Ramazan BALCI
Bediüzzaman’a atılan iftiraların sebebi neydi?
Kur’an’ın esas maksadının beşer aleminde Tevhid inancını anlatmak, Nübüvvet hükümlerini açıklamak, ahiret inancını yerleştirmek, adalet ve ubudiyet esaslarını açıklamak olduğu tefsirlerin üzerinde ittifak ettikleri bir konudur.
Bu tespitten yola çıkarak Hz. Adem’den bu tarafa bütün peygamberlerin aynı maksat için gönderdiklerini kabul edebiliriz. Ne var ki bu esasların her zaman alemin siyasetine hakim olduğunu söylemek güçtür. İnsanlık tarihinin en parlak kesitlerinden olan İslam tarihi, sadece adaletin gerçekleştirilmesi açısından tasnife tabi tutulursa birkaç ana dönemin ortaya çıktığı görülür:
ASR-I SAADET
İnsanlık mutlak cehalet ve zulmetten Hz. Peygamber’in (asm) Kur’an’ı ders vermeye başlaması ile kurtulmuştur. İnsanlık ilk baharını yaşamış, adalet-i ilahiye toplum hayatında tam olarak tecelli etmiştir. Bu ilk dönemi Allah Rasulü “benden sonra hilafet 30 senedir” diyerek sınırlandırmıştır. Bu dönemin adalet anlayışına “adalet-i hakikiye” adını veren İmam Nursî, onu böyle ifade eder:
“Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakk'ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için ibtal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına rızasıyla olsa, o başka mes'eledir.”
Cemel vakasıyla kendini gösteren siyaset merakı, karşımıza yeni bir kavram çıkaracaktır: Adalet-i izafiye! Çok sayıda kavim ve kabile İslamiyet’e girdi, devletin toprakları çok genişledi, artık hakiki adalet esasları uygulanamaz diyen bazı müçtehid sahabelerin içtihatları, Üstad’ın dilinde adalet-i izafiyedir:
“Adalet-i izafiye ise: Küllün selâmeti için, cüz'ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmağa çalışır. Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür.” (1)
ISIRICI SALTANAT DÖNEMİ
Hilafetin ilk 30 senesi tamamlandıktan sonra Emevilerin saltanat dönemi başlar, bu dönemin bariz vasfı, saltanat hukuku ile ırkçılığa kuvvet vermektir. "Saltanat ailesinin selâmeti için ferdler feda edilir. Saltanatın selâmeti için şahısların hukuku nazara alınmaz.”
Bu kural Abbasi Hilafeti ve Osmanlı saltanatında zaman zaman yumuşayıp şekil değiştirse de esas itibarıyla aynı kaldı. Bin küsür sene hiçbir siyasi talebe göz açtırılmadı. Söz gelimi Abbasi hilafetinde siyasî bir güç olarak görülen ehl-i beyt liderleri her zaman tehlikeli görüldü. Osmanlı uygulamasında da siyasî bir güç sahibi olmak tehlikeliydi.
Cezalandırma yönteminde “ibret-i müessire” esaslı bir düsturdu. Ceza suçun hak ettirdiği kadar değil, başkasına ibret olacak ölçüde verilirdi. Nizam-ı alemin bozulması söz konusu olduğunda akan sular durur, saltanat hukuku devreye girerdi.
Devlete karşı işlenen suçların dışında uygulanan hukuk, ekser zamanlarda Şeriat hükümlerine uygun olurdu. Bu yüzden kendi işinde aşında olan sıradan insanlar, saltanat döneminin uzun asırlarında huzur içinde yaşadılar. Genel bir değerlendirme ile bu dönemin iyilikleri kötülüklerine galipti. Hele orta çağın diğer alemleriyle karşılaştırıldığında İslam aleminin kesin bir üstünlüğü vardı.
ASKERÎ DİKTALAR DÖNEMİ
Endülüs’te doğan İslam güneşi karanlık orta çağ Avrupa’sını aydınlatmıştı. Bu aydınlık bir iki asır içinde Fransız ihtilalini doğuracaktı. Engizisyon mahkemelerinde fakirlerin, işçilerin ve ilim adamlarının canına okuyan kilise hakimiyeti, bu ihtilalle sona erecek ama Avrupa bu sefer de ırkçılığın pençesine düşecekti. Irkçılık cihan harbi ile imparatorlukları tasfiye etti. İmparatorların yerlerini tüm dünyada harpte karizmaları artan generaller aldı. Tek ırktan ulus yaratma sevdası, bütün insanlığa tarifsiz acılar yaşattı. Birinci cihan harbinde 30 milyon insanın kanına giren milli liderler, 40’lı yıllarda tekrar birbirlerinin boğazına sarıldılar. Bir otuz milyon insan daha öldürdüler.
Harp bitmiş ama kimsenin elinde bir şey kalmamıştı. Herkesi derin bir pişmanlık kapladı ve tüm dünya bir daha insanlığa benzer bir acı yaşatmamak için çare arayışına girdi.
İNSAN HAKLARINI ARAMA DÖNEMİ
Bu dönem ikinci dünya savaşı acılarını yaşayan Avrupa devletlerinde çok hızlı gelişti. Buna karşı direnen maalesef İslam alemi ile Komünist ülkeler bloku oldu. Komünist blok hızlı bir şekilde dağıldı, bir şekilde kendi insanının peşine düştü. İşin aslında sahip olduğu manevî dinamiklerle İslam alemi, bu dönemde insanlığa yol gösterebilirdi.
Bir parça uzun olan bu girişi yazmamın sebebi, İmam Nursi’nin bu dönemler için ileri sürdüğü adalet ilkelerine dikkat çekmek içindir.
Saltanat döneminin son uygulamalarına şahit olan İmam Nursi, bu dönemde bütün kuvveti ile Meşrutiyet’i savundu: “Meşveret ve şura Kur’an’ın emriydi ve hürriyet insanlara Allah’ın bir hediyesi” idi. Güç ve kuvvet şahıslarda değil kanunda olmalıydı. Devlet memuriyeti bir çeşit ağalık değil, halka hizmetkarlıktı.
Bu dönem uzun sürmedi cihan harbinden sonra tek parti diktası başladı. Zor bir dönem vardı ortada. Irk ve insan mahşeri Anadolu’da tek ulus, tek ırk peşine düşmüştü insanlar. Türk’ün bütün mefahir-i tarihiyesini (Tarihinin övünç kaynaklarını) imha edecek bir anlayış, zorla kabul ettirilmeye çalışılmaktaydı aynı zamanda.
Bu günlerde ortada sadece İmam Bediüzzaman kaldı. 70 yaşını geçmiş bir ihtiyar bir o mahkeme, bir bu mahkeme dolaştırılıyordu.
Ehli imanı “mürteci” diye suçlayanlar insanlığı bedeviyet ve vahşet günlerine geri döndürmeye çalışıyorlardı. Mesleklerine esas aldıkları kanun hakkında İmam Nursi şöyle demekteydi: “Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün ferdleri mahkûm ve düşman ve mes'ul tevehhüm ediliyor. Bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor. İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvvet zîr ü zeber ediliyor.”
Bu anlayışın kısa süre içerisinde ülkeyi bölünme tehlikesiyle yüz yüze getireceğini gören İmam Nursi, mahkeme kapılarında adeta yalvarmaktaydı: “Beni serbest bırakınız şu vatanın birliğine hizmet edeyim. Asayişin temel taşı imandır. O zayi oldu mu bu insanları hiçbir kuvvetle tutamazsınız!”
Ehl-i siyasete mektuplar yazıyor Kur’an’ın temel kanuna dikkat çekiyordu: “Velâ teziru vâziratün vizra uhra; Birisinin hatasıyla başkası mes'ul olamaz. Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz.” Şu insaniyet asrında bu kanunu temel hareket noktası yapmalısınız!
Kurumların ismi değişse de istibdadın ruhu şiddetlenmişti. Her olayın üzerine "cemaatin selâmeti için ferd feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devlet siyasetinin selâmeti için cüz'î zulümler nazara alınmaz" anlayışı ile gidiliyordu.
Ancak ortaçağın bir yadigarı sayılabilecek bu anlayış İmam Nursi’nin nazarında “bir tek cani yüzünden bir köyü mahvetmekle bin masumun hakkını nazara almaz. Bir tek caninin yüzünden bin adamın kılınçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanması ile binler masumu sıkıntıya verdirir. Ve ikiyüz adamın kurşuna dizilmesini, o bahane ile nazara almaz. Birinci Harb-i Umumîde üçbin adamın caniyane siyaset hatalarıyla otuz milyon bîçare nev'-i beşer, aynı harbde mahvedildiği gibi, -bunun- binler misalleri var” (2) vermişti.
Ehli siyaset “mü’minler ancak kardeştir” düsturunu nazara almalı Avrupa’nın dilenciği yerine o tarihte 300 milyon olan İslam aleminin uhuvvvetine çalışmalıydı. Hakiki adaleti, ittihadı ve uhuvveti temin etmeye çalışan ehl-i iman fedakârlarına "mürteci" namını vermek, mel'un Yezid'in zulmünü, adalet-i Ömeriyeye tercih etmek demekti.
İMAM NURSİ’YE YAPILAN VEFASIZLIK
Bir insanın karşılaştığı en büyük vefasızlık, her halde maksadının aksiyle itham edilmek olmalı.
Bütün hayatını şu vatan evladının kardeşliğine ve birliğine feda eden İmam Nursî, bölücülükle itham edildi. Bunun sebebi neydi? İtiraf edeyim konuya doğrudan giremediğim için bu kadar sözü uzatmak zorunda kaldım. Esas sorum bu idi. “Niçin İmam Nursi maksadının tamamen aksiyle itham edildi?”
Bana göre bunun bir tek sebebi vardı. O da İmam Nursi’nin savunduğu “temel adalet ölçüleriydi.” Bu ölçüler karşısında mağlup ve haksız duruma düşüyorlardı. Elleri bağlı bir tek adam ortaya koyduğu adalet ölçüleriyle, devrinin bütün haksızlıklarını adeta çırılçıplak ve savunmasız bırakıyordu.
Bu yüzden ülkeyi kendilerine kılıç hakkı görenler O’nu hiç affetmediler. Bulundukları her zeminde acımasız iftiralar ettiler. Söz gelimi -hatırlayan kaldı mı bilinmez- bir tarih “tabii senatörler” diye 15 kişilik bir grup vardı. 60 ihtilalinin hediyesi olan bu grup, seçime tabi değillerdi. Sanki anadan doğma bu unvan kendilerinin hakkıydı. Grubun adı bile hukuka aykırıydı aslında ‘tabii senatör’ ne demekse! 20 yıl boyunca Senato’da İmam Nursi aleyhinde beyanlarda bulundular: Onlardan biri şöyle konuşmuştu. Yüce kürsüde:
Ahmed Yıldız (Tabii Üye)
“Hayaletlerden medet uman, her tarafı karıştıran bu paçavralara hiç burda lâf çıkmıyor. Neden, müttefik miyiz bu insanlarla? Onlar da yıkıyor. Neden Nurculara bir şey söylemiyoruz? Neden gericilere bir şey söylemiyoruz? Açıkça bilelim bunu. Memlekette millet olarak, Müslüman olarak karşımıza bir Nurculuk çıkıyor. Kimse bir şey söylemiyor. Açıkça ispat edeyim size. İki kelime ile: Bugün Nurculuk ayrı bir dindir. (Sağ sıralardan «Biz de söylüyoruz bunu, aynı şeyleri biz de kabul ediyoruz. Beraberiz bunlarda. » sesleri.) Tamam ayrı bir dindir. O halde belirtiniz, hep beraber gidelim. Ben sizin de yardımınızla hepinizin yardımı ile, Nurcuları Müslümanlığa, davet ediyorum. Hep beraber çalışalım, onlar eskiden Müslümandı yine Müslüman olsunlar. (Gülüşmeler ve orta ve sol sıralardan alkışlar.) Evet, bilelim bunu. Benim kitabım gökten inmiş diyor. Eğer bilmiyorsanız? (Sağdan, biliyoruz, biz de biliyoruz sesleri.) Biliyorsunuz. «Gökten inmiştir, istikbalde şöyle olacak, böyle olacak.» «Benim kitaplarım yüzünden Türkiye harbe girmemiştir, benim yüzümden Isparta'da şu olmuştur. Ben bu kadar söyliyebiliyorum. Bana bu kadar müsaade edilmiştir.» Bunlar nedir, vahiydir bu. Keramettir, gaipten haberdir, gökten mukaddes kitap iniyor, o zaman bu adam peygamber olur ve ayrı bir din olur. (Sağ taraftan «Bize söyleme bunları, bizi sadece muhatap tutma.» sesleri.) Sine demedim. Yani bunlara hep beraber çatalım diyorum. (Gürültüler)” (3)
Bütün hayatında Allah’tan en çok korkan, Muhammed Aleyhisselam’ın sünnetini, Kur’an’ın ölümsüz adalet düsturlarını şimdilerde yedi kıtada ders veren bir İmam hakkında, Türkiye’de yetişmiş bir insanın idraki böyle mi olmalıydı?
Yoksa ben haklı mıyım?
DİPNOTLAR:
1-Mektubat, s. 54
2-Emirdağ Lahikası, s.82
3-Cumhuriyet Senatosu; Tutanak Dergisi; 10 . 2 . 19ss Çarşamba; 39. Birleşim; Dönem: 1 Cîlt : 25 Toplantı : 4;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.