Dr. Ömer ŞEKER
Bediüzzaman'ın TBMM beyannamesi-1
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Ankara Hükûmetinin ısrarlı davetleri üzerine 1922 yılı sonlarında Ankara’ya gelir ve Mecliste milletvekillerine hitaben bir beyanname neşreder ve kendilerine dağıtır (Bkz. Tarihçe-i Hayat, 124; Mesnevi-i Nuriye, 85 (1). Bu beyannamede ifade edilen görüşlerin, tekrar hatırlanmasında, bugünkü güncel meselelerin çözümü bakımından yarar bulunduğu kanaatiyle düşüncelerimizi paylaşmak istedik.
Her şeyden önce Bediüzzaman gibi; Osmanlının son döneminde gazetelerde yayımladığı makaleleriyle ve sair sosyal ortamlarda yaydığı fikirleriyle (Bkz. Hutbe-i Şamiye, Münazarat, Divan-ı Harb-i Örfî, vd -Eski Said Dönemi Eserleri-) meşrutiyetin ilânında ve yayılmasında önemli bir etkisi olmuş, 1. Dünya savaşına gönüllü alay komutanı olarak katılmış, Ermeni ve Ruslarla çarpıştıkları bu savaşta çok sayıda talebesini şehit vermiş, kendisi de pek çok yararlıklar göstererek yaralanıp esir düşmüş, iki yıldan fazla Rusya’nın kuzeyinde binlerce km uzakta, esir kaldıktan sonra yurda dönerek, Dar-ül Hikmet-ül İslamiyye adı verilen bugünkü manâda İslâm Akademisi veya yüksek din şurası yani meşihat dairesinde üye olarak fikir ve eserleriyle önemli görevlerde bulunmuş, özellikle İngilizlerin İstanbul’u işgaline karşı Hutuvat-ı Sitte adlı bir broşür yayımlayarak İngilizlerin hile ve desiselerini boşa çıkarmış bir vatan evladı, gerçek bir din âliminin, milletvekillerine hitaben böyle bir beyannameyi neşretmesi, onun hem hakkı, hem de vatana ve millete karşı yüklendiği sorumluluğun bir gereğidir.
Bediüzzaman’ı böyle bir beyanname neşrine iten temel sebep ne olabilir? O Meclise gelir gelmez hemen ferasetiyle mebuslarda dine karşı bir lakâytlık, garplılaşmak bahanesi altında Türk Milletinin tarihî kutsal övünç kaynağı olan İslâmın sembol ve alâmetlerine karşı bir soğukluk, ibadet ve özellikle namaz konusunda bir gevşeklik bulunduğunu farketmiştir. Elbette ki böyle bir gevşeklik durup dururken bir anda ortaya çıkmış olamaz. Mutlaka bunun dalga dalga yayıldığı ve temas ettiği yerlere sirayet ettiği bir kaynağı vardır. İşte, kıyamete kadar hükmü baki Kur’an gibi son semavi hak kitaba ömrünü adamış (2) ve O’nun kendisine vahyedilip, kendisinin de tebliğ ettiği kıyamete kadar ümmetine yol gösteren son Nebi Hz. Muhammed (asm) gibi bir Zata hayatını tam anlamıyla bağlamış ve O’nun bu helâket ve felâket asrında dünyaya gelmiş bir manevî varisi ve evladı olan Bediüzzaman gibi maneviyat dahisi, meydana gelmekte ve gelişmekte olan olayı elbette fark edecek ve atılmakta olan adımların tahrip hesabına gitmemesi için çare arayacak, tahribata karşı tamir, ıslah ve irşad hareketini yapacaktır (3) [(…sizinle çalışamaz; fakat size de ilişmez: Bkz. Tarihçe-i Hayat, 195) (… gerçi onu, hadîslerin ihbârıyla kırıyorum; fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatâlardan vikâye ederim: Bkz. Tarihçe-i Hayat, 487)].
Beyannamede ifade edilen hususların neler olduğuna bakarak bunları, değerlendirmeye çalışalım.
1- Hitabede muhatabı mebuslara; “Ey mücahidîn-i İslâm! Ey ehl-i hall ve akt!” diyerek hitap edilmektedir. Çünkü bu meclisteki mebuslar, 1. Dünya ve Kurtuluş savaşlarına katılan kimselerden oluşuyordu. Bu meclis içinde bulunulan olağanüstü şartların gereği olarak, hem savaşı sevk ve idare ediyor, hem de diğer yandan devletin, yasama ve yürütme fonksiyonlarını yerine getiriyordu. Dolayısıyla buradaki mebusların öncelikli vasfı “mücahit” sıfatıdır. Çünkü burada, kendilerini Müslüman oldukları için dünya sahnesinden silmek isteyen düşmanlara karşı askerleri, asker olmayanları ve hatta kadını, kızı, çoluğu çocuğu, genci ihtiyarı ile bir milletin topyekûn yaptığı bir cihat sözkonusudur.
“Ehl-i hall ve akt” tabiri, düğümlenmiş çözümü zor meseleleri çözüp halledenler, sonuca bağlayanlar anlamına geldiği gibi, hukuk ıstılahında ise, devlet başkanını seçmek ve azletmekle yetkili olan heyet anlamında bir İslâm hukuku terimidir.
İlk Osmanlı-Türk Anayasası olan 1876 Anayasasına göre, padişahın yanında, padişah tarafından seçilen Meclis-i Ayan ve millet tarafından seçilen Meclis-i Mebusan’dan oluşan bir meclis bulunmaktaydı. Bu Anayasanın 11. maddesinde devletin dininin İslâm olduğu yazılıdır. Bu Anayasanın 1909 değişikliğiyle parlamento denilen halkı temsil eden meclisin ağırlığı artırılmıştır. Bediüzzaman Hazretlerinin sözkonusu Beyannamesini neşrettiği 1922 Kasımında Meclise gelişinde ise, padişahlık kaldırılmış olmakla birlikte, “Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu”nun ifade edildiği 1921 Anayasası yürürlüktedir. Bu Anayasanın 7. maddesinde ahkâm-ı şer’iyyenin tenfizi, umum kanunların vâzı, tadili, feshi ve muahede ve sulh akdi ve vatan müdafası ilânı gibi hukuku esasiyenin Büyük Millet Meclisine ait olduğu belirtilmiştir. Bu Anayasaya göre, Meclis kendi içinden bir başkan seçecek, yürütme görevi de yine Meclisin kendi üyeleri arasından seçilen icra vekilleri tarafından yerine getirilecektir. İcra vekilleri kendi içlerinden bir başkan seçmekle birlikte meclis başkanı icra vekilleri heyetinin de doğal başkanı olarak tanımlanmıştır.
1921 Anayasasından sonra yürürlüğe konulan 1924 Anayasasında artık ulus devlet mantığının egemen olduğu görülmektedir. Bu anayasanın genel esaslar bölümünde Türkiye Devletinin Cumhuriyet, devletin dininin İslâm, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu, TBMM’nin ulusun tek ve gerçek temsilcisi bulunduğu ve milletin egemenliğini BMM eliyle kullanacağı belirtilmiş ve Meclisin görevleri arasında ahkâmı şer’iyyenin tenfizi sayılmıştır. Yasama ve yürütme erkleri TBMM’nde toplanmıştır. Cumhurbaşkanı hem devletin hem de yürütmenin başıdır. TBMM tarafından, kendi üyeleri arasından seçilir ve sorumsuzdur. Yürütme ile ilgili işlemlerinin başbakan ya da ilgili bakan tarafından imzalanması zorunludur. 1924 Anayasasında 1928’de yapılan değişiklikle devletin dininin İslâm olduğu hükmü kaldırılarak lâiklik prensibi getirilmiş (4) ve 1937’de de Cumhuriyet Halk Fırkasının altı ilkesi Anayasaya girmiştir.
İhtilâller sonrasında yapılan 1961 ve 1982 Anayasalarında ise, belli bir ideolojik görüşü (5) yansıtan bir “Başlangıç” konularak, “Cumhuriyetin nitelikleri” başlığı altında lâiklik prensibi korunmuş, TBMM’nin egemenliğin tek ve yegâne temsilcisi olmadığı, egemenliğin anayasanın koyduğu esaslara göre, “yetkili organlar” eliyle kullanılacağı öngörülmüştür. Özellikle 82 Anayasası temel haklar ve özgürlüklerin, keyfî bir şekilde evrensel hukuk kuralları çiğnenerek sınırlandırılmasına ve özünün ortadan kaldırılmasına müsait bir rejim getirmiştir. Her şeye rağmen demokrasinin işlemesi sayesinde bu anayasada peyderpey çok sayıda değişiklik yapılarak belirtilen olumsuzluklar giderilmeye çalışılmışsa da, yamalı bohça gibi ahenksiz hale gelen bu anayasanın ülkenin sorunlarının çözümünü tıkayan etkisi devam etmektedir.
Halka rağmen halk için yöntemiyle hareket eden tepeden inmeci anlayış, millî irade yaftası altında (Bkz. Emirdağ Lâhikası, 277) çalışırken, milletin millî ve manevî değerlerini tahrip etme imkânı bulduğu alan, Bediüzzaman’ın ikaz ettiği milletvekilleri ve irşad ettiği milletin (Tarihçe-i Hayat, 135), demokratik parlamenter sistem içinde hukukuna sahip çıkmasıyla (Münazarat, 28) daralmaya başlamıştır. Müstebit, baskıcı ve dayatmacı zihniyet bu defa, görünüşte demokrasi yine olsun, seçimler yapılsın, millet vekillerini seçsin, ama bu milleti öyle demokrasi cumhuriyet adı altında başıboş bırakmaya gelmez, her şeye rağmen yine bizim dediğimiz geçerli olmalıdır diyerek, halkın iradesini hata, hile ve ikrahla fesada uğratmak suretiyle bir şekilde yürürlüğe koymayı başardığı ihtilal anayasasına göre, milletin egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslar çerçevesinde bu “yetkili organlar” eliyle kullanmasını öngörmüş ve bu organları da kendi iradesi doğrultusunda sonuç alacak şekilde sisteme monte ederek, demokrasinin milletin arzusu doğrultusunda etkisini göstermesine fırsat tanımamak üzere, milletin iradesini kayıt altına alacak mekanizmaları oluşturmuş ve rejim altına almıştır. Ancak ne var ki, yine Bediüzzaman’ın geliştirdiği müsbet hareket (Bkz. Emirdağ Lâhikası, 455) metodu sayesinde, oyunların bozulduğu, bu kayıtların da kırılmaya başladığı, istibdadın ne yapsa tutunamadığı ve hakkın galip geldiği görülmekte, yani millet hukukuna sahip çıktığı ölçüde istibdat gerilemektedir (Bkz. Şuâlar, 515).
Dolayısıyla Bediüzzaman’ın Meclise geldiği; saltanatın yeni kaldırılmış (1 Kasım 1922) ve halifenin fiilen etkisiz hale gelmiş olduğu bu dönemde, mebuslara önemli sorumluluklar düşmektedir. Bu sorumluluklar ise ancak büyük bir feraset ve basiretle yerine getirilebilir. Altı yüz sene, belki Abbasiler zamanından itibaren, yani bin sene Kur’an’ın bayraktarlığını yaparak yüksek bir mevki kazanmış Türk Milletinin, İslâmiyetten uzaklaştırılmaması ve mazisiyle bağının koparılmaması için gösterilmesi gereken böyle bir feraset ve basiret, ancak iman ve ibadet ile sağlanabilir (Bkz. Tarihçe-i Hayat, 137).
Yukarıda değinildiği gibi bu meclis, fevkalâde ağır savaş şartlarında devletin, yasama ve yürütme fonksiyonlarını yerine getirmeye çalışıyordu. Esasen devlet işlerinin bir şahıs yerine, şahıslardan oluşan şahs-ı manevî tarafından idaresi her bakımdan daha faydalıdır ki, nitekim meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi kavramları hep bu manânın tekâmül etmiş uygulanma şekilleridir. Yoksa adı cumhuriyet de olsa, tek adamın hâkim olduğu, onun her dediğinin icra edildiği bir yerde cumhuriyetin sadece adı vardır, içi boştur. Böyle bir yerde cumhuriyetten beklenen güzellikler zaten ortaya çıkmaz ve görülmez. Olsa olsa adı cumhuriyet olan bu rejimin kendisi bizatihi istibdattır, zulümdür, tahakkümdür, keyfi muameledir. Dolayısıyla “Ehl-i hall ve akt” tabiri ile milletvekillerine hitap ederken, onların şahs-ı manevilerinin hâkim iradeyi temsil ettiği ifade olunmaktadır. Yani bir bakıma onların memleketin meselelerine sahip çıkmalarının önemi ve dolayısıyla mebuslara sorumlulukları hatırlatılmakta ve onların iradelerinin belirleyici olması gerektiği vurgulanmaktadır.
1920’lerden bu yana 100 yıla yakın bir zaman geçtiği halde, “Demokratik açılım” tartışmalarının yapıldığı günümüzde, halâ kurum ve kurallarıyla çağdaş bir demokrasinin işler hale getirilemediğini, parti başkanının dediğinin geçerli olduğunu ve milletvekillerinin onun tarafından belirlendiğini, milletvekillerinin hür bir şekilde görüşlerini ifade edemediklerini ve karar veremediklerini görmekteyiz. Oysa her milletvekili kendisini millete karşı sorumlu hissetmeli ve özgür bir şekilde hak bildiğini söyleyebilmeli ve özgür iradesiyle vereceği karara göre tavrını ortaya koyabilmelidir.
Dipnotlar:
1-Atfı yapılan kaynaklara, http://www.risaleinurenstitusu.org/ veya http://www.risaleara.com adresinden de ulaşılabilir.
2-1. Dünya savaşı öncesinde gördüğü bir rüyada, dünyada büyük bir patlama (inkilap) olacağını, o infilâk ve inkılâptan sonra, Kur'ân'a hücum edileceğini, Kur'ân’ın etrafındaki surların kırılacağını, i'câzının onun çelik bir zırhı olacağını anlayarak, telif ettiği Kur’an’ın bu asra hitap eden manâlarını keşfeden Risale-i Nur adını verdiği 130 parçadan oluşan yaklaşık beş-altı bin sayfa eserin, Kur'ân'ın mucize yani Allahın kelamı oluşunu ispat etmekten ibaret olduğu söylenebilir (Bkz. Mektûbat, 357).
3-1922’de Ankara'ya geldiğinde, Yunana karşı kazanılan zaferden alınan neş'e içinde, gayet müthiş bir zındıka fikrinin içten içe münafıkçasına (Şualar, 298-299; 497-515; Tarihçe-i Hayat, 131;137 vd) imanın esaslarını tahrip etmeye çalıştığını farkeder. O zaman, Kur’an’ın (Peygamberleri onlara, “Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah hakkında şüphe olur mu?” dedi) mealindeki İbrahim Suresi’nin 10. âyet-i kerîmesinden ilham alarak, Arapça Tabiat Risalesi’ni yazar, Ankara'da bastırıp dağıtır. Fakat Arapça bilen az olduğundan, bu eser o dinsizlik fikrinin inkişaf edip, kuvvet bulmasını engellemeye yetmez (Tarihçe-i Hayat, 132).
4-Hayatı ve olayları, Kur’an penceresinden bakıp değerlendirdiği anlaşılan Bediüzzaman Sad Nursî’nin Bakara Suresinin 256. ayetinin “لاَ اِكْرَاهَ فِى الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ” cümlesinden; ebced-cifir hesabıyla 1928 tarihinde, hükûmetin lâik cumhuriyete döneceğini, dinin dünyadan ayrılmakla birlikte, vicdan özgürlüğünün hükûmetlerde hukukî ve siyasî temel bir kanun prensibi olacağını ve bunun dinde baskı ve zorlama yapılmasına imkân vermeyeceğini, bunun yerini tahkikî imanla yapılacak mânevî cihadın alacağını çıkarmıştır (Bkz. Şualar, 243).
Din ve vicdan özgürlüğü, insanların inançlarına müdahale edilmesini müsaade etmediği gibi, inancının gereğini yaşamasına müdahale edilmesine de imkân vermez. Din ve vicdan özgürlüğü, düşünce ve kanaatlerin serbest bir şekilde açıklanabilmesini ve yayılabilmesini de kapsar. Belki kamu gücü kullanılarak sınırlandırılması, olsa olsa ancak bu özgürlüğün kullanılmasında kamu düzeninin bozulması, toplumda kargaşa çıkması halinde, yani başkalarının hak ve özgürlüklerinin ihlal edilmesine yol açılması durumunda sözkonusu olabilir. Zira medenî insanlara fikirler zorla değil, ikna yoluyla kabul ettirilebilir (Bkz. Divan-ı Harb-i Örfî, 64).
5-Kanaatimizce ülkemizin hemen hemen bütün sorunları, doğrudan veya dolaylı olarak bu ideolojinin küçük bir azınlık tarafından büyük çoğunluğa evrensel hukuk kuralları çiğnenerek dayatılmasının ısrarla sürdürülmeye çalışılmasından kaynaklanmakta ve çözümü gecikmektedir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.