalıdır. Bu ne kadar da küçük olursa olsun fark etmez. En küçük bir zerreyi dahi Allah’tan başkasının yarattığını kabul etmek demektir.
Biraz daha açarsak yaratma gücünün veya her hangi bir sebebin kendisinde bizatihi bulunması demektir. Yani bu gücü Allah’tan almıyor anlamındadır. Bizzat kendisinde var olduğunu kabullenmek şeklinde izah edilmelidir.
Elbette böyle bir müdahale kabul edilemez.
Oysa benim cümlede tesir gücü yine Allah’tan geldiği ifade ediliyor.
Her şey Allah’tandır hakikatine uygun bir ifade olduğunu düşünüyorum. Eğer böyle kabul etmezsek o zaman Vahdet-ül Vücut mesleğinde gidenler gibi her şeyi Allah adına inkar etmemiz lazım gelir. Her şey aslında odur. Dememiz gerekir ki, bu daha tehlikeli bir yoldur.
Üstad Bediüzzaman hazretleri bu meseleyi Risale-i Nur’da halletmiş. Geniş açıklamalar ve izahların sonunda her kesin anlayacağı bir ifade ile “Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakkın âsârıdır. "Heme ost" değil, "Heme ezost"tur.” (Mektubat sh. 85) Diyerek noktayı koymuştur. Yani her şey vardır ama her şey O değildir. Ondandır şeklinde anlamamız gerekiyor.
Bu konu Risale-i Nurun hemen her yerinde işlenmektedir. Güneş misali ile anlatılmaktadır. Güneşin aksi aynalarda ve şeffaf şeylerde görülür. O görünen akisler elbette güneştendir. Ama güneş değillerdir. Güneşin özelliklerini taşırlar, onlarda da ısıtma kabiliyeti vardır, zayıf da olsa aydınlatma hasiyeti görülür, bütün renkleri içinde barındırır ama bu özellikleri tamamen Güneşten almaktadırlar. Güneşle olan irtibatları kesildiği an o hasiyetlerini kaybederler.
Aynen onun gibi insan da veya zahiri sebepler de gücü, kuvveti, kabiliyeti, tesir etme özelliğini Allah’tan almaktadır. İlaçlara tesir gücünü Allah veriyor. İlaçlarda tesir yoktur diyebilir miyiz? Diyemeyiz tesir etme kabiliyeti vardır. Ama bunu onlara Allah vermiştir.
Ene ve Zerre bahsinde bu konu daha detaylı işlenmektedir. Buna vehmi kabiliyetler deniyor. Kendinde bir güç ve kuvvet vehmetmek. “Bu ev benim olduğu gibi bu kainat ta Allah’ındır” diyebilmesi için. Kendinde var olan ama aslında kendine ait olmayan bir takım duygular ve kuvvetler sayesinde Cenab-ı Hakkı tanıyabilmektedir. Şayet o vehmi kuvvetler verilmemiş olsaydı insan Rabbini bu denli kapsamlı tanıma imkanına sahip olamazdı. Bin bir esmasıyla Allah’ı tanımak ve bilmek ancak yine Allah’ın verdiği güç ve kabiliyetler sayesindedir.
“Allah’ım falan işi yapabilmem için bana güç ver kuvvet ver” diye dua etmiyor muyuz? Ediyoruz. O halde mesele yok sanırım.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.