Dr. Selçuk ESKİÇUBUK
Bediüzzaman’a göre “ilmi eleştiri” nasıl yapılır?
ELEŞTİRİ KUSUR BULMAK DEĞİLDİR
Şiir, tiyatro, hikâye, roman, resim, heykel, film gibi bir sanat veya düşünce eserinin, zayıf ve güçlü yönleri göz önünde bulundurularak gerçek değerini belirleme amacıyla yapılan inceleme sonucunun anlatıldığı yazı türüne “eleştiri (tenkit)” denir.
Eleştiri kusur bulmak değildir. Edebi eserler üzerine yazılmış eleştiriler en çok bilinenlerdir. Batıda 19. yüzyılda belirgin hale gelmeye başlamıştır. Türk edebiyatında ilk eleştiri yazısı Namık Kemal’in “Lisan-ı Osmanînin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazâtı Şâmildir” adlı yazısıdır. İlk eleştiri eseri ise yine Namık Kemal’e ait olan ve Ziya Paşa’nın “Harabat” şiir antolojisini eleştirdiği eseri “Tahrib-i Harabat”tır.
Eleştirinin amacı, iyi ve güzel olan sanat yapıtının değerini ortaya çıkarmak, sanatı iyi ve güzel olmayandan kurtarmak, kalıcı bir niteliğe kavuşturmaktır. Sanatçıyı daha güzel, daha güçlü, daha olgun, daha başarılı eserler yaratmaya teşvik etmektir. Okura, izleyiciye ve sanatçıya kılavuzluk yapmaktır. Eleştirmen, hangi sanat eserini eleştirecekse o sanat dalının gerektirdiği birikime sahip olmalıdır. Bu yüzden, eleştiri yazmak kolay bir iş değildir. Hem okura hem de eserin yazarına kendini geliştirmesi için yol gösterir.
Ancak bunun dışında da eleştiriler vardır, yazılı veya görsel basın yoluyla görüş bildirenler, bilimsel fikir veya kanaatini öne sürenler her zaman eleştiriye muhatap olurlar. Köşe yazarlarına okuyuculardan eleştiriler gelebilir. Bir bilim adamının öne sürdüğü görüşlerin hepsine veya bir kısmına itirazlar edilebilir. İtiraza uğrayanlar bunu olgunlukla karşılamalıdır. Kimsenin eleştiri yapana kızma hakkı yoktur. Mademki yazıyorsun, konuşuyorsun ve fikir beyan ediyorsun o zaman eleştiriyi de doğal karşılayacaksın. Herkes seni beğenmek, övmek zorunda değildir. Ancak eleştiren de ölçüyü kaçırmadan ne diyecekse demeli, karşısındakinin onurunu kıracak sözlerden uzak durmalıdır. Mesele kişisel üstünlük sevdası, benlik değil bir hakikatin ortaya çıkması için görüş bildirme olmalıdır.
Dini konularda fikir beyan etmiş, geçmiş yıllarda kitap yazmış ve kendi bilgilerine göre konuyu anlatmış ama şimdi aramızdan ayrılmış kimselerin fikirlerine karşı eleştiri yapılacaksa nasıl davranılmalıdır?
*S - Tenkidi nasıl görüyorsun? Hususan umur-u diniyede...
C - Tenkidin sâiki, ya nefretin teşeffisidir, veya şefkatin tatminidir. (Dostun veya düşmanın ayıbını görmek gibi. )
Sıhhat ve fesada muhtemel bir şeyde kabule temayül ve tercih şefkatten; redde temayül ve tercih—vesvese olmazsa—nefretten geldiğine ayardır.
"Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise kusurları araştırır. "(**)
Sâik-i tenkit, aşk-ı hak ve arzu-yu tenzih-i hakikat olmalı. Selef-i Salihînin tenkitleri gibi... (TULUAT)
(**) Ali Mâverdî, Edebü'd-Dünyâ ve'd-Dîn, s. 10; Dîvânü'ş-Şâfiî, s. 91.
Felsefe gerçeği bulmak için yalnız aklı kullanan bir ilim dalıdır. Ama insan yalnızca akıldan ibaret değildir ki gerçek yalnız akıl feneriyle bulunsun. Aklın elinin yetişmediği yerde kalp, ruh, vicdan da devreye girmeli ve gerçeğe ulaşılmalıdır.
Bediüzzaman dinsiz felsefeye karşıdır, o felsefe evrenin harflerinin süslerine ve aralarındaki ilişkilere dalmış ve sebep netice ilişkilerinde sersemlemiş ve gerçeğin yolunu şaşırdığını düşünür. Din ilmi dışında kendi asrındaki pozitif bilimler ve felsefeyle de meşgul olmuştur, bir mantık kitabı bile yazmıştır. Dinsiz Felsefeye karşı eleştirel görüşlerini şu şekilde ifade etmiştir.
*Ammâ, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, hurûf-u mevcudâtın tezyinâtında ve münâsebâtında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitâb-ı kebîrin hurufâtına mânâ-i harfî ile, yani, Allah hesâbına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip, mânâ-i ismî ile, yani, mevcudâta mevcudât hesâbına bakar, öyle bahseder. "Ne güzel yapılmış"a bedel "Ne güzeldir" der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müştekî eder. Evet, dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir. (SÖZLER, 12. Söz)
Bediüzzaman, yazmış olduğu Tabiat risalesiyle aklının yetişmediği şeye hurafe diyen ve dinsizliği tabiata bağlayanlara çok şiddetli eleştiri getirir, dinden yüz çeviren natüralist felsefecileri ve batıl mezhep sahiplerini eleştirir ve onların fikirlerini çürütür.
*Bu risalenin sebeb-i telifi, gayet mütecavizâne ve gayet çirkin bir tarzla, hakaik-i imaniyeyi tezyif edip, bozulmuş aklı yetişmediği şeye hurafe deyip, dinsizliği tabiata bağlayarak, Kur’ân’a hücum edilmesidir. O hücum ise şiddetli bir hiddeti kalbe (kaleme) verdi ki, şiddetli ve galiz tokatları o mülhidlere ve haktan yüz çeviren bâtıl mezheplilere yedirdi. Yoksa, Risale-i Nur’un mesleği, nezihâne ve nazikâne ve kavl-i leyyindir. (TABİAT RİSALESİ)
*İşte, tabiiyyunların fikr-i küfrîleri ne derece daire-i akıldan hariç saptığını kıyas et. Ve tabiatı mûcid zanneden insan suretindeki ahmak sarhoşlar “Mütefennin ve akıllıyız” diye dâvâ ettikleri halde, akıl ve fenden ne kadar uzak düştüklerini ve mümteni ve hiçbir cihetle mümkün olmayan bir hurafeyi kendilerine meslek ittihaz ettiklerini gör, gül ve tükür!(TABİAT RİSALESİ)
“Risale-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat, ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur”(TARİHÇE-İ HAYAT)
Eflatun(MÖ 427 - MÖ 347) ve onun öğrencisi olan Aristo (MÖ 384 – 7 Mart MÖ 322) ünlü Antik Yunan filozoflarıdır. Eflatun’un hocası da Sokrat’tır. Farabi(872-1950/1951) ile İbni Sina (980-1037) ise İslam Dünyasının dahi felsefecileridir.
Bediüzzaman dinsiz felsefeye karşı olduğu gibi İslam bilginlerinin de felsefenin cazibesine kapılarak İslami konuları asrın insanlarına onların yöntemleriyle anlatma metoduna da karşıdır.
Bediüzzaman’a göre onların hepsinin felsefi görüşleri bir yerden sonra tabiat bataklığına saplanmış ve boğulmuş, oradan çıkarak gerçeğe ulaşamamışlardır. Onlar bütün dünyanın tanıdığı ünlü felsefecilerdir, kartallar gibi hep yüksekten uçmalarına uçmuşlar ama maddede boğulmuşlardır.
Bediüzzaman onların ünlü oluşlarına, dehalarına bir şey demez, onların gittiği felsefe yollarına sapmadan yalnızca Kur’an ayetlerini kendine rehber ederek evreni okumayı kendine esas kabul eder. Onun hocası Felsefe ve felsefeciler değil, yalnızca Kur’an’dır. Diğerlerinin hocası ise kendilerinden önce yaşamış başka felsefecilerdir. Bu nedenle onların sözlerine kulak asmaz, gerçeği bulma ve Allah’ ı bilip tanımak için onların yolundan gitmez.
Felsefenin bir cevap veremediği “Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun, necisin?” sorularının cevabını arar. Evreni inceler, etrafta olup bitenleri, sebep-netice ilişkilerini gözler. Kur’an ayetlerinin neler anlattığına bakar ve Hz. Muhammed’in sözlerine kulak verir. Allah’ın varlığını, birliğini, öldükten sonra dirilmeyi, peygamberlik müessesini anlamak ve anlatmak için felsefenin uzun yollarına başvurmaz.
*Ey hayaliyle benim seyahat-i hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflâtun ve Aristo HAŞİYE-1 gibi meşahirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhilerindir. Evet, İbn-i Sina'nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her neyse, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatin bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatime dönüyorum.
Gid gide, baktım ki, benim elime iki şey verildi: biri, bir elektrik, o tahtel'arz tabiatın zulümatını dağıtır; diğeri bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki: "Bu elektrikle o âlet Kur'ân'ın hazinesinden size verilmiştir. "
Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktım ki, öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde, bulutsuz bir güneş, ruh-efzâ bir nesîm, hayattar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm. "Elhamdü lillâh" dedim. Sonra baktım ki, ben kendi kendime mâlik değilim. Birisi beni tecrübe ediyor.
Haşiye-1
Eğer desen: "Sen necisin, bu meşahire karşı meydana çıkıyorsun? Sen bir sinek gibi olup da kartalların uçmalarına karışıyorsun?" Ben de derim ki: Kur'ân gibi bir üstad-ı ezeliyem varken dalâlet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklın şakirtleri olan o kartallara, hakikat ve marifet yolunda sinek kanadı kadar da kıymet vermeye mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları gark eden madde ayağımı da ıslatamadı. Evet, büyük bir padişahın, onun kanununu ve evâmirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir şahın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir. (SÖZLER, 30. Söz, 1. Maksat)
Başta İbni Sina gibi alimler olmak üzere İslam dünyasının alimleri Haşri yani öldükten sonra dirilmeyi akıl ile anlaşılabilecek bir mesele olarak görmezler, nakli bir olaydır, inanırız derler. Ama Bediüzzaman yazdığı “Haşir risalesi”yle onlardan ayrılır, akla kapı açıp gösterdiği örneklerle insanların Haşri kolayca anlamasını sağlar. Onları da niçin böyle düşündüler diye eleştirmez, işin zorluğunu şöyle anlatır:
*İbn-i Sina gibi bir dâhi-yi hikmet, “elhaşrü leyse ala megaliyese agliyye” demiş; “İman ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez” diye hükmetmiştir. Hem bütün ulemâ-i İslâm“Haşir bir mesele-i nakliyedir. Delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez” diyemüttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve mânen pek yüksek bir yol, birden bire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez. Kur’ân-ı Hakîmin feyziyle ve Hâlık-ı Rahîmin rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden, bin şükür etmeliyiz. Çünkü imanımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalâa ile izdiyâdına çalışmalıyız.
Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i âzam, İsm-i Âzamın tecellîsiyle olduğundan, Cenâb-ı Hakkın İsm-i Âzamının ve her ismin âzamî mertebesindeki tecellîsiyle zahir olan ef’âl-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i âzam bahar gibi kolay ispat ve kat’î iz’ânve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Sözde feyz-i Kur’ân ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa, âciz kalır, taklide mecbur olur. (SÖZLER, 10. Söz, Mukaddime)
Muhyiddin-i Arabi (1165-1245) yılları arasında yaşamış bir İslam bilginidir. İslam dünyasında “Vahdetü’l vücud” diye bilinen tasavvufi bir ekolün savunucusudur. Füsus’ül Hikem adında bir kitabı vardır. “Ruh” hakkında kişisel görüşleri vardır.
Sadrettin Konevi de (1210-1274) yılları arasında yaşamış, Muhyiddin-i Arabinin öğrencisi olmuş, aynı tasavvufi görüşü benimsemiştir.
Bediüzzaman onların hiçbirine katılmaz. Arabi’yi yükseklerde uçan bir kartala kendini ise sineğe benzetir, tevazu gösterir ve saygıda kusur etmez ama nerede aldandığını, nasıl yanlış yaptığını da söylemekten geri durmaz. İşte bir din adamının kendinden önce yaşamış, ahirete göçmüş başka bir din adamının görüşlerine karşı hakikati ortaya çıkarma adına yaptığı, nazik eleştirinin nasıl olacağının güzel bir örneğini gösterir:
*Aziz kardeşim,
SENİN İKİNCİ SUALİNİN HÜLÂSASI: Muhyiddin-i Arabî demiş: "Rûhun mahlûkıyeti, inkişâfından ibarettir. " O sual ile, benim gibi zayıf bir bîçâreyi, Muhyiddin-i Arabî gibi müthiş bir hârika-i hakikat, bir dâhiye-i ilm-i esrâra karşı mübârezeye mecbur ediyorsun. Fakat madem nusûs-u Kur'ân'a istinâden bahse girişeceğim; ben sinek dahi olsam o kartaldan daha yüksek uçabilirim.
Kardeşim, bil ki: Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanır. Hâdîdir, fakat her kitabında mühdî olamıyor. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir. Yirmi Dokuzuncu Sözde, ruh bahsinde, medâr-ı sualiniz olan o hakikat izah edilmiştir.
Evet, ruh, mâhiyeti itibarıyla bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u hâricî giydirilmiş bir nâmus-u zîhayattır ve vücud-u hâricî sahibi bir kanundur. Hazret-i Muhyiddin, yalnız mâhiyeti noktasında düşünmüştür. Vahdetü'l-vücud meşrebince, eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zât, hârika keşfiyâtıyla ve müşâhedâtıyla ve mühim bir meşreb sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar ettiğinden, bilmecburiye, zayıf te'vilâtla, tekellüflü bir surette, bazı âyâtı meşrebine, meşhûdâtına tatbik ediyor, âyâtın sarâhatini incitiyor. Sâir risalelerde cadde-i müsakîme-i Kur'âniye ve minhâc-ı kavîm-i Ehl-i Sünnet beyan edilmiştir. O zât-ı kudsînin kendinemahsus bir makamı var; hem makbûlîndendir. Fakat mîzansız keşfiyâtında hudutları çiğnemiş ve cumhûr-u muhakkıkîne çok meselelerde muhâlefet etmiş.
İşte, bu sır içindir ki, o kadar yüksek ve hârika bir kutup, bir ferîd-i devrân olduğu halde, kendine mahsus tarikatı gayet kısacık, Sadreddin-i Konevîye münhasır kalıyor gibidir ve âsârından istikametkârâne istifade nâdir oluyor. Hattâ çok muhakkıkîn-i asfiyâ, o kıymettar âsârını mütalâa etmeye revaç göstermiyorlar; hattâ bazıları men ediyorlar.
Hazret-i Muhyiddin'in meşrebiyle ehl-i tahkikin meşrebinin mâbeynindeki esaslı fark ve onların me'hazlarını göstermek, çok uzun tetkikata ve çok yüksek ve geniş nazarlara muhtaçtır. Evet, fark o kadar dakîk ve derin ve me'haz o kadar yüksek ve geniştir ki, Hazret-i Muhyiddin hatâsından muâheze edilmemiş, makbul olarak kalmış. Yoksa, eğer ilmen, fikren ve keşfen o fark o me'haz görünseydi, onun için gayet büyük bir sukut ve ağır bir hatâ olurdu. Madem fark o kadar derindir; bir temsil ile o farkı ve
o me'hazları, Hazret-i Muhyiddin'in o meselede yanlışını göstermeye muhtasaran çalışacağız. Şöyle ki:
Meselâ, bir âyinede güneş görünüyor. Şu âyine, güneşin hem zarfı, hemmevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette âyineyiziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o âyine, fotoğraf âyinesi ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, âyinede görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem âyineyi süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir. Âyine içinde görünen güneşin vücudu ise, hâriçteki görünen güneşin ayn-ı vücudu değilse de, ona irtibâtı ve ona işâret ettiği için, onun ayn-ı vücudu zannedilmiş.
İşte bu temsile binâen, "Âyinede hakikî güneşten başka birşey yoktur" denilmek ve âyineyi zarf ve içindeki güneşin vücud-u hâricîsi murad olmak cihetiyle denilebilir. Fakat âyinenin sıfatı hükmüne geçmiş münbasit aksi ve fotoğraf kâğıdına intikal eden resim cihetiyle güneştir denilse, hatâdır; "Güneşten başka içinde birşey yoktur" demek yanlıştır. Çünkü, âyinenin parlak yüzündeki akis ve arkasında teşekkül eden resim var. Bunların da ayrı ayrı birer vücudu var. Çendan o vücudlar güneşin cilvesindendir; fakat güneş değiller. İnsanın zihni, hayâli, bu âyine misâline benzer. Şöyle ki:
İnsanın âyine-i fikrindeki mâlûmâtın dahi iki veçhi var: Bir vecihle ilimdir, bir vecihle mâlûmdur. Eğer zihni o mâlûma zarf saysak, o vakit o mâlûm mevcud, zihnî bir mâlûm olur; vücudu ayrı bir şeydir. Eğer zihni o şeyin husûlüyle mevsuf saysak, zihne sıfat olur; o şey o vakit ilim olur, bir vücud-u hâricîsi vardır. O mâlûmun vücud ve cevheri dahi olsa, bununki arazî bir vücud-u hârîcisi olur.
İşte bu iki temsile göre, kâinat bir âyinedir. Her mevcudâtın mâhiyeti dahi birer âyinedir. Kudret-i Ezeliye ile îcâd-ı İlâhîye mâruzdurlar. Herbir mevcud, bir cihetle Şems-i Ezelînin bir isminin bir nevi âyinesi olup bir nakşını gösterir. Hazret-i Muhyiddin meşrebinde olanlar, yalnız âyinelik ve zarfiyet cihetinde ve âyinedeki vücud-u misâli, nefiy noktasında ve akis, ayn-ı mün'akis olmak üzere keşfedip, başka mertebeyi düşünmeyerek, "Lâ mevcûde illâ Hû" diyerek, yanlış etmişler. "Hakàiku'l-eşyâi sâbitetün" kaide-i esâsiyeyi inkâr etmek derecesine düşmüşler.
Amma ehl-i hakikat ise, verâset-i Nübüvvet sırrıyla ve Kur'ân'ın kat'î ifâdâtıyla görmüşler ki, âyine-i mevcudatta kudret ve irâde-i İlâhiye ile vücud bulan nakışlar Onun eserleridir. "Heme ezost" HAŞİYE-1 tur; "Heme ost" HAŞİYE-2 değil.
Haşiye-1
Yani herşey Ondandır. O îcad eder.
Haşiye-2
Herşey O değil ki; "Lâ mevcûde illâ Hû" denilsin.
Eşyanın bir vücudu vardır ve o vücud bir derece sâbittir. Çendan o vücud, Vücud-u Vâcibe nisbeten vehmî ve hayâlî hükmünde zayıftır; fakat Kadîr-i Ezelînin îcad ve irâde ve kudretiyle vardır.
Nasıl ki, temsilde, âyine içindeki güneşin hakikî vücud-u hâricîsinden başka birvücud-u misâlîsi var. Ve âyineyi ziynetli boyalayan münbasit aksinin dahi arazî ve ayrı bir vücud-u hâricîsi var. Ve âyinenin arkasındaki fotoğrafın resim kâğıdına intikâş eden suret-i şemsiyenin dahi ayrı ve arazî bir vücud-u hâricîsi vardır, hem bir derece sâbit bir vücuddur. Öyle de, kâinat âyinesinde ve mâhiyât-ı eşya âyinelerinde esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin irade ve ihtiyar ve kudret ile hâsıl olan cilveleriyle tezâhür eden nukûş-u masnûâtın, Vücud-u Vâcibden ayrı, hâdis birvücudu var. Hem o vücuda Kudret-i Ezeliye ile sebat verilmiş. Fakat eğer irtibatkesilse, bütün eşya birden fenâya gider. Bekâ-i vücud için her an, herşey, Hâlıkının ibkàsına muhtaçtır. Çendan "hakâiku'l-eşyâi sâbitetün"dür; fakat Onun ispat ve tesbitiyle sâbittir.
İşte, Hazret-i Muhyiddin, "Ruh mahlûk değil; âlem-i emirden ve sıfat-ı irâdeden gelmiş bir hakikattir" demesi, çok nusûsun zâhirine muhâlif olduğu gibi; mezkûr tahkikata binâen iltibâs etmiş, aldanmış, zayıf vücudları görmemiş.
Esmâ-i İlâhiyeden Hallâk, Rezzak gibi isimlerin mazharları vehmî ve hayâlî şeyler olamaz. Madem o esmâ hakikatlidirler. Elbette mazharlarının da hakikat-i hâriciyeleri vardır. (LEMALAR, 9. Lema)
Bediüzzaman talebeliği boyunca ilmi münazaralara katılır, fikirlerini müdafaa eder kendisine alimler tarafında sorulan soruları cevaplamaktan kaçınmazdı. Hatta bir seferinde Câmiü’l-Ezher'in Reis-i Uleması olan Şeyh Bahid efendinin, Osmanlı ve Avrupa’nın gidişatı ve ileride nasıl bir duruma geleceği hakkında sorduğu soruya şöyle cevap verir:
*"Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?"
O vakit Eski Said demiş: "Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hâmiledir; Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyete hâmiledir; o da bir İslâm devleti doğuracak" Şeyh Bahid'e söylemiş.
O allâme zat demiş: "Ben de tasdik ediyorum. " Beraberinde gelen hocalara dedi: "Ben bununla münazara edip galebe edemem. "(EMİRDAĞ LAHİKASI II)
Bediüzzaman sadece yazılı metinlerdeki yanışlara karşı eleştiri de bulunmaz, toplumsal olaylarda yanlış hareketlerde bulunanları da eleştirir, ikna eder ve onları yanlışlarından vazgeçtirir. Mesela Meşrutiyetin ilanında, 31 Mart hadisesinde toplumun çeşitli kesimlerine, aşiretlere telgraflar çekerek, İstanbulda meydanlara inmiş talebelere ve kürt hamallara, Ayasofya camisinde mebuslara konuşma yaparak, toplumu galeyana getiren gazetecilere gazetede makaleler yazarak, Ayasofya mevlidinde, Ferah tiyatrosunda, nutuklar vererek onları yanlışlarından vazgeçirtir. Askerlerin 31 Martta subaylara karşı itaatsizliğine ve isyanına karşı gazetelerde yine yatıştırıcı yazılar yazarak yanlışlarını ikaz eder. Yaptıklarını onbirbuçuk cinayet(!) olarak adlandırır ve “Divan-ı Harbi Örfi” isimli kitapçıkta yayınlar.
Bediüzzaman, İslamiyet, Kur’an ve dini konular aleyhinde basın yayın yoluyla yazı yazan gazetecileri özellikle şiddetli bir dil ile eleştirir. İlim ve din adamlarının yanlışlıklarında kullandığı yumuşak dili, mesele dine karşı gazateciler olduğunda birden sertleşir. O, eleştiri yaparken kullandığı dili muhataplarına göre seçer.
*İ’lem ey hitabet-i umumiye sıfatıyla gazete lisanıyla konferans veren muharrir!
Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeâir-i İslâmiyeye zıt ve muhalif olan herzelerle İslâmiyeti lekelendirmeye kat’iyen hakkın yoktur.
Seni kim tevkil etmiştir? Fetvâyı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına, İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalâletini neşir ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme! Dalâletini kime satıyorsun?
Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir.
Cumhur-u mü’minînin kabul etmediği birşeyin gazeteyle ilânı, milleti dalâlete dâvettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin, belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun?
Ağzını kapat! (M. NURİYE)
**Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlîdir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. (MÜNAZARAT)
Bediüzzaman gerek yazılı gerekse sözlü eleştirilerini yeri ve zamanı geldiğinde hayatı boyunca her zaman kimseden korkmadan yapmıştır. Mahkemelerde yargılanırken savcıları ve mahkeme heyetini de yanlış yaptıklarında eleştirmiştir.
Bedîüzzaman bir müdürün kendisi gıyâbında insafsızca, tezyifkârâne ve hakâretli sözler söylediğini işitince ise şöyle cevap verir:
* Nefsime dedim: Eğer onun tahkîri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise; Allah ondan râzı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemiş ise beni riyâdan ve riyânın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır. Evet, ben nefsimle musâlaha etmemişim. Çünkü terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil; belki memnun olmak lâzım gelir.
Eğer o adamın tahkiratı, benim imana ve Kur'ân'a hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, o bana ait değil. O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kur'ân'a havale ediyorum. O Azîzdir, Hakîmdir.
Eğer sırf beni sövmek, tahkir etmek, çürütmek nev'inden ise, o da bana ait değil. Ben menfi ve esir ve garip ve elim bağlı olduğundan, haysiyetimi kendi elimle düzeltmeye çalışmak bana düşmez. Belki misafir olduğum ve bana nezaret eden şu köye, sonra kazaya, sonra vilâyete hükmedenlere aittir. Bir insanın elindeki esirini tahkir etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder. (MEKTUBAT, 16. Mektup)
Ülkemizde siyasetçilerin birbirine söyledikleri hakaret içeren bazı sözlerini Yargıtay Hukuk Kurulunun “ağır eleştiri” olarak değerlendirdiğini ve tazminat taleplerini reddettiğini görüyoruz.
Bediüzzaman son olarak Risale-i Nur hizmetinde bulunan talebelerine de gerektiğinde kendilerini kırmadan eleştirilerde bulunur. Onun çevresindeki talebeleri halktan kimselerdir, avamdır fazla okuması yazması yoktur. Katiplere yazdırdığı Risale- Nurların yazımı, elle çoğaltılması teksir makinelerinde ve sonraları matbaalarda gizlice basılması ve dağıtılması işlerini yıllarca hep o fedakar talebeleriyle yapmıştır. Yeri gelmiş tutuklanmışlar hapse girmişler, baskılara maruz kalmışlar ama asla birbirlerinden kopmamışlardır.
*Aziz kardeşlerim!
Gücenmemek şartıyla bu defa takdirkârane değil, belki tenkidkârane iki küçük meseleyi beyan edeceğim. (LEMALAR, 28. Lema, 12. Nükte)
Bediüzzaman, talebelerinin birbirine karşı hizmet içinde günlük hayatta eleştirel olmamalarını, hizmet aşklarını köreltmemelerini ve onların birbirleriyle devamlı irtibat halinde olmalarını istemiştir.
* Hem birbirinizi tenkid etmeyiniz. Demeyiniz ki: "Sen böyle yapmasaydın, böyle olmayacaktı. " (LEMALAR, 28. Lema)
Bediüzzaman bütün hayatı boyunca eleştirilerini kırmadan dökmeden, kusur aramadan hak namına yapmış ve talebelerine en güzel örnek olmuştur. Darısı günümüzdeki talebelerinin de başına.
Bizler siyasetçileri değil Üstadı örnek alarak kırmadan, dökmeden, incitmeden, kimseyi küçümsemeden, korkmadan ve de gelecek eleştirilerden incinmeden eleştiri hakkımızı kullanmalıyız.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.