Başbuğ, Bediüzzaman’ı teyit etti
Milli Eğitim eski Müdürü Tahir Ünverdi ile yaptığımız röportaj…
Nurettin Huyut-RisaleHaber
Milli Eğitim eski Müdürü Tahir Ünverdi?
1951 yılında Mardin’in Nusaybin ilçesinde doğdum. İlköğretimimi Nusaybin Ortaokulunda, lise tahsilimi Diyarbakır lisesinde bitirdim. Daha sonra Gazi Üniversitesinde Eğitim Enstitüsü Bölümünden mezun oldum. Nusaybin’de altı sene Milli Eğitim Şube Müdürlüğü yaptım. Daha sonra il Milli Eğitim Müdürlüğüne geçtim. Ardından Şanlıurfa Harran Üniversitesinde daire başkanlığı yaptım. Rektörlük koordinatörlüğü gibi görevlerde bulundum. Şu an emekliyim. Evliyim ve sekiz çocuğum var.
Risale-i Nurları ne zaman tanıdınız?
Ortaokulu bitirdikten sonra, 1967 senesinde Nusaybin’de tanıdım. O zamandan bu güne dek bu hizmetin içindeyiz. Cenâb-ı Hak çok şükür ki layık etmiş. Bu hizmetle iftihar ediyoruz.
O zamandan bu güne neredeyse kırk sene geçmiş…
Risale-i Nur bir tecdit hareketidir. Ayrıca yirminci asrın ve yirminci asırdan sonra gelecek olan, Müslümanlara, sonra bütün insanlığa, İslamiyet’i yeni bir tarz, yeni bir anlayışla, asrın anlayışına uygun manada izah eden en harika bir Kuran tefsiridir. Risale-i Nur hizmeti insanların imanını kurtarmaya yönelik bir hizmettir.
Cenâb-ı Hak her yüzyıl başında bu dini tecdit edecek bir müceddid göndereceğini buyurmuştur. Peygamber Efendimiz bir Hadis-i Şeriflerinde: “Cenâb-ı Hak her asırda, bu dini tecdit eden, (Yani İslamiyet’i o asrın anlayışına, gelişmelerine, o günkü teknik, sosyal, siyasal ve insanlığı ilgilendiren birçok konuya uygun, o asrın insanlarının ve Müslümanlarının ihtiyacı olan bütün meselelere cevap verecek) bir müceddid gönderir. “Mevlana benim zamanımda gelseydi Risale-i Nur’u; ben onun zamanında gelseydim Mesnevi’yi yazardım. Hizmet Mevlana zamanında Mesnevi tarzındaydı. Şimdiki zamanda Risale-i Nur tarzındadır.”
Eskiden dalalet cehaletten geliyordu. İzalesi kolaydı. Fakat bu günkü dalalet fen ve felsefeden geldiği için, izalesi çok zorlaştı. Dehşetli bir dinsizlik cereyanı var. Bu cereyana karşı ancak tahkiki imanla karşı konulabilir. Yani Allah’ın birliğini, varlığını, Peygamber(sav)’in hakkaniyetini, ölümden sonra dirilmeyi, Kur’an'ın mucizeliği vs. gibi konuları izah ve beraberinde ispat etmek gerekiyor.
Zübeyir Gündüzalp Ağabey’in dediği gibi: “Yirminci asır, pozitif ilimlerin hükmettiği bir asırdır. Bu asırda ispat edilmeyen bir şeye inanılmıyor” İşte bu manada Risale-i Nur bütün meseleleri ispatiyecilik üzerine götürmüş ve muvaffak olmuştur elhamdülillah. Malumunuz, Bediüzzaman hazretleri 1907 senesinde Van’dan İstanbul’a gidince, İstanbul’un Fatih semtinde Şekerci Hanında kaldığı odanın kapısına: “Her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz” ibaresini asıyor.
Benim kanaatim, Asr-ı saadet müstesna... Çünkü o zaman harikalar asrıydı. Peygamber Efendimizin teşrif buyurduğu bir asırdı. O dönemler hariç, yüce Allah bugüne kadar hiçbir had ve sınır konulmadan her soruya cevap verme özelliğini bu asırda Bediüzzaman’a nasip etmiştir. Bu Allah’ın sonsuz bir lütfüdür.
“GİT SULTAN’A SÖYLE. FELEĞE MEYDAN OKUYAN BEDİÜZZAMAN GELDİ”
Güneydoğu Anadolu Peygamberlerin yaşadığı bir bölge... Bediüzzaman Hazretlerinin de bir müceddid olarak o bölgede çıkmış olması bir tevafuk mu?
Üstad hazretleri 1907 yılında Van’dan İstanbul’a gittiğinde, Sultan Abdülhamit’le görüşmek istiyor. Ama Sultanla görüşmek istediği mesele çok manidar: “Şarktaki eğitim ve öğretim durumu” başlığı altında ifade edebileceğimiz çok önemli bir konu. Çünkü o zaman Şarkta eğitim ve öğretim iflas etmiş durumda... Fakat Abdülhamit’in yaveri Bahriye nazırı Şefik Paşa, Üstad’ı maddi bir şeyler talep eden birisi zannediyor. Ve Üstad’a beş kese altın veriyor. Sultan’ın hediye-i şahanesidir diye. Üstad Hazretleri bu kese altınları ona fırlatarak: “Ben bir milletin hukukunu müdafaaya gelmişim. Siz bana maaşımı peşin veriyorsunuz. Eğitimi şark da geri bırakmışsınız. Bizim üç büyük düşmanımız var. Birincisi cehalet, ikincisi fakirlik, üçüncüsü ihtilaftır. Cehaletin tek çaresi var o da eğitim.” diyor ve Sultanla görüşmek istediğini belirtiyor. Şefik paşa ona soruyor: “Sen kimsin. Ben seni kim diye takdim edeceğim Sultan’a?” diye. Bediüzzaman şu muhteşem cevabı veriyor:” Git Sultan’a söyle. Feleğe meydan okuyan Bediüzzaman geldi” de.
Bu şekilde Sultanın huzuruna çıkıyor ve Sultan’a: “Hayatımızın bekası, imanın, sıdkın ve tesanüdün devamıyladır. Vicdanın ziyası Ulum-u diniyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacından hakikat tecelli eder. O zaman talebenin himmeti pervaz eder. Fen ve din ilimleri ayrıldığı vakit, yani sadece fen ilmi gören talebede hile, şüphe ve inkâr ortaya çıkar. Sadece din ilmi görenler de ise taassup ortaya çıkar” diyor. Ve ekliyor: “Sultanım! Şark da bir Medresetüz-Zehra, (parlayan yıldız anlamında) bir üniversite kurun. Arapça vacip, Türkçe lazım, Kürtçe caiz olsun… Eğer bu üniversiteyi kurmazsanız, Şark insanı hissiyatıyla hareket eden kişiler oldukları için, bu insanlar cahil kalırsa Şarkta büyük bir tahribat olur. Anarşi ve ırkçılık alır götürür.”
“BİR ASIR SONRA GENELKURMAY BAŞKANI, İLKER BAŞBUĞ ÜSTAD’I TASDİK ETTİ.”
Bediüzzaman’ın bir asır evvel söylediği bu sözler, seksenli yıllardan bu güne dek yaşadığımız anarşi ve terör olayları, Üstad’ın ve Risale-i Nur’un hakkaniyetini çok açık bir şekilde gösterdi. Demek ki insanlığın kurtuluşu, iman, Kuran ve din iledir. Yine Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ Lahikası eserinde diyor ki: “Anarşi ve terörü sadece askeri ve siyasi kuvvetlerle önleyemezsiniz. Kur’an hakikatlerine sarılmak zorundasınız.” İşte bir asır sonra Genelkurmay Başkanı, İlker Başbuğ bu sözleri teyit ve tasdik ederek” Terörü sadece askeri ve siyasi güçle önleyemeyiz” diyor.
Yazık değil mi? Ülkemiz anarşi ve terörü önlemek için, seksen dörtten bu güne kadar bir trilyon dolar harcamış ki, bu sadece belirlenebilen tarafı belki de. Bu fakir millete yazık değil mi? Hem maddi, hem de manevi olarak çok büyük bir kayıp. Ekmek bulamayan insanımız var… Ama sorunun çözümü ortada… Çare: Fen ve din ilimlerinin beraber okutulması… Biz ne zaman Kur’an'a sırtımızı döndük, Cenâb-ı Hak terör belasını bize musallat eyledi.
1967’den sonraki dönemde hizmetlerle alakalı ne tür gelişmeler yaşandı?
Çok şükür ailemiz zaten dindar bir aileydi. Babam Bitlisli… Dedem Bitlis’in meşhur âlimlerinden… Molla Muhammed Cukusi derler kendilerine. Böyle bir ailenin getirdiği manevi havayı soluyarak yetiştik elhamdülillah. Bu da Allah’ın bir lütfüdür çok şükür.
Ben Ortaokulu bitirdikten sonra, ilçemize değerli bir mühendis ağabeyimiz gelmişti. Onun çok yardımları oldu. Bir de halkımız da dindar bir halk… Onlara: “Bediüzzaman” denildi mi, şarkta Onun sevilmemesi mümkün değil. Bu gün bile dindar olmayan insanlara “Bediüzzaman” denildiğinde susuyorlar. Çünkü Üstad Hazretleri dini siyasete, paraya, mala mülke, şöhrete alet etmemiş büyük bir dahidir. Bediüzzaman’ı tanımamak büyük bir kayıptır. Bu sebeple onu herkesin tanıması, anlaması ve kabul etmesi lazımdır. Bugün dünyaya mal olmuş bir Peygamber varisidir o. Artık bir ilim markasıdır, hakikat markasıdır, edep markasıdır, birlik ve beraberlik markasıdır Bediüzzaman.
AKILLI MÜSLÜMANLAR
Ben bir gün camiden çıkıyordum. Bir hocamı gördüm. “Bana sınavlara girdin mi ?” diye sordu, ben de sadece öğretmenlik sınavlarına girdiğimi ama kazanmadığımı söyledim. O da bana: “Gel Devlet Su İşlerinde çalış” dedi. Ben: “Hayır” dedim. “Bizim maddi olarak ihtiyacımız yok çalışmaya.” Fakat bir vesileyle gidip çalışmaya başladım. Aradan birkaç yıl geçti Allahın bir lütfu… Lise 2. Sınıfta okul ikincisi olarak sınıfımı geçince ağabeyim, Diyarbakır’da çalıştığı için dedi ki: “Madem bu başarıyı gösterdin, Seni Diyarbakır’a alalım.” Orada 1951 senesinde Üstad’ın: “Eğer bu günkü tohumlar ıslah olmazsa, yirmi sene sonra dehşetli bir tokat yeyilecek” diye haber verdiği 1971 olaylarını, anarşi ve terör olaylarını yaşadık. O yıllarda bir iki arkadaş beraber evde kalıyorduk. O zaman 1972 muhtırasında halen Diyarbakır’da var olan, dershanemiz basıldı. On kişi yakaladılar. Onlardan bir kaçı şu anda profesör oldu. Yine içlerinden biri Yüksek İslam Enstitüsünü bitirdi Müftü oldu. Yani Risale-i Nur okuyanların bu millete hava gibi, su gibi, ekmek gibi çok büyük faydaları olmuştur.
Ve bu anarşi terör olaylarında hiçbir zaman onlara yandaş olacak bir harekette bulunulmadı. Mesela o dönemlerde insanlar ikindi namazından sonra evinin kapısını kapatır içeride otururlardı. Anarşi bu kadar dehşetli bir hal almıştı. Fakat bu gün o anarşiyi çıkaranlar gün yüzüne çıkmıştır elhamdülillah. Hani bu insanlar vatanı milleti seviyor ve koruyordu? Neredeler şimdi?
Şu noktaya özellikle dikkat çekmek istiyorum, o olaylar esnasında, binlerce mensubu olan partiler, topluluklar faaliyetlerine son vermişken, biz bir avuç Risale-i Nur talebesi asla davamızdan geri dönmedik. Dershanemizi kapatmadık. Cenâb-ı Hak'kın lütfuyla gece yarılarına kadar Risale-i Nuru anlatıyor, hizmet ediyorduk. Birlik ve beraberliği anlatıyorduk.
O zamanlar her yerde duvar yazıları olurdu. Sağcısı, solcusu gece yarıları duvarlara fikirlerini anlatan sloganlar yazarlardı gizlice. Bir defasında bizim dershanemizin duvarına da çok ilginç bir şey yazmışlardı: “AKILLI MÜSLÜMANLAR.” Bu tabir, hafızamdan hiç silinmiyor. Yani en dehşetli solcu yazıyor bunu düşünsenize...
Demek o zamanlardan bu güne Risale-i Nurlara destek verilseydi bu kadar maddi manevi kayıplar yaşanmayacaktı…
Efendim hani bir söz var: “Gölge etme, başka ihsan istemem” diye. Yani devlet bırakın desteklemeyi, engel olmasa bile yeter. Elbette devletin desteği elzemdir. Çünkü bu devlet bizim. Devletin en büyük görevi de ülkenin asayişini sağlamak. Devletin de okullarda, camilerde muhtelif alanlarda Risale-i Nur eserlerini ders olarak okutması lazımdır. Ben Mardin de Milli Eğitim Müdürüyken, bu mesajı oradaki yetkililere iletmiştim. İlköğretim Haftasında yaptığım konuşmada, Üstad’ın dediği gibi din ve fen ilimlerinin birlikte okutulması gerektiğini açıkça belirttim. Sizi temin ederim ki bu şeref Allah ve Resulüne aittir, öyle bir alkış koptu ki, valisinden yetkilisine, askerinden bütün erkâna kadar ayakta alkışladılar.
Milletin ne istediğine kulak verilmeli. Yüz sene evvelinden Üstad hazretleri: “Yaşasın meşrutiyet-i meşrua” diyor. Bir asır önce Demokrasiyi ve meşrutiyeti savunmuş. Bunu görmezden gelenleri pek de iyi niyetle addetmek mümkün değil.
Geçtiğimiz haftalarda Üstad’ın vefat yıldönümü nedeniyle Urfa’nın ilçelerinde konferanslar verdiniz. Bunlarla ilgili neler söylemek istersiniz?
Cenâb-ı Hakk’a yüz bin şükür olsun ki, bizi bu hizmette istihdam ediyor. Bu Allah’ın büyük bir lütfudur. Rabbim bu davada olan herkesi layık etsin. Cenab-ı Hak bu hakikatleri lütfuyla bütün insanlığa layık etsin. Bu konferanslar fıtri olarak cereyan ediyor. Ben geçmişte de müteaddit defalar konferanslar vermiştim. Viranşehir, Akçakale, Bilecik, Ceylanpınar gibi ilçelere Mersin, Adana gibi illere gitmiştim. Birkaç sene önce ben hacdayken, arkadaşlar karar vermişler. “Tahir Ağabey Urfa Merkezde de konferans versin” diye. Böylece Urfa Merkezde de konferanslar vermeye başladık.
Zaten amacımız Risale-i Nur’u yaymak. Biz Risale-i Nur’u anlatıyoruz. Yani bizim siyasi veya makam, mevki gibi amaçlarımız yoktur. Yeter ki Risale-i Nur tanınsın. Çünkü Bediüzzaman: “Yüz elimiz, yüz kolumuz, yüz aklımız olsa ancak Nur’a kâfi gelebilir. Şeriatın yüzde doksan dokuzu imandır, ahlaktır, ibadettir, fazilettir. Ancak yüzde biri siyasettir.” Onu da siyasetçilerimiz düşünsün yani. İşte bizim amacımız da bu, Allah’ın izniyle. Fakat bir de yaşantımıza da aksettirmemiz gerekiyor bu Nur’ları. Yine Üstad söylüyor: “Eğer biz ahlak-ı İslamiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalatını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler.” O zaman sen âlemin reisi, beşeriyetin efendisi ve vasıta-i saadeti olursun.” Bu sözler yüz yıl evvelinde Hutbe-i Şamiye adlı eserde yer alıyor.
Üstadında belirttiği gibi: “Bu zamanda herkesin, bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dava açılmış ki, her birimizin Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilatereddüt sarf etmek lazımdır” O dava nedir? İmanı kurtarma davası… Bizim amacımız da sadece budur. Maddiyunluk, materyalizm ve sefalet insanların hayatını mahvetmiştir. Çünkü çoklar imanını maddiyunluk taunu yüzünden kaybediyor. Hatta bir ehl-i keşf bu zamanda vefat edenlerin ancak kırk taneden birisinin imanla kabre girdiğini belirtiyor. Aklı başında olan bir insan böyle bir davayı kaybeder mi? Böyle bir kişi bütün dünyanın sultanı dahi olsa kaç para eder?
O sebeple Bediüzzaman kendi zamanındaki insanların itirazlarına karşı diyor: “Ben sizlerle uğraşmıyorum. Ben 40-50 sene sonra gelecek insanlarla uğraşıyorum. Karşımda dizsizlik cereyanı var. Başka cereyanlarla benim işim yok. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri gökleri sarmış. İçinde evladım yanıyor. İmanın tutuşmuş yanıyor. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım taşa takılmış. Ne ehemmiyeti var? Dar düşünceler, dar görüşler…”
NUR’DAN ANCAK YARASALAR KORKAR
40-50 sene geçtiğine göre öyleyse, şu anda o dönemdeyiz. Siz bu zamandan memnun musunuz?
Üstad Hazretleri vefat etmeden önce Urfa’ya geldiğinde, ağabeylere demiş ki: “Kardeşlerim Risale-i Nur, farmasonluğun, masonluğun, dizsizliğin, belini kırmıştır. Risale-i Nur bu vatana hâkimdir. Risale-i Nur küfrün belini kırmıştır. Küfür artık bu saatten sonra ayağa kalkamaz.” Yani Risale-i Nur hedefine varmıştır elhamdülillah. Yalnız Üstad hazretleri demiş ki: “Biraz zahmet çekeceksiniz, fakat ondan sonra çok iyi olacak” inşallah o iyi günler bizleri bekliyor. Çok büyük sıkıntılar atlatılmıştır çünkü.
Bizim mesleğimiz Nur’dur. Nur okşar, aydınlatır. Nur’dan ancak yarasalar korkar. Onun için Risale-i Nur almış başını gidiyor, bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Kimse tek bir zararını ispatlayamaz. Nur hep faydadır, faydasına da devam edecektir Allahın izniyle.
Üstad’ın dediği gibi: “Ey sevaba hırslı ve a'mâl-i uhreviyeye kanaatsiz insan! Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdut birkaç kişiden başka ittibâ edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etbâ' ile değildir. Belki hüner, rızâ-i İlâhiyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla "Herkes beni dinlesin?" diye, vazifeni unutup vazife-i İlâhiye’ye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah'ın vazifesine karışma.”
Ben vicdani olarak sorduğum soru budur. Biz bu hizmeti hakkıyla yapıyor muyuz? Ona bakmalıyız. Eğer yapmışsak müsterih olmalıyız. Çünkü Risale-i Nur dünyaya hâkimdir, gerisine karışmak haddimize değil. Zaten İslamiyet güneş gibidir. Üflemekle sönmez. Gündüz gibidir. Göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar.”
BİZ MUHABBET FEDAİLERİYİZ HUSUMETE VAKTİMİZ YOK
Son olarak söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Allah hepinizi muvaffak etsin. Cenab-ı Hak bizi istikametten, ihlâstan, sevgiden ayırmasın. “Biz muhabbet fedaileriyiz husumete vaktimiz yok.” Husumet eden kendine zarar verir. Kimseye bir şey olmaz. Biz Risale-i Nur’u okuyalım. Anlamaya, hayatımıza geçirmeye çalışalım. Vatanımıza, milletimize faydalarını anlatalım. Evlatlarımızı da Risale-i Nurla eğitelim. Çünkü Gençliğin imanı kurtulursa o gün bizim düğünümüz olur. En büyük saadetimiz Bir gencin, bir Müslümanın imanının kurtulmasıdır. Bu bizim için dünyalara değer. Başak bir amacımız yoktur. Ne makam, ne mevki, ne şan, ne şöhret… Allah bizleri rıza-i İlahiden, ihlâstan ve muhabbetten ayırmasın…