Caner KUTLU
Bediüzzaman ve Sinema
(Bitlis, Said Nursi Sempozyumu tebliğidir.)
Fudeyl b. İyaz’a ait olan: “Dost istersen Allah yeter... Yârân istersen Kur’an yeter... Nasihat istersen ölüm yeter...” şeklindeki sözleri Bediüzzaman sıkça zikreder.
Bunlardan "Yârân istersen Kur'an yeter"i açıklarken: "Evet ondaki enbiya ve melaike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder" der. Bu açıklama, Kur'anın sinematografisine bir atıf olarak düşünülebilir.
Risale-i Nur'lar Kur'anda geçen kimi hikayeleri kurgulayarak günümüze aktarır; hakikatlerin uçlarını, vasıtalarıyla, gösterir. Yunus ve Eyyûb aleyhisselamların kıssalarındaki gibi..
Mu'cizat-ı Ahmediye Risalesi'nde zamanın üzerine çıkıp Ceziret'ül Arab'a hayalen bir gitmek mümkün olabilir ve Peygamber Efendimiz'i (asm) vazife başında seyredip, mucizelerine tanık olunabilir.
Risalelerin Küçük Sözler'i olan ilk eserlerinde temsili hikâyecikler ile hayalin sinematografisinden yararlanılarak ‘hakikat sineması’na ulaşılır; en uzak noktalar ışıklandırılır.
Ayet'ül Kübra risalesindeki gibi, bir soyut okyanusunda, görerek ve konuşarak gezebilmesi sayesinde, Kur'an’daki melaike ile kurulan yakınlık rahatça izlenebilir. Bu şekilde Rabbanî sinema örnekleri verilir.
Haşir Risalesindeki tabiat yansımaları kullanılarak geleceğe yönelik bir dirilişin görüntülenmesi, cennet ve cehennem tasvirleri de iman sineması yaklaşımını getirmiş olur.
Bütün bu araçlarla, asıl, hakikati görmek ve göstermek şeklinde nazarlara açılmaktır.
Nazar ile, eşyanın sûreti içindeki anlamı 'hü'vel Bâki' sabitesini, hareketi içindeki kurgusu 'hasbunallahi ve ni'mel vekil' ile kayyumiyeti gözler önüne serecektir.
Kur'anın 'soyut dili' böylece, hayalin sinematografisi vasıtasıyla zemin yüzüne indirilecek; 'soyutun dili' üretilebilecektir.
Şiirin sinematografisi
Hakikat, hayalden tasavvura, tasavvurdan taakkula; sonra tasdike, iz'ana.. iltizam ve sonunda itikada gelen mertebelerinde bakış ve bağlı olarak görüntü değiştirerek ilerleyecektir. Bunlar, Bediüzaman'ın zihin mertebeleri dediği ve aynı zamanda görme biçimleri de olan hakikatin farklı boyutlardaki izdüşümleridir.
Hayalin sinematografisi, sicim vazifesi görerek, bu boyutlarda yakaladığı 'dane-i hakikat' leri bir nazar ve değer olarak kazandırır.
İman bir hüsn-ü münezzeh ve bir hüsn-ü mücereddir. İman sonsuz bir soyut bostanında hakikat çiçekleri açar; bülbülleri ise şairlerdir.
Şiirin hakikati, hayalin sinematografisi içinde yakaladığı hakikat tohumunu saklamasıdır. Burada beyanın felsefesi, ya da şiirin hakikati ya da soyutun dili bulunamazsa; hayal, gul (insanın gördüğünü sandığı korkunç hayalet) gibi, dinleyene hayretten başka bir şey vermez bir içi boş korkuluğa dönüşür.
Şiirin işlevi, sakladığı hakikate işaretle nispet etmesidir.
Beyanın sinematografisi
Beyanın, şiirin içinde sakladığı hakikat tohumunu çatlatacak bir mekanizması olmalıdır.
Kelime ya da ifade, muhatabın zihninde hayalin sinematografisini çalıştırmalıdır.
Muhatabın zihninde bir resmi ya da görüntüyü harekete geçirmeyen hayal bir safsatadan ibaret kalır.
Bediüzzaman içindeki sinematografiye örnek olarak 'mübareze' kelimesini verir. Bu kelime, ortaya çıkışıyla birlikte çarpışma, çatışma, savaş görüntüleri insan hayalinde birden canlanmaya başlayacaktır.
Kelimelerin ard arda dizilişiyle, nazm-ı maani, içte bir kurgu vasıtasıyla şiiri bir hareket ve sese kavuşturacaktır.
Bediüzzaman için sinema denilen işte burada yeşerecektir.
Şiir, sinematografisi ile hayali hakikate bu şekilde yaklaştırmalıdır.
Ancak, hakikati hayale teslim etmemelidir. Hayalin giydirdiği suretler tabiatını yansıtmalı; bozmamalı, hakikati olduğundan farklı göstermemeli, şeffaf olmalı, manayı öldürmemeli, dondurmamalı; manayı canlı, hareketli ve münasebettar kılmalıdır.
Suretperestlik ve şubeleri…
Sûretperestliğin yer yüzeyini istilasıyla birlikte, lafızperestlik, üslupperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik nazm-ı maanide gelişen hareketi durdurup, hakikatin görüntüsünü belli konum ve zamandaki bir şekilde dondurmakla, orada bir yokluğa mahkum etmiştir. Böylece, hayal nefsin eline geçmiştir.
Bediüzzaman bunu büyük bir tehlike olarak görmüş ve bundan kurtuluşun zorluğuna dikkat çekmiştir: "...şimdi bilcümle, ileride ifrat ile, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda ettirecek derecede bir maraz olacaktır" diye haber vermiştir.
Bediüzzaman'ın, Batı sanatına temel karşı çıkış noktası da işte burasıdır.
Bediüzzaman’a göre, Batı, roman, tiyatro ve sinema medeniyetidir. İnsanın hakikat arayışındaki sorunlarına karşı bulduğu ilacı romanlarıdır. Romanlarıyla hayalî yaşamlar kurar; hayatın kendi akışını keser; kendisi hayat verir, hayat alır. İnsanları kendi gerçekliğine inandırır. Halbuki roman kitaptır, kitap ölüdür; meyyit hayat veremezdir.
Tiyatrosu eski zaman mezarlıklarından çıkardığı hortlakları bu zamana getirir, nefis hesabına konuşturur. Hakiki teselliyi kendinde gösterir.
Sineması, müteharrik emvattan hayat umar; yürüyen gölgelerden gerçeklik bulmaya çalışır. Eşyanın tabiatına müdahale eder. Mahremiyeti yırtar. Yatak odasını umumun nazarına açar; hayalinde gezdirir. Dünyaya alûfte fistanını giydirir. Güneşi bile bir sarı saçlı aktris olarak tasavvur eder. Hüsn-ü mücerredi tanımaz.
Sanatını propagandanın aracı olarak görür. Yalancı bir dil takmıştır; cerbeze ile hakikatle yalanı yer değiştirir, bozgunculuk yapar. Vesveseyi hayalin elinde bir silaha dönüştürür; insanın maneviyatını esir alır.
Sonunda perde kapanır; hakikati öldürmüştür. Nefsin elinde gamlı bir hüzün damlamaktadır.
Batı sanatı
Sanatının üç ana teması vardır: aşk, kahramanlık ve tabiat... Bunlar aynı zamanda insandaki üç temel kuvve'yi harekete geçirir: kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliye...
Batı sanatı, aşkı, cesed üzerinden sefahetin aracına dönüştürür. Nefisleri tahrik ederek harama nazar ettirir, gözü adi bir kavvat derekesine düşürür. Sûretleri, soyut güzellikler önünde duvar yapar.
Zulmü idealleştirir, kahramanların iradelerini ellerinden alarak insanlıktan soyutlar. Şişirir ve kötülükle yüceltir. Adaleti tahta bacakla yükseltilmiş kahramanlarından bekletir.
Tabiattan o kadar çok bahseder ki, aşık ettirir. Evet, tabiatı çok iyi inceler; ancak, manalarını bulamaz, üzerlerindeki yazıları okuyamaz; bu nedenle, hakikatine ulaşılmasına engel olur.
Sinema ve Kur’an
Sinematografi sözün ve kelamın içinde dercolunmuş bir makinedir.
"Hüzn-ü Kur'anî ve şevk-i tenzilî veren alet zarar vermez".
Kelimelerde dercolunan hayalin sinematografisi, anlam estetiği olan 'nazm-ı maani'ye dönüşerek anlamların ard arda gelmesinden beklenen ruhanî lezzeti bulabilir.
Kör kuvvet, sağır tabiat tek başlarına hareketsiz ve sabit olmak gerektir; ancak onları harekete geçiren ve ses veren emir tahtında hareket etmeleridir ve böylece eşyayı birbirine bağlamalarıdır.
Kur'an "tabiattan bahsetmez"; yalnızca Esma-i İlahi'yeye bakar; çünkü eşya kendini göstermez. Bizzat eşya ve tabiata bakan, acz ve fakrı görür. Kusur, çirkinliktir. Güzellik, eşyanın kendinde yoktur.
Hakikat eşyanın kendisi değil, işaret ettiğidir; soyut, güzelliktir; eşyadan temizlenmiş olan güzelliktir. İçinde çirkinlik olmayandır.
Hakikat ve sinematografi
Şiirin hareket ve dolayısıyla sinematografisi bize hakikati inşa etmede yardım edecektir.
Sinemanın hayal perdesi bir safsataya dönüştürülmemelidir. Doğru bir tasavvuru akıllı bir şiirle gösterir ve buradan bir ispata, tasdik ve iz’ana yol açarak, hakka iltizam ve neticesinde itikad ile imana kapı açabilirse, o zaman bir iman sinemasına dönüşebilir.
Temizlenmemiş bir hayalin sinematografisi safsatayı doğurur. Batılı fazlaca tasvir, zihinleri kirletir. Vesveseyi doğurur. Eğer insan hayali gerçek zanneder ve bunun üzerinde yürürse, vesvese zihne düşerek insanı ele geçirir ve bir kabus olarak insanda yerleşebilir. Örnek: Batı sinemasındaki fantastik öğeleri bu türdendir; insan beynini ele geçirmenin bir aracı olarak kullanılmıştır.
Hayalin tasavvuru, anlamını bulamayıp bir akla ve ispata yol bulamaz ve tıkanırsa bir faydasız iş olarak kalır. Hayalin tasavvuru mümkün olabilmişse, bu durumda tabiattan benzerlikler bulabilmelidir.
Hayal benzerlik,düş eşlik,hakikat ise eşitlik makamında bulunmalıdır.
Nihayetinde, bir dane-i hakikat binler hayalata müreccahtir. Hak gelince, batıl zail olacaktır.
Sanatın sınırları…
Hayalin aklı ve ispatı bulması da, bir başına sinematografisini tarafsız bir göz yapar ki, beyanın felsefesi bunun da ötesini aramalıdır.
Hakikati tasdik ve buradan çıkacak bir yaklaşımı öngörmelidir. Şu halde, hakikatin bir tarafı olmayı ister ve bunun ilk basamağı olarak, bir yaklaşım ve önyargı geliştirmeyi ister.
Önyargı, tabiatın kanunları olan Adetullah'ın ve Sünnetullah'ın gereği evrensel bir zihnin kazandıracağı bir marifettir. Evrensel bir zihni kazandıracak ancak evrensel bir gerçektir.
Davranışı ve önyargısı olmayan sanat ölü doğar; sanata hareket ve ömür biçen davranış ve önyargısıdır.
Sanatın ve insan aklının tarafgirliği eğer tepeden inme bir ezberciliğin sonucu ise yobazlıktır ve sanatın ve aklın intiharıdır. Eğer, taraf olmak, sanatta ve akılda aşağıdan gelen derin bir akışın neticesi ise dine de hizmet edebilecek bir mertebededir; çünkü din taraf olmaktır.
Her an yenilenen tabiatın akışı, kayyum isminin tecellisi olan sinematografisi ile sanatı kendini taklide mecbur eder. Sanatçı şeyin tabiatına şakirdlik etmektedir. Burası, sanatın ve aklın sonsuz ve soyut noktasıdır.
Hüsn-ü mücerred sanatın, hüsnü münezzeh aklın ve matematiğin nihayet noktasıdır.
Estetiğin zirvesi iman estetiğidir.
Aklın zirvesi tatmin olmuş bir kalbin içindeki akıldır.
Sinema ve hayat
Sergüzeşt-i hayat bir rüyadır, sinema ise bir hayaldir.
Batı hayalperestliği; "sinema mı, yoksa hayat mı gerçek" sorusuyla rüyayla hayali yer değiştirerek sapkınlığa meylediyor; ifrat ediyor.
"Hayatımız sinema değil, sinemamız hayattır" diyor. "Artık gerçek sinemada" diye ilan ediyor: " hayat bir yanılgı, gerçek ise sinemadır" diyerek vesveseyi mutlaklaştırıyor. 'İnsan yalnızlığını sinema ile çözecek, yâr ve yârânı sinemadan seçecek’ noktasına getiriyor.
Hayali kuşanıp tepeden bakınca, elbette seyrettiğin bir sinemadır. O zaman sormak gerekir:
Sinema ne kadar hayatın kendisidir?
Aşağıda yürüyen bu ölüler, hayata dair bir ümit verebilir mi?
Ölüm karşısında bir teselli olabilir mi?
Sinema sonsuzluk karşısında nasıl bir başka yol bulabilir?
'Hayatımız sinema değil, sinemamız hayat' demek yeni bir hayal yazgısı mı bulmaktır?
Sinema hayat gibi yorum bekleyen bir düş mü, yoksa önceden belirlenmiş bir hayatın hayal perdesi mi olacaktır?
Sinema perdesinin gerisindekiler ile önündekiler gerçekliğin hangi taraflarını ifade edeceklerdir?
'Artık gerçek sinemada' demekle gerçek hayatı sinemaya yıkan anlayış nasıl bir zaman peşindedir?
Sinema 'kurgunun gerçek hayatla ispatının' bir ispatı olarak kullanılabilir mi?
Kullanılıyor mu?
Yani, sonra gerçekleşecek bir olayın ilk göründüğü yer olabilir mi sinema?
Bu yönüyle yorumlanmış bir düş ile karşılaşabilir mi seyirci?
Yorumu seyirciden alınıp kurgucuya verilmiş bir sinema ne denli gerçek hayattır?
Açık ucu köreltilmiş bir sinema diliyle yeni bir 'düş kurgusu', hayatın içinde mümkün olabilir mi?
Hakikatten koparılmış bir hayalin ürettiği bir kurguyla, önceden haber verilen hayat gerçekte ne kadar yansır seyircinin eline, cebine, beğenisine?
Ve oradan gerçek hayatına?..
Sinema bir ibret iken bir ikaza dönüşebilir mi?
Bir haberciye?
Tehdit ediciye?
Teklif ediciye?
Tabir ediciye?
Nihayet, Bediüzzaman'ın sorusu: "...ve uhrevî sır sinemada mıdır?"
Bediüzzaman sineması:
Bütün bunlara karşılık, bir Bediüzzaman sineması örneği vermek gerekiyor.
Bu kez, aynı hayalin yükseğine çıkarıp kendisini dinleyelim:
"İşte mevzu ve zemin budur:
Kur’ân’ın gösterdiği vesaille, doğru hikmetin kuvvetiyle, bir seyr-i rûhânî olarak semâvâtın ulûmlarına çıkacağım. Tâ, oradan temaşa edip göreceğiz ki, küre-i arz hol veya top veya fırfıra veya sapan taşı gibi, Sâni-i Hakîm dest-i kudretle döndürüp, atmakla çeviriyor. Tâ, parça parça ederek daha iyisine tebdil edeceğine nazar-ı hikmetle göreceğiz.
Sonra da semavattan asılıp, cevvden geçeceğiz. Tedricen, beşiğimiz olan ve beşerin yatıp ve istirahat eylemesi için Hâlık-ı Rahmân, sathını serip müheyyâ ve mümehhed etmiş olan küre-i arza ineceğiz.
Sonra da beşer, çocukluğundan çıktığı gibi, beşiğini atıp harap etmekle beşeri saadet-saray-ı ebediyyeye gönderilmesine nazar-ı dikkatle temaşa edeceğiz.
Bunu tamamen temaşa ettiğimizden sonra, zaman ve mekânla mukayyed olmayan seyr-i ruhaniyle zaman-ı mazi kıt’asına girip, ebnâ-yı cinsimiz olan, ebnâ-yı maziyle seyyale-i berkiye-i tarihiyeyle muhabere edeceğiz. O mağrib-i ihtifânın köşesinde vukua gelen hadisatı öğrenip, ondan fikir için bir şimendiferi yapacağız.
Sonra dönüp gelmek üzere olan ebnâ-yı cinsimizi ziyaret ve istikbal için saâdetin fecr-i sadıkını uzaktan görmek ve göstermekle maşrık-ı istikbale müteveccih olarak, şimendifer-i terakkîye ve tevfik denilen sefine-i sa’ye bindiğimizle beraber, ellerimizde olan bürhanın misbahıyla, o bidayeti karanlık görülen, fakat arkası gayet parlak olan zamana dahil olacağız. Tâ ebnâ-yı müstakbelle musafaha edip saâdetlerini tebrik edeceğiz.
İşte bu küçük fotoğrafta öyle bir güzel resim mündemiçtir ki, ileride tahrirle sana görünecektir. Şimdi bu zeminde kütüb-ü mezburenin şecereleri tenebbüt ve makalât-ı selâsenin cedaviliyle sulanacaktır.
Ey birader! Senin elini tutup hazine-i hakaike götürmekten evvel, vaad ettiğim birkaç meseleyle acele edip basar-ı basiretinize gışavet ve perde olan hayalâtı def edeceğim.
Öyle hayalât, gulyabânî gibi elleriyle senin gözünü kapar, göğsüne vurur, seni tahvif eder. Faraza gösterse de, nuru nar, dürrü mederr gibi gösterir. O hayalâttan sakın!"
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.