Aşk da bir tutunma şeklidir

"Bir ismim olduğunu anladıktan sonra herşeyin bir ismi olduğunu anlamam çok da zor olmadı." Daniel Quinn, İsmail'den...

Gerçekten 'bilme'yle 'tutunma' arasında ilgi olduğunu düşünüyorum. Bilmenin aracı olan herşeyle de bağlantılı bu tefekkürüm. Mesela duyma da bir tutunma şekli, okuma da, yazma da, tatma da, hafızada tutma da, bakma da... Tutunma nasıl olur? İnsan, uzuvlarından birisini, diyelim bir eliyle diğer kolunu tutsa da kendisine tutunamaz. İlla dışınızdan birşeylere tutunmak zorundasınız. Çünkü tutunma, boşluğa/yokluğa kayıştan, dengesizlikten, kayboluştan korunmak içindir. Dışımızdaki dünya sırf elimizde tutunabileceğimiz şeylerden mi ibaret?

Ondan daha fazlası mana yönünde var. Anlama tutunması, insanın, eliyle tutunmasından çok daha fazladır. Anlama tutunmak da ancak tutunulacak şeyleri 'anlamlandırmayla' olur. Yani bilmekle. Bildiğimiz şeyleri zihnimizde bir yerlere hapsederek, üzerine bir işaret bırakarak belki, belki bir isim koyarak sûretine, tuttuğumuzu sanırız. Bilmek bir tutunma şeklidir bu yönüyle. İnsan merak ettiği şeyi tanımlarla kendinde hapsetmek ister. Ebediyyen saklamak ister.

"Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve destgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir, 'İşte bu ağaç bundan çıkmış' diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misillü, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!"

Merakımız bu yönüyle bizim tutunma arzumuzdur. Dışımızda gelişen olaylar hakkında, o olayların mahiyetini/içyüzünü bilmemekten dolayı hissettiğimiz kayboluşun (ah, evet, bilmemek kayboluştur) giderilmesi yönünde atmamız gereken adımları, bize, merak söyler. "Hadi!" der mesela, "Bunun aslında neden olduğunu çöz bakalım! Çözmezsen huzur yok. Nerede olduğumu bilmiyorum çünkü. (Kaybolmak huzursuzluktur.) Çöz ki onu bir yere koyayım. Durduğum yeri ve durduğu yeri bileyim. Nerede olduğumu tarif edebilmem için başka şeylerin de nerede olduğunu bilmem lazım."

Hz. Âdem (a.s.) efendimin talim-i esmasından beri insan bilmeyi 'ismini bulmakla/tanımlamakla' başarıyor. (Takmakla değil bulmakla.) Merakını giderişi, o şeyin ismini bilmekle ve tekrar gördüğünde o şeyi, o isimle çağırmakla (ve çağrıştırdıklarını hatırlamakla) oluyor. Her ilim dalının isimlendirmesi ayrı. Matematik bunu formülleriyle başarmaya çalışır. Edebiyat tarifleriyle... Ancak bu isimler meselesinde de bir paradigma ayrımı var. Merkezde kimin olduğu ile ilgili birşey. Biraz da varlığa 'manidar mektup' nazarıyla bakıp bakmadığınızla ilintili. Eşyanın zaten sahip olduğu (veya üzerine yaratıldığı) isimleri mi 'bulup' öğreneceğiz, yoksa kendimiz mi ona isimler takacağız?

Birincisinde bizler sadece okuyucuyuz. İsimleri koyan Allah'tır. Ki varlığı da o esmasının tecellisi olarak yaratmıştır. İkincisinde merkezde olan biz oluyoruz. Eşya bizim karşımıza (güya) isimlendirilmemiş ve isimler üzerine bina edilmemiş olarak çıkıyor. Anlamsızı anlamlı kılan biz oluyoruz. "Bu bana ilmimle verildi!" diyoruz. Bu alanda 'fennî bir nam' takmakta serbestiz. Çünkü varlık boş kutucuklardan ibaret. 'Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı' sanıyoruz. Kutucuklar dolmuş oluyor. Bu da bir mutluluk veriyor. Böyle de olsa 'bilmek' bir çeşit tutunma çünkü. İsmini bulamadığına kendince bir isim takma da bir çeşit tutunma...

"Herbir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmâya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine; ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Hattâ, muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: 'Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir.'"

İşte bu boşluk ve tutunma, bilme ve merak etme bahsinde ism-i Kayyum'un hakikatine doğru gittiğimizi düşünüyorum. Allah'ın bir kere var ettikten sonra bizi başıboş bıraktığını, o varlığın yalnız istememizle devam ettiğini düşünmek, ism-i Kayyum'u anlamadığımızın delilidir. Hatta yalnız onu değil, varlığımızın devamı için nasıl bir 'zatî vücud' sahibine muhtaç olduğumuzu da anlamadığımızı gösterir. Bir gün atomaltı parçacıkların da altına insek, varlığımızdaki yokluğun varlığımızdan daha galip olduğunu farketsek, incelsek incelsek ki bir enerji dalgasından ibaret kalsak, o zaman arızînin nasıl rüzgar önünde yaprak, nasıl Kayyum olan Allah'a aç ve muhtaç olduğunu anlayacağız. Hatta anlayacağız ki: Bütün açlıklar aslında bu isme duyulan açlığın sızıntılarıdır. Daha üst düzeyde zannım o ki: Bizdeki boşluk hissi de en çok bu açlıktan besleniyor.

"Ey nefis! Seni tutup düşmekten muhafaza eden Zât-ı Kayyûma dayan. Senin mevcudiyetinden dokuz yüz doksan dokuz parça Onun uhdesindedir. Senin elinde yalnız bir parça kalır. En iyisi o parçayı da Onun hazinesine at ki rahat olasın."

Var edilişimizin bir kereye mahsus değil, her kereye muhit, her anımıza yayılmış tekrar be tekrar bir varediliş olduğunu anlasak, o zaman bu Hayy'dan Hû'ya gidişler ve Hû'dan Hayy'a dönüşler içinde, semada gözkırpan yıldızlar gibi, bir varolup bir yok olduğumuzu, varlığımızın bir sinema şeridi gibi akan karelerden ibaret olduğunu, fakat şerit hızla dönerken bu varlığı kare kare değil, akan bir şerit gibi bir bütün olarak gördüğümüzü; buna önce varlık, sonra mekan, sonra zaman dediğimizi; her ne kadar böyle yaşıyor olsak da içten içe bu karelerin arasındaki kopukluğa, yani boşluğa dair bir altşuur bilgisi tarzında vakıf olduğumuzu; kopuşları ve kayboluşları hissettiğimizi ve tutunmak istediğimizi anlarız. Bence depresyondan tutun intihara kadar, insanı karanlıktan karanlığa sürükleyen bütün kayboluşların beslendiği kayboluş, bu fena korkusudur.

Yıldızlararası/Interstellar (2014) filminde Anne Hathaway'in oynadığı Brand karakterinin kalbindeki aşkla kainattaki çekim kuvveti arasında kurduğu bir bağıntı vardı. Filmi izleyenler hatırlayacaklar, çekim kuvvetinin evrenin her boyutunda geçerli olduğu üzerine kurguluydu senaryo. Ve Cooper karakterini oynayan Matthew McConaughey çekim kuvveti yoluyla daha üst bir boyuttan kızına mesaj gönderiyordu. İman gözüyle bakarsak sanki şunu söylüyordu Anne Hathaway: "Hem kâinatın sinesinde çok suretlerde tezahür eden incizaplar, cezbeler, cazibeler, ezelî bir hakikat-i cazibedarın cezbiyle olduğunu hüşyar kalblere gösterir."

Yani 2014'te bir film çekiliyor ve diyor ki: "Bence senin kalbinde yeralan bir başkasına doğru akım/çekim gücü yahut bir başkasının seni çekim gücü, yani aşk; aslında yerçekiminin, gezegenler arası çekim kuvvetinin, hatta evrenin üzerine kurulu olduğu çekim kuvvetinin bir parçası olabilir. O çekim gücü vasıtasıyla daha üst boyutta birisi seni doğruya doğru yönlendirmeye çalışıyor olabilir. Bu çekim güçleri senin varlığını devam ettirmene yönelik bir görevi, evrenin en makro sahnesinden kalbindeki en mikro alana kadar, sağlıyor olabilir." Bunu söylüyor 2014'te bir Hollywood yapımı bize. Biz de diyoruz ki: Eee, ism-i Vedûd var ya!

"İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, 'Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir...' demişler."

Yine yukarıdaki ism-i Kayyum bahsine dönersem; yaratılmışlığın arızî vücudunun, varlığının devamı için muhtaç olduğu zatî vücud sahibi Vacibü'l-Vücud'a tutunmak istemesinden daha doğal ne var? Var olan, varlığını devam ettirmek istemesinden ötürü, varlığını muhtaç olduğu Samed'e tutunmak istiyor. Kur'an'ın tarifiyle hepsi biliyor: "Herşey yok olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna."

Herşey yüzünü ona dönmek istiyor. Kalbimizde yanan aşk da, ayağımızı tutan yerçekimi de, evreni ayakta tutan çekim yasası da varolanların var edene doğru hissettikleri bir kavuşma isteğinin yansıması olamaz mı? Fakat bunda herkes neyin üzerinde varolduysa önce ona doğru çekiliyor. Ben toprağın üzerinde yaratıldım. Beni toprak çekiyor. Dünya güneşin sinesinden koptu. Güneşe doğru çekiliyor. Güneş sinesinden koptuğu şeye doğru bir cezbe içinde. Tutunmak istiyor. İslam bunu asırlardır söylüyor: "Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tağutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir."

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum