Asrımızın Hastalığı: Ülfet

Asrımızın Hastalığı: Ülfet

Diyarbakır Kültür Merkezi (DKM) tarafından düzenlenen üniversite seminerinde bu hafta Fatih Beyaz tarafından “Ülfet” konusu işlendi

Seminerin içeriği şöyle:

1)Asrımızın Hastalığı: Ülfet

Ülfet; lügat manası olarak alışkanlık, alışma manalarına gelmektedir. Ülfet bir hastalık, bir kalınlık ve bir kabalıktır. Risale-i Nur literatüründe ise hakikati örten kesif bir perde, mananın üzerini kapatan kalın bir örtü alışkanlık kazandığı şeyi göremez hale getirme, varken yok etme, sıfırlama gibi manaların anlaşıldığını söyleyebiliriz. Nazar-ı sathiyle alakalı olduğu için o kavrama da değineceğiz.

Üstadımız “cehli mürekkebin hemşiresi ve nazar-ı sathinin annesi olan ülfet…” diye tanımlamıştır. Başka bir tabirle “Cehli-i mürekkebi intaç eden ve nazar-ı sathiyi tevlit eden ülfet…” diye ifade etmiştir. Üstadımız ‘nazar-ı sathi zulümatlıdır’ diyerek aslında ülfetin karanlık bir netice doğurduğunu ifade ediyor. Buradan da anlaşılacağı üzere ülfet ve nazar-ı sathi manaların üstünü örter kapatır insanı o derin hazinelere ulaşmasını engeller ve gizli mücevherleri bulmamız önünde kalın bir perde oluşturur. Bu hastalık insanları doğrudan doğruya şükür kapısını kapatır maazallah şirk kapısını açar ve dalalete(nasıl götürdüğünü ilerde anlatacağız) saptırır. Nitekim Üstad Hazretleri Risale-i nurda “Aldanmayın… Muhakeme edin… Nazar-ı sathi ile iktifa etmeyiniz… Göreceksiniz ki: Her bir hakikat-i İslamiye necm-i münir gibi bürhan-ı neyyirdir.” gibi ikazlarıyla bizleri uyarmaktadır.

Ülfet sadece akla değil kalbe de bir perde olur. Biz manaları anlamaya çalışmadığımız zaman kalbide köreltir paslandırır. Çünkü “Nur-u akıl kalpten gelir… Ziya-yı kalpsiz olmaz nur-u fikir münevver. O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır(Lemaat). Kalp ve akıl iflas etti mi avaneleri olan letaifleri ve duyguları da elbette iflas edecektir.  Üstadımızın ifadesiyle kalpte değil, belki sımahta, belki hayalde bile yerleşemiyor. Bundan dolayıdır ki ülfet insanın hem kalbi hem de akli duygularını köreltir ve mahveder.

Ülfet ve nazar-ı sathi psikolojisinde olan biri uzun vadede idrak melekelerini köreltir; algılama, mukayese etme, hakikatten beslenme, ibretle bakma, derin düşünme, nefsini sorgulama, kendini yenileme, hali âlemi tetkik, araştırma ve güzel örneklere bakma gibi pek çok filtreleri tıkar.

Birbirini tamamlayan yekvücut iki parçadır. Şimdi biraz bu iki kavramı açalım.

Sathi bakışta; kavrama, anlama ve derinliklere inme merak ve heyecanı, aşk ve iştiyakı yoktur. Olaylara ve nesnelere dikkatli bakmaz, süzüp matlup mesaj alamaz. Uzak mesafelerden bakanlar bir yıldızı mum ışığı gibi görürler. Olaylara uzaktan bakanlar da olayların arkasındaki ilişkileri, derinlikleri ve ayrıntıları göremezler. Göremedikleri için de olaylara karşı ilgisiz, lakayt, hissiz ve duyarsız kalırlar. Bu psikoloji, uyku moduna giren insanların baygın bakışlarına benzer. Bu psikoloji de bizleri zaman içerisinde zihni tembelliğe götürür.

Ülfet: Ülfetle insan, baka baka bakar kör olur. Bakar ama görmez. Anladığını sanır ama anlamaz. Bildiğine inanır ama hakkıyla bilmez. Hissettikleri, duydukları, zevk ettikleri, gün geçtikçe dünyadan tesirini kaybeder.  Tabir-i caizse baş belamızdır. Uyutucu gıdamızdır. Gaflet uykusunu bizlere şırınga eder. Bayramlarda gül suyu ikram edilir. Dökülen gül suyu üç beş dakika sonra kokusunu kaybeder, tesiri hissedilmez, Ülfet ise zihne dökülen ve gelen manalarda “gül suyu” misali gibidir. Lakin akla ve kalbe gelen manalar tefekkür derinliği içinde yoğrulursa gül suyu gibi değil “gül yağı” gibi olur. Öyle kolay kolay uçup gitmez kalıcı olur. Bir nev’i ülfet idrak tarlamızı erozyona uğratır. Erozyona uğrayan tarlalar arzu edilen semereler veremez. Hal böyle olunca akıl ve kalp yolları tıkanır açılımlara açılamaz. Mesela nasıl ki düşünse ki İstanbul’a bir seyahat amaçlı gidiyorsunuz. İnsanın nazarını celp eden harika mimari yapılar ve sanatlı dokularla karşılaşırız. Mesela bir Ayasofya ve Sultan Ahmet camilerini insan gördüğü vakit ilk bakışta hayretle ve dikkatle seyrederek inceleriz. Mimarisinin nasıl bir deha sahibi olduğunu idrak edebiliriz. Lakin zaman geçtikçe o nazar kırılır ülfet peyda eder ve böylelikle artık o esere bir Sanatkârın eseri nazarıyla bakmak yerine “tamam bu camiyi görmüşüm, bu sarayı görmüşüm…” diyerek nazar-ı sathi ile iktifa ederiz. Elbette bu bakış açısı da bizim zihnimizi köreltir ve bakış açımızı daraltır. Kâinatı da büyük bir şehir ve sanatlı bir saray düşünsek elbette eksiğimizin ne kadar fazla olduğunu ve ne kadar dar bakış ve görüşler içerisinde olduğumuzun farkına varırız.

İşte Risale-i Nur'lar aslında baktığımızda esas manasıyla bu ülfeti kırmak içindir. İnsanı sürekli olarak hikmetli derslerle tefekküre yöneltir.

Şimdi ise bizi akıl ve kalbin ülfete yapıştığı bir durumda biz de ülfet perdesini yırtarak ikinci başlığımda biraz örneklere değinelim.

2)Kâinat Sahifesinde Ülfetin Hakikati

Başta da ifade etmiştik. Tekrar hatırlatmakta fayda görüyorum. Üstadımızın üzerine basa basa söylediği ve başka tabirlerle bizi sık sık uyardığını söyledik. “Aldanmayın… Muhakeme edin… Nazar-ı sathi ile iktifa etmeyiniz… Göreceksiniz ki: Her bir hakikat-i İslamiye necm-i münir gibi bürhan-ı neyyirdir. Diyerek nazar-ı haktan görünmemizi bizlere hatırlatmaktadır. Başka yerde ise “…ali hakikatlere karşı dikkatsizlik ile hürmetsizlik etme! Dikkatle bak, kemal-i dikkat ve intizamla işlettiren, dikkatle işler ki…” gibi anahtar kelimelerle bizleri geceden gündüze, zulmetten aydınlığa ülfet ettikleri perdeler arkasında ilim ve hikmet pencerelerini açar bizlere gösterir. Baktım Risale-i Nurda Üstadımız dikkat kelimesini çok kullanması dikkatimi çekti. Demek ülfeti dağıtan ve parçalayan en önemli saikalardan birisi de dikkattir. Bu başlığımda ayrıyeten ülfet tefekkür ilişkisinin tezahürünü de görmüş olacağız.

Eşyanın iç yüzünü ve mahiyetini görmeye engeldir ülfet. Hayat faaliyettir. Ülfet atalet ve tembelliktir. Değişmeye ve değişikliğe tahammülü yoktur.

Ülfeti şöyle tasnif edebiliriz: görsel ülfet, ilmi ülfet, ameli ülfet…

Görsel ülfet, kâinatta sergilenen nice antika ve mu’ciz eserlere karşı ilgisizlik ve lakaytlık hali. İnek, sinek, böcek, kelebek, arı, karınca, çiçekler, ağaçlar, yapraklar, dallar, sema, bulut, yağmur…

İlmi ülfet, ülfeti ilim telakki ederek fikren dalalete girme haleti…

Ameli Ülfet,  ibadetlere karşı bir ülfet halidir. O ibadetlerin verdiği tekraratla gevşemeye ve sıkılmaya doğru bir yol alır. Ya da Üstadımızın bahsettiği gibi masiyete karşı ülfet hali. Yani insan günah işler işler bir müddet sonra artık vicdanı sızlamaz ve rahatsız olmaz bir halet alır ve işlemeye devam eder. Ya da lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölüme karşı bir ülfet hastalığıdır. Bu bütün bütün hayattan sükûttur. ‘Kabristanlardan sorun’  ifadesi manidardır.

Bizleri en evvel bu adet ve ülfet perdesini yırtacak elbette içinde hadsiz manaları barından ve kelam-ı ezeli olan Kelamullahtır. Böyle gözleri açmak içindir. Evet, gözleri açan yalnız nücum-u Kur’aniyedir.

Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın bütün kâinattaki âdiyat namıyla yâdolunan, harikulade ve birer mu'cize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-i acibeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celbedip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.

Felsefe hikmeti ise, bütün harikulade olan mu’cizatı-ı kudreti, âdet perdesi içinde saklayıp, cahilane ve lâkaydane üstünde geçer.

Üstadımızın ifadesiyle “İ'lem Eyyühel-Aziz!

İnsanları fikren dalalete atan sebeplerden biri ülfeti ilim telakki etmeleridir. Yani me’lufları olan şeyleri kendilerince malum bilirler. Hatta ülfet dolayısıyla adiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler. Hâlbuki ülfetlerinden dolayı zannettikleri o adi şeyler, birer harika ve birer mu’cize-i kudret oldukları halde, ülfet saikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar;  Bunların meseli deniz kenarında durup denizin içindeki hayvanata ve içerisine nüfuz etmeyerek dalgalara ve güneşin deniz üstündeki yansımalarına bakıp Allah’ın azametine delil getiren adam gibidir.

 

Ülfet ise, cehli mürekkep üstüne serilmiş bir perdedir. Hakikate bakılırsa zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kur'an âyetleriyle insanların nazarını melufatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havarik-ul âdât mu'cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir.

İşte Kur’an’ı Hâkim adet ve ülfet perdesini keskin beyanatlarıyla yırtarak harikulade meydana hadiseler arkasındaki dest-i kudreti, hadsiz ilmi ve hadsiz hikmeti görmemizi sağlar. Birkaç ayetle ifade edelim.

En başta aklımıza gelen ayetlerin sonunda Cenabı Hakkın sürekli ifade buyurdukları ‘ hiç akıl etmez misiniz, hiç düşünmez misiniz,” diyerek bizi ülfetten hakikate çıkarıyor. Kur’an-ı Hâkim ise bu sırra binaen insanların nazarını melufata(alışık olan şeylere) çeviriyor. Başka ayetlerde ise şöyle buyuruyor.

Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiçbir çatlağı yok. (Kaf Suresi, 6)

-Meyve ve sebzelerin, tat ve koku, renk ve şekillerine bak! Bir de odun olan ağaç ve toprağa bak! Ondan onu çıkaran kimdir?

Gibi ayetler bizlere teyakkuz vermekte ve intibaha getirmekte ve ülfet perdesini keskin beyanatlarıyla yırtmaktadır. 

Lakin Büyük Zatlar ise böyle olmayıp –Üstadımız gibi- bu perdeyi yırtarak her şeyde kaderin ve esma-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görebilmekte ve hissedebilmektedirler. Mesela Üstadımız sahabeler bahsinde “bütün hissiyatları uyanık ve letaifleri hüşyar olan sahabeler, envâr-ı imaniye ve tesbihiyeyi câmi' olan kelimat-ı mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün manasıyla söyler ve bütün letaifiyle hisse alırlardı.”  Lakin Üstadımızın bahsettiği gibi kuvvetli, tefekküri bir ameliyat-ı cerrahiye ile ancak eski haline dönebilir.

Üstadımız “Evet, şimdi Siracünnur’un başındaki münacatı okudum. Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor gördüm.”

İşte kardeşlerim hakikaten bugün, Siracünnur'un başındaki münacatı tashih niyetiyle okudum. Kuvve-i hâfızam tam söndüğü için, birden o münacatın hakikatlerine karşı -güya seksen yaşında iken yenidünyaya gelmişim gibi- birden ülfet ve âdetleri bilmiyor gibi, o malûm âdetler perde olamadı. Kemal-i şevk ile tam istifade edip okudum. Pek harika gördüm. Üstadımız evinde odasına “Dost istersen Allah yeter” levhasını asıyor ve her gün okuyor. Ülfeti izale etmek için.

Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri ise ülfeti çok yönleriyle ele almakta ve tehlikesinden bizleri sakındırmaktadır. Risale-i Nur da Kur’ani bir metot takip ettiğinden dikkat edilirse –hatta medar-ı tenkit olarak sık sık işittiğimiz- insanın en alışık olduğu olaylara gözünü diker ve onları anlamaya davet eder. En evvel aklımıza gelen (“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku… Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var!” (Ene Risalesi) nasıl ki enenin açılmasıyla insan, kâinatı ve esma-i ilahiye açılıyor tabi enenin açılması da ülfete bağlı açılırsa ve çözülürse ene açılır kâinatın miftahı açılır.)  Ve yine günlük hayatta en çok karşılaştığımız olaylar ve varlıklar olan ot, tohum, çekirdek, toprak, taş, dağ, koyun, keçi(1.Söz), sinek(sinek risalesi), böcek, kuş, deve, inek, çiçek, ağaç, elma, pire, mide, hücre kan alyuvar ve akyuvar(32. Söz) gibi zahirde adi gibi görünen varlıklara nazarımızı çevirir.   

Ayetü-l Kübra Risalesiyle ise yıldızlardan, gezegenlerden, buluttan, gök gürlemesinden  -dikkat edilirse kâinata sürekli nazar-ı dikkati celp ediyor, -(Meyvenin altıncı meselesi) fenler cihetiyle bizlere ispat ediyor “hususan zemin yüzü…” vs. gibi izahlarıyla tefekküri bir yolculuğa bizi çıkarır ve seyahat ettirir. Pencereleri okuduğumuz vakit zemin yüzünün bütün asarını Coğrafyacı Efendinin kafasındaki odun yığınları yakarak fikriyatını Müslüman yapıyor.

Bunlar hepimizin malumu üzere dar dairedeki işlerin daha mühim olması hakikati bir kez daha kendini bizlere gösteriyor. Besmele tek bir ayet olduğu halde 114 defa nazil olmuştur.   Aslında Birinci Söz ülfetimizi dağıtmak için en büyük ve en birinci manevi atom bombası hükmündedir. Dikkat edilirse nazarımızı en küçük ve zahirde en adi mahlûklara çevirerek Bismillah hakikatını bizlere ifade ediyor. Besmelenin altı sırrını kâinat simasında, arz simasında ve insan simasında izah ederek ülfeti paramparça ediyor.

Yine Risale-i Nurda cüz ve küll ifadeleri vahidiyet ve ehadiyet hakikatlerini izah ederken bizi özelden genele doğru bir yolculuğa çıkarıyor.  Birinci Sözde geçen ifadesiyle ‘vahidiyet içinde ukulü boğmamak ve kalpler Zat-ı Akdesi unutmamak için…’ diye devam eden cümlelerden de anlaşılacağı üzere vahdete ve Esmaya giden yol elbette enfüsi dairedeki zahirde cüz’i fakat yatırılış itibariyle harika ve bir mu’cize i kudret olan sanat-ı ilahi olduğunu bizlere gösteriyor.

Yine malumunuz Reşhalarda geçen “Bilirsin ki” cümleleri aslında yine ülfeti kırmakta o karanlıklı atmosferi aydınlık bir atmosfere inkılap ettirmektedir. (Malum olan bir hakikattir.)

Yine tabii şahsi fikrim Haşir Risalesinde sair Risalelerde geçen “Hem hiç mümkün müdür ki, hem” tabirleri de aynı zamanda mümkün olmadığını muhatap bildiği halde tekrar anlatıp zulmetten aydınlığa insanı çıkarıyor.

Yine aklıma gelen Küçük Sözlerde yer alan sağ yol-sol yol hakikatleri biz de ülfet peyda ettiğinden hakikatını anlayamayabiliyoruz.

Yine aklıma gelen her gün beş vakit namazda okuduğumuz Fatiha-yı şerife Üstadımızın ifade ettiği manaları anlayarak okuduğumuz zaman insanın cihadı sittesi nurlanıyor, karanlık zulümatlarını dağıtıyor. Bir harfin bile mesela “na’bududa ki nun” ne tefekkür ettiğimiz zaman harika manaları olduğunu anlayabiliyoruz. Üstadımız en çok bildiğimiz sureleri mesela Fatiha’nın tefsirini hem İşarat-ül İ’cazda hem Elhüccetüzzehra sair yerlerde tefsirini yapıyor. Fakat okuyup bildiğimizi zannedip cehli mürekkep içinde bir vaziyet alıyoruz. Mesela Fatiha’nın  “ellezine enamte aleyhim ğayri mağdub-i aleyhim ve dallin” ayeti iki cereyan-ı azimi ders veriyor. Ve Risale-i Nurdaki bütün muvazenelerin menbaı ve esası ve üstadı bu ayettir diyerek ülfetten bizi koruyor.

Yani Risale-i Nurun hangi hakikatine bakalım muhakkak o yerde evvela ülfete insanı itecek saikleri def edip imanın inkişafına sebebiyet veriyor.

Bilirsiniz ve biliniz”(İhlas risalesi) başlayan ifade de aslında cehli mürekkep hastalığına tutulmadan bizleri uyarmaktadır. Hizmetimizin esasları ve düsturları olan ihlas, uhuvvet, kardeşlerimiz hakkında su-i zan etmemek, kardeşlerimiz üzerinde faziletfüruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemek, dava arkadaşımız ve kardeşlerimizin şevkini kıracak ve dağıtacak rencide edici davranışlarda bulunmamak, haksız ithamlarda bulunmamak gibi

, hizmetimiz içerisinde hepimizin de laakal on beş günde bir defa okuduğu ihlas risalesindeki bu düsturları eminim hıfzetmiş ve ezberlemişizdir. Lakin bazen bu ülfet belası bizleri bu hakikatlere karşı köreltmekte ve sağırlaştırmaktadır. Bazen bilmeden kardeşlerimizin şevkini kırıp haksız ithamlarda bulunarak çarkın önüne takaddüm edip tahakküm nev’inden fabrikayı dağıtabiliyoruz.  Öyle zannediyorum ki Bu tesanüt, teavün enfüsi dairede bir vahid-i kıyasi suretinde anlamazsak afaki dairedeki teavün, tesanüt, teanuk hakikatleri pek kolay anlaşılmayacaktır. Öyle tahmin ediyorum ki Risale-i Nurun bütün muvazenelerini hakkıyla anlamak ve idrak etmek elbette bu perdeyi kırmakla mümkün olacaktır.

Risale- i Nur hakikatleri de ism-i Nur’a mazhar olduğu için maddiyata tevaggul etmeyip maneviyatta gabileşmeyip röntgen şuaı gibi maddiyatın içlerini keşfeder ince ve keskin şeylere nüfuzu arttırır.

3)Ülfetten Kurtulmanın Enfüsi Yolları

Her zamanki gibi maddi ve manevi yaralarımıza tiryak hükmünde olan bu asrın bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nurdan bu muvahhiş hastalığa bir takım çareler aradık. Malum olunan kavramlar olduğu için inşallah ülfet peyda etmemiştir. Lakin bur da bir hakikati ifade etmek gerekirse bazen gaflet içine düştüğümüz bir hengâmede Risale-i Nur talebelerinde bile bu hal vuku buluyor. Elimizde pırlanta ve elmas hükmünde olan Risale-i Nurların kıymetini idrak edemeyip –elmasın kıymetini bilmeyip-,kime talebe olduğumuzu bilmeme, okuduğumuz hakikatlerin peygamberler ve sahabelerin dersini olduğunu bilmeme, gafletine düşebiliyoruz. Bize artık meluf bir hal alıyor. Evet, Risale-i Nurları Said Nursi yazmış, her zaman çiçekten, böcekten, bahseden kırmızı kitaplar şeklinde maalesef bakabiliyoruz.

Barla Lahikasında Refet Ağabeyin yazdığı harika mektupta ülfetimizi kıracak latife suretinde şu ifadeler kulağımızı çınlatır. Bizlere aynen şöyle ifade eder. Fakat heyhat, bizler arpa ambarı içinde açlıktan ölen tavuklara benzeriz. Elimizde bir mecmua-yı hakaik dururken ona karşı göz yumar ve başkalarından istiane ederiz. İ'caz-ı Kur'an'ın yüksekliği hakkında ne yazsam azdır. Kalemim onu tavsiften âcizdir. Kudret-i kalemiyem olsaydı hakkını vermeye çalışırdım.

Hatta çoğu zaman derslerimize gelmemizde bile biz de bir ülfet hali peyda oluyor. “Ha evet bugün Cuma, bugün üniversite dersi var” her zamanki gibi bir ders mahiyetinde anlamış oluyoruz. Bu hal ise elbette derslerimizde istifademizi ciddi etkileyecek ve hizmetimize de ciddi zarar verecektir. Ülfet içinde başka bir ülfeti tazammun ediyor. Niye bu hal oluyor biraz bunları irdelemeye çalışalım. Ve Risale-i Nurlardan manevi ilaçlar alalım.

Ülfeti izale eden en önemli ve en birinci unsur Tefekkür haletidir. Çünkü Üstadımızın da üzerinde önemle durduğu Tefekkür, gafleti izale eder. Dikkat, teemmül; evham zulümatını dağıtıyor. Risale-i Nur ise Kur’an’a ait olması cihetiyle hem bir ibadet-i tefekküriye, hem de kudsi, yüksek, parlak bir cevherin sadefidir, kabuğudur. Ve bazen bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen tefekküri olan ibadeti yapmaktır. Bu zamanda ise biz Risale-i Nurun bir ibadet-i tefekküri olması cihetiyle bir saat okunsa o vazife inşallah görülmüş olur.

İkinci olarak da kendini yeterli görme hastalığıdır. Kendi bilgi ve birikimlerini yeterli görme ilmi gerçeklere, sürekli değişim ve gelişmelere karşı lakayt kalmak, enaniyet ve gururdan kibir dağından kaynaklanan dehşetli bir marazdır. Bu maraz insanın ciğerlerini kemiren, yiyip bitiren mikroplar gibidir. Bu hastalık insanın ufkunu daraltır melekelerini körleştirir. Zihin tezgâhını paslatır, çürütür.

Üçüncü olarak da Tam tevaggul haletine girmektir. Yani o işte dalma ve içine nüfuz etme çok uğraşma manasına gelir. Üstadımızın ifadesiyle: Kim bir şeyde çok tevaggul etse; galiben başkasında gabileşmesine sebebiyet verir.  Yani insan ne kadar tefekkürle ve Nurlarla meşgul olsa dünyevi ve nefsi arzulara karşı ki ülfete karşı da gabileşir kolay kolay yenilmez. Mesela Risale-i Nurları eline alan bir Nur Talebesi “Şu an benim kıymetli anım! Şu okuduğum hakikatler, kâinatta en ulvi ve en yüksek hakikatler! Şu meşguliyetim, hayatımın en önemli, en ciddi, en halis, en kıymettar meşguliyeti!” tarzında bir halet-i ruhiye içine girmek ülfet kalesini zir-u zeber eder ve parça parça eder.

Dördüncü olarak da yaratılan her şeyin netice-i hayatı ve gayat-ı vücudun olmasının farkına varmak ve tefekküründe olmak. Ve en ulvisi olan Sâni’ine bakması ve o şeye taktığı harika-i sanat murassaatını Şahidi Ezelinin nazarında resmîgeçit tarzında arz etmektir ki o nazara bir an-ı seyyale yaşamak kâfi gelir.

Ve Meyl-ür rahat, atalet, gaflet, hamiyet eksikliği, tefeyyüz eksikliği gibi enfüsi yollarla bu ülfet kırılır. Ve ülfetten kurtularak hakikate çıkabiliriz.

Allah bizlere Risale-i Nur hakikatlerini dikkat ve tefekkürle okumamızı, idrak etmeyi ve yaşamayı nasip etsin âmin Vesselam.

 


 

Sözler ( 491 )

Barla Lahikası ( 64 - 65 )

 Mesnevi-i Nuriye ( 147 )

 Muhakemat ( 17 )

dkm-005.jpg

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.