Hülya YAKUT
Bana sen dua et
23 Nisan tatilinden yararlanıp, İstanbul'a kızımı ziyarete gitmek istedik. O gün kandildi. Oruç olan eşime iftarlık hazırlamıştım. Feribotta açtı iftarını. Yemekten sonra, termosa koyduğum çayını içerken, yanımda oturan, giyim ve makyajıyla hayli dikkat çeken bayana da bir bardak verdim. Hiç nazlanmadan, hattâ memnuniyetle aldı.
Eşim feribotun mescidine gidince ben de elimdeki Cevşeni okumaya koyuldum.
Bir ara yanımdaki genç hanımı telefonla aradılar. Aksanından başka ülkeden olduğu anlaşıyordu. Belli ki karşıdaki; bayanın nerede, saat kaçta ineceğini soruyordu. Bana dönüp feribotun nerede duracağını sordu.
"Yenikapı" dedim. Karşıdakine gerekli bilgileri verip bana döndü teşekkür etti...
Pat diye alçıdaki ayağımı sordu. Kısa bir izahattan sonra kaldığım yerden devam edecektim ki; başka bir şey daha sordu. Belli, muhabbet etmek istiyordu.
Azıcık fıtrat, biraz mesleki merak, kayıtsız kalmadım. Kendini anlattı. Özbekistanlıymış. Üç çocuğuna memleketindeki annesinin baktığını söyledi. Onları özlediğini ama bazı sıkıntılarından dolayı gidemediğinden bahsetti.
Bursa'da bir müzikholde işe gireli bir hafta olmuş ama yapamamıştı... Müşterilerinden bazısının onu rahatsız etmesi üzerine işten ayrılma kararı aldığını acıyla anlattı. Patronunun iyi bir insan olduğunu, kendisini anladığını, gitmesi için onu serbest bıraktığını ama yine gelip çalışmak isterse kabul edeceğini uzun uzun anlattı.
Gözlerindeki çaresizlik içimi acıttı. Birine sığınma-güvenme ihtiyacı içinde olduğu o kadar belliydi ki...
Kadınlar, hususi cennetleri olan yuvalarından koparılmalarının acısıyla, başka ülkelerde, başka mekanlarda huzur ve güven arıyor diye içimden geçirdim.
"Bu gün kandil. Dua et" dedim... Şaşırdı... Başka dilden konuşmuşum gibi boş baktı. "Biz bilmeyiz öyle şeyler" dedi. Sovyet devletinde iki üniversite okudum. Bunları bilmem ama" dedi...
İkimiz de sustuk... Neden sonra dedim: "Allah var. Bunu biliyor musun? Allah'tan isteyeceksin her neye ihtiyacın var ise. Her neyin sıkıntısını çekiyorsan." Sadece baş salladı...
Feribot iskeleye yanaşırken, hiç beklemediğim ama ömrümce unutamayacağım bir samimiyetle: "Sen benim için dua eder misin?" dedi...
Ettim...
"Allah'ım" dedim. "Bu gencecik insanları, Sen'den bihaber kimseleri, Seni tanımakla, Efendimiz'e tabi olmakla şereflendir" diye dua ettim.
Çıkışta yeniden karşılaştık...Tekerlekli sandalyeme çarpıp duran, bana yol vermek yerine biraz daha hızlanıp, ilerlememe engel olan, görgü, saygı, şefkât, sevgi, yardım yoksunu bazı beylerin çirkin bakışlarını görmezden gelip, bize yanaştı.
"Valizinizi taşıyayım, amca da sandalyeyi daha rahat iter" dedi.
Kızım almaya gelmişti. Kendisine teşekkür edip arabamıza doğru ilerledik.
"Burası İstanbul anne" diyen kızımın ikazını mı, "Hanım yine sohbet edecek birini buldu" diye az sitemli eşimi mi, "Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. (İç sesim Özbekistan diyordu) İçinde imanım tutuşmuş yanıyor... Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı Islâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz lâahir" diye başkasının günahına, imansızlığına ağlayan Bediüzzaman'ı mı dinleyeyim bilemedim.
Bu hikâyeden ben dersimi şöyle aldım: İman ne bitmez tükenmez bir hazine imiş... Bizler, ne büyük nimet ve ikram ile nasiplenmişiz de kıymetini bilmiyormuşuz.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.