Bediüzzaman’da zekâ ve hafıza parıltıları
Akıl, zekâ, hafıza, irade, ruh, gönül, benlik, vicdan, sevgi onun en önemli parçalarıdır
Derleyen: Dr. Selçuk Eskiçubuk
RİSALEHABER-İnsan bedeni birçok organdan meydana gelir. Aynı zamanda o beş duyu dışında çeşitli duyguları da olan bir varlıktır. Akıl, zekâ, hafıza, irade, ruh, gönül(kalp), benlik, vicdan, sevgi onun en önemli parçalarıdır.
İnsanın sol beyni, muhakeme, analiz ve hesaplamayla; sağ beyin ise müzik, ritim, sanat ve heyecanla ilgilidir. Ön beyin ise hangi yarının kullanılacağını belirler. Kitap okurken beyninizin sadece sol lobu çalışır ve okuduğunuz metinler sol lopta anlaşılmaya çalışılır. Sağ lob da devreye girerse öğrenme kolaylaşır.
Bediüzzaman’ın çocukluğuna baktığımızda okuduğu kitapları çok kolayca ezberlediğini görürüz. Henüz çok küçükken eşya ve hadiseleri inceden inceye sorgulamaya başlayan Said, dokuz yaşından itibaren çıktığı ilim yolculuğunda bir çok ilim merkezlerine uğradı, ama hiçbir yerde uzun süreli kalmadı. Üç aylık, en uzun süreli ve düzenli eğitimini, on dört yaşlarında iken, sonradan Ağrı Doğubeyazıt'taki Beyazıt Medresesi'nde, Şeyh Mehmet Celâlî'den aldı. O zattan Molla Cami'den nihayete kadar, ortalama on yılda okutulan bütün metinleri üç ayda okuyup diploma aldı. Usûl'denCem'ül-cevâmi, Kelâm'dan Şerhül-Mevâkıf gibi ağır metinlerden günde ortalama iki yüz sayfalık bir kısmı anlayarak okuyordu. Bu üç aylık sürede, medrese eğitiminde yer alan kitapların yanında pek çok başka kitabı da okudu. Buradan icazetini alarak Doğubeyazıt'tan ayrıldı.
Henüz 14 yaşlarında iken güçlü bir hafızasının olduğu belli olan Bediüzzaman’ın ileriki yıllarda kendini gösteren zekâ parıltıları onun hayatını inceleyenlere, araştırmacılara ve yazdığı Risale-i Nurlar’ı okuyanlara nice örnekler sunuyor. Biz aşağıda okuyacağınız makalede onun çevresinde gelişen olaylardaki davranış biçimlerinden ve eserlerinden bazı kısa bölümlerle hafıza ve zekâ parıltılarını yakalamaya çalıştık.
Bilim adamı ve düşünür Descartes (1596-1650) “Düşünüyorum o halde varım” diyerek her şeyin akıldan ibaret olduğunu ileri sürmüştü. Bilim adamları eskiden insandaki duyguların bilimin dışında metafizik alanın işi olduğunu söylemişlerdi. Ta ki 1995 yılına gelene kadar. Ve bilim adamları o sene insan beyninde 5 alanda geliştirilebilir zekâ alanları buldular.
1-MANTIKSAL ZEKÂ: Son yüzyıla kadar var olduğu kabul edilen tek zekâ türüydü. Derecesi ise IQ adı verilen zekâ katsayısıyla ile ölçülür. Ama bugün ölçüm için bazı kavramlar göz önünde bulunduruluyor. Bu zekâ türünde İdealist olmakkişinin en belirgin özelliğidir. Hayal kurabilmek, kalıplar dışında düşünmek, düşünce üretmek, stratejik düşünmek, kendine inanmak ve güvenmek, geleceği tahmin etmek, geleceği planlamak ve beklenti oluşturmak gibi yetenekleri gelişmiş kişilerdir.
Zeka, aklın faaliyeti için gerekli verileri toplar. Beş duyu kanalıyla, ayrıca sezgiler ve hisler yoluyla insan şuuruna akan bilgileri algılar ve aklın önüne koyar. Bunların değerlendirmesini akıl yapar. Zeka, aklın kullanılması için verilmiş bir motordur ve bu motorun verimli ve faydalı kullanılması da aklın işlerliğiyle mümkündür.
“Akıl; zekâ ve tecrübenin toplamıdır” diye tarif edilebilir.
Bu açıdan Bediüzzaman’n hayatı incelendiğinde aşağıdaki örnekler ilgi çekicidir. Yaşadığı ortamın şartlarına göre ortaya çıkan konularda zekâsınının türlerini , en iyi şekilde kullanmıştır.Onun bütün hayatı ve eserleri bu açıdan incelense koca bir kitap olur.Bu makalede ancak bir kesit alarak ilerideki araştırmacılara kapı araladık.Bazı olaylar vardır ki onun çözümünde zekâ türünün hepsinin veya birden fazlasının çalıştırılmasına ihtiyaç vardır. Zekâ türlerinin her insandaki gelişmişlik derecesi farklı farklıdır. Bir biri içine girmiş daireler gibidir.
a-Hürriyetin birinci senesinde İstanbul’da Câmiü’l-Ezher’in Reis-i Uleması olan Şeyh Bahid Hazretleri (r.h.) İstanbul’da Eski Said’e sordu, “Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?” O vakit Eski Said demiş: “Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hâmiledir; Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyete hâmiledir; o da bir İslâm devleti doğuracak”
Bu tespitlerden sonra Osmanlı imparatorluğu yıkılır, Anadolu’da yüzünü batıya dönen, dini hukuk sistemini referans almayan seküler bir devlet kurulur. Avrupa’ya dünyanın birçok İslam ülkelerinden giden insanlar da orada islamiyeti anlatıp camiler, dini merkezler açarlar. Avrupa Müslümanlarla tanışır, bir kısım Avrupalı Müslüman olur.
b-"Bundan on sene evvel, (1910 yılında) Tiflis'e gittim. Şeyh Sanan tepesine çıktım, dikkatle temâşa ediyordum. Bir Rus yanıma geldi. Dedi: "Niye böyle dikkat ediyorsun?"
Dedim: "Medresemin planını yapıyorum."
Dedi: "Nerelisin?"
"Bitlis'liyim" dedim.
Dedi: "Bu Tiflis'tir."
Dedim: "Bitlis, Tiflis, birbirinin kardeşidir."
Dedi: "Ne demek?"
Dedim: "Asya'da, âlem-i İslâm'da üç nur, birbiri arkası sıra inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde müstebidâne yırtılacak, takallüs edecek (kasılacak). Ben de gelip burada medresemi yapacağım."
Dedi: "Heyhat! Şaşarım senin ümidine!"
Dedim: "Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir nehârı (gündüzü) vardır."
Dedi: "İslam parça parça olmuş."
Dedim: "Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslam'ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadisinde çalışıyor. Mısır, İslam'ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslam'ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim alıyor. İlâ âhir..."
Rusya’daki rejimin bir gün yıkılacağını ve Tiflis dahil olmak üzere Orta Asya ve Türki Cumhuriyetlerde bugün açılmış olan Nur dersanelerini geleceği gösteren bir film şeridi gibi hayalen o günden görebilmek Bediüzzaman’a özel bir inayettir.
c–“Üstadın talebelerinden Bayram Yüksel, 1951’de askere gitti, çektiği kurada Kore çıktı. Bunun üzerine Üstad’ın yanına gitti. Bayram Yüksel durumu Üstada anlatınca, Üstad çok memnun oldu. “Ben zaten bir Nur talebesini Kore ve Japonya’ya göndermek istiyordum. Bunun için seni veya Ceylan’ı düşünmüştüm. İnkâr-ı Ulûhiyetle mücadele için Kore’ye gitmek lâzım” der, kendisine Hutbe-i Şamiye ile birlikte altı risale daha vererek Japon Başkumandanına götürmesini istedi. Savaş bittiğinde komutanlarına, Bediüzzaman’ın verdiği risaleleri Japon Başkumandanına ulaştırması gerektiğini söyledi. Subaylar dışında kimsenin Japonya’ya gitmesine izin verilmemesine rağmen, bölük komutanı ve bazı üsteğmenlerin gayretleriyle o da Japonya’ya gitti. Japon Başkumandanının bir kaç sene önce öldüğünü haber aldı. Emanetleri yetkililere teslim etti. Savaş bittiğinde Türkiye’ye döndü”
Komünizm ve ateizm karşısında cephe olan bir Ordu içinde talebelerinin yer alabileceğini ve Risale-i Nurları anlatmak için yaşadıkları ülkelerin dışına çıkarak oradaki insanlara da eserleri tanıtmak gerektiğinin ilk adımını bizzat kendisi atmış oluyor. Bu gün yurtdışına giderek Risale-i nurları o ülkelerin halkına anlatmak için Nur dersaneleri açanların rehberi Üstadları Bediüzzaman’ın mevcut düşünce kalıplarının dışında stratejik düşünebildiğinin en açık örneklerini sergiliyorlar.
d-Cumhuriyet’in ilanından bir yıl kadar önce Ankaraya gelir, Mecliste konuşma yapar. En büyük hayali olan Şark Üniversitesi için milletvekillerini harekete geçirir fakat yine bir netice çıkmaz. Mustafa Kemal, Bediüzzaman'ın Ankara'da kalması halinde kendisine önemli bazı tekliflerde bulunur. Milletvekilliği, üç yüz lira maaş, Şark Genelvaizliği ve bir köşk gibi cazip tekliflerdir bunlara. Ama Bediüzzaman, bu tekliflerini hiç birini kabul etmez. Bu konuyla ilgi olarak;"Gidişatları benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi.Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle beraber çalışmaz, fakat size de ilişemez.[cevabını verdiğini dile getirir. Ancak asıl nedenin, gidişatın hangi yönde olduğunu görmesi ve gelecekte ortaya çıkacak bazı tehlikelerin farkına varmasıydı. Mantıksal zekâsı ona Meclis idaresinin’in tek partili ve tek adamlı yöne doğru gittiğini gösterir. Nitekim geçen zaman ve gelişen hadiseler onu bu meselede haklı çıkaracak ve sonraları kaleme aldığı bir eserinde şunları söyleyecektir:
"Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve bu adamlarla başa çıkılmaz, mukabele edilemez diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip, yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarf ettim”.
2- DUYGUSAL ZEKÂ: En belirgin özelliği aktivist olmalarıdır. Düşündüklerini harekete geçirme kapasiteleri yüksektir. İdeallerini harekete geçirirler, öyle pasif oturmazlar. Özgüven sahibidirler. İyimserlik, cesaret ,tutkukulu projeler sahibi olmak, ümitli olmak özellikleri vardır. Kucaklayıcı ve sinerji oluşturucudurlar.
Bediüzzaman, çağına göre çok büyük bir aktivisttir. Cesareti, hiçbir şeyden yılmaması, inandığı şeyler için mücadelesi için aşağıda yazılanlara bir bakalım.
a-Van valisi Tahir Paşa bir gazetedeki şu haberi ona gösterdi: İngiliz Meclisi Mebusan'ında Müstemlekat Nazırı elinde Kur'an-ı Kerim'i göstererek söylediği bir nutukta:"Bu Kur'ân İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur'ân'ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur'ân'dan soğutmalıyız." demiş. Bediüzzaman, bu haber üzerine; "Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim." der ve harekete geçer. Kasım 1907' de, henüz otuz yaşlarında iken İstanbul'a gelir. Doğunun geri kalmışlığının temelinde cehalet olduğu için doğuda bir Üniversite açılması, orada Türkçe, Kürtce ve Arapça dillerinde eğitim verilmesi onun temel düşüncesiydi. Mısırdaki Câmiü'l-Ezher Üniversitesi gibi bir Üniversite olmasını hatta adının da “Medresetüzzehra” konulmasını arzu etmişti. Bu hayalini gerçekleştirebilmek için Sultan Abdülhamid ile görüşmek ister, fakat paşalar engel olur, görüşemez. Sonunda bu isteklerini anlatan bir dilekçe verir ve Fatih'teki Şekerci Hanı'nda bir otel odasına yerleştikten sonra, odasının kapısına şu levhayı asar. "Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz. iki ay süresince her çeşit ilim adamı, her türlü ilme dair gelip- sualler sordular, isabetli cevaplar aldılar.Onu kıskananların da yardımıyla bu iddiaları taşıyan Bediüzzaman’ı alıp tımarhaneye koydular. Birkaç gün sonra, akıl hastanesi Baştabibi Bediüzzaman’ı karşılıklı konuşarak muayene ettikten sonra Mabeyne şöyle bir rapor tanzim eyleyip yolladı: “Eğer Bediüzzaman’da zerre kadar bir cünunluk varsa, o takdirde Dünyada hiçbir akıllı insan yoktur.” Padişah adına zaptiye nazırı Şefik Paşagörevlendirildi.30 altın peşin bahşiş,her ayda 10 altın maaş,ileride bu maaş daha da arttırılacak diye Sultan Abdulhamidin selamıyla birlikte teklifen götürüldü .Bediüzzaman’ın Şefik paşaya cevabı şöyle oldu: “Ben maaş dilencisi değilim.Kendim için değil, milletim için geldim. Hem de bunu bana teklif etmek, rüşvet ve susma payıdır. Benim şahsi menfaatimi neden milletin genel menfaatine tercih ediyorsunuz?" der. Rüşvetin fayda vermeyeceğini anlayan Şefik Paşa:"Nasıl ve hangi cesaretle Padişah'ın teklifini reddediyorsun, sonun çok vahim olacaktır."diyerek tehdit yolunu dener. Bediüzzaman cevap olarak:"Reddediyorum, ta ki Padişah beni çağırsın da gerçekleri söyleyeyim. Hem, idam olunsam, bir milletin kalbinde yer edeceğim,.." diyerek bu tehdide beş para önem vermez.
b-24 Temmuz 1908 günü 2. Meşrutiyet Padişahın fermanıyla ilan edildi. Bediüzzaman ya Meşrutiyetin ilanı gününde, ya da bir-iki gün önce serbest bırakıldı. İstanbul’da, Selanik’te hürriyetçilerin tertipledikleri gösterilere Bediüzzaman da katıldı. “Hürriyete hitap” adını verdiği bir konuşma yaptı. Meşrutiyeti İslami şeriata tatbik eden uzun nutuklar okudu. O, doğru bildiklerinden hiç şaşmadı. Hâlbuki Üniversite projesi olmamış, bu yüzden onu kıskananların yardımıyla tımarhaneye bile gönderilmişti. Onda yılgınlıktan eser yoktur. Kaldığı yerden devam diyerek işe koyulur. Tam bir aktivist zekâsıyla yapılan eylemlerdir bunlar.
c- “İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi, hamal ve gafil ve safdil olduklarından, bazı particiler onları iğfal ile vilâyât-ı şarkiyeyi lekedar etmelerinden korktum. Ve hamalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları suretle meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde : İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet,adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret,ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz. İşte o hamalların,Avusturya’ya karşı, benim gibi bütün Avrupa’ya karşı boykotları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkılânehareketlerinde bu nasihatin tesiri olmuştur. Padişaha karşı irtibatlarını tâdil etmeye ve boykotajlarla Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden, demek cinayet ettim ki, bu belâya düştüm.”
d- 2.Meşrutiyiyete karşı çıkanlara karşı o destekler ve “Ayasofya'da, Bayezid'de, Fatih'te, Süleymaniye'de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddit nutuklarla şeriatın ve müsemmâ-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim” diyerek anlatır.
e- Kamu oyunu yanlış yollara sevkettiğini düşündüğü gazeteleri de aynı yolla,basın yayın yoluyla uyarır.” Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumîyeyi perişan ettiler. Ben de gazetelerle, onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki:
Ey gazeteciler! Edipler edeplî olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyâs-ı fâsidle, yâni taşrayı İstanbul'a ve İstanbul'u Avrup·a'ya kıyas ederek etkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazlan ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira; elif bâ okumayan çocuğa felsefe-i tabîiye dersi verilmez. Ve erkeğe tiyatrocu kan libâsı yakışmaz: Ve Avrupa'nın hissiyatı, İstanbul'da tatbik olunmaz”.
f-Halk kitlelerin siyasete karışarak yanlış yönlendirebilmelere karşı onları yatıştırır, siyasete alet edilmelerini önlemeye çalışır.
“Kaç defa büyük içtimalarda, heyecanlan hissettim. Korktum ki, avam-ı nas siyasete karışmakla asayişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisanına yakışacak lâfızlar ile heyecanı teskin ettim. Ezcümle; Bayezit'te talebenin içtimâında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetiştim. Bir derece heyecanı teskin ettim”.
g- Askerlerinde askerlik dışında siyasete karışmasını, bazı derneklere girmesine karşıdır. Bunun ülkede kargaşa getireceğini görür.
“Ben işittim ki, askerler bazı cemiyetlere intisap ediyorlar. Yeniçerilerin hâdise-i müthişesi hatırıma geldi. Gayet telâş ettim. Bir gazetede yazdım ki:
Şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i İmân askerlerinin cemiyetidir. Umum mü'min ve fedakâr askerlerin mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dahildir. Zira, ittihad, uhuvvet, itaat, muhabbet ve ilâ-yı kelimetullah, dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü'min askerler tamamıyla bu maksada mazhardırlar. Askerler merkezdir. Millet ve cemiyet onlara intisap etmek lâzımdır. Sair cemiyetler, milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet etmek içindir”.
h-31 Mart hadisesinde durum karışıktır, yine bir isyan ve bastırma hareketi başlamıştır. Yine ortaya çıkar ve olayları yatıştırmaya çalışır.
“ Mart'ın otuz birinci gününde dehşetli hareketi, iki-üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddit metalibi işittim. Fakat yedi renk sür'atle çevrilirse yalnız beyaz göründüğü gibi, o ayrı ayrı matlaplardaki fesadâtı binden bire indiren ve avâmı anarşilikten kurtaran ve efrad elinde kalan umum siyaseti mucize gibi muhafaza eden lâfz-ı şeriat yalnız göründü. Anladım iş fena, itaat muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa, her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avâm çok; bizim hemşehriler gafil ve safdil; ben de bir şöhret-i kâzibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim. Bakırköyüne gittim. Tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rastgelenlere de karışmamak tavsiye ettim”.
Aynı zamanda askerlere de nasihat ederek onların isyana katılmamalarını ister.
“Harbiye nezaretindeki askerler içine Cumâ günü ulema ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaata getirdim: Nasihatlarım tesirini sonradan gösterdi. İşte nutkun sureti:
Ey asâkir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu ve haysiyeti ve saâdeti ve bayrak-ı tevhidi, bir cihette sizin itaatınıza vabestedir. Sizin zâbitleriniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaatsizlikle üç yüz milyon İslâma zarar ediyorsunuz. Zira bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi tehlikeye atıyorsunuz. Biliniz ki, asker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika hercü merc olur. Asker neferatı siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahittir. Siz Şeriat dersiniz, halbuki Şeriata muhalefet ediyorsunuz. Ve lekedar ediyorsunuz. Şeriatla, Kur'ân ile, hadis ile, hikmet ile, tecrübe ile sabittir ki; sağlam, dindar, hakperest ulü'l-emre itaat farzdır.
Sizin ulü'l-emriniz, üstadınız, zâbitlerinizdir. Nasıl ki, mâhir mühendis, hâzık tabip bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezâlik; münevverü'l-etkâr ve fenn-i harbe âşina, mektepli, hamiyetli, mü'min zâbitlerinizin bir cüz'î nâmeşrû hareketi için itaatınıza halel vermekle Osmanlılara ve İslâmlara zulmetmeyiniz!
Zira bin muntazam ve mutî asker, yüz bin başıbozuğa mukabildir. Ne hâcet, yüz sene zarfında otuz milyon nüfusun vücuda getirmediği böyle pek çok kan döktüren inkılâpları siz itaatinizle, kan dökmeden yaptınız.
Bunu da söylüyorum ki: Hamiyetli ve münevverü'l-fikir bir zâbiti zâyi etmek, mânevî kuvvetinizi zâyi etmektir. Zira şimdi hükümfermâ, şecaat-i imaniye ve akliye ve fenniyedir. Bazan bir münevverü'l-fikir, yüze mukabildir. Ecnebîler size bu şecaatle galebeye çalışıyorlar. Yalnız şecaat-i fıtriye kâfi değil...
Elhasıl: Fahr-i Âlemin fermanını size tebliğ ediyorum ki, itaat farzdır. Zabitinize isyan etmeyiniz. Yaşasın askerler! Yaşasın meşrûta-i meşrûa! .
Zira, itaatsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki, bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yedin kuvveti de itaat ve intizamdır.
ı- Zamanın padişahı 2.Abdülhamid’e gazetede yazı yazarak onu ikaz edecek cesaret sahibidir. Ondan Yıldız sarayını Üniversite’ye dönüştürmesini ister. O, Osmanlı imparatorluğunda halkın cahilliğini görür, tedavisi için Üniversitelerin açılmasını ister.
”Daire-i İslâmın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sabık Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri sabık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihate istidat kesbetmiş zannıyla ve "Aslâh tarik musalâhadır" mülâhazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infiâlâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka ceride lisanıyla söyledim ki:
Münhasif Yıldızı darülfünun et, tâ Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebânîler yerine ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir, tâ cennet gibi olsun. Ve Yıldız'daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şahane idarene millet mütekeffikdir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü'l-ömrü ömr-ü sâni yolunda sarf eyle. Şimdi muvazene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya darülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasp edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin.
i- İngiliz Amirali Calthorpe komutasındaki 61 parçalık donanma 7 Kasım 1918'de İstanbul Boğazı'na girdi ve 6 Ekim 1923 tarihine kadar İstanbul, beş yıl işgal altında kaldı ve bu döneme, "Mütareke İstanbul'u" denildi. İşgal altında tutulan bir şehirde yazılarında,
“Tükürün İngiliz lâininin (lânetli) hayâsız yüzüne/Ey ekpekü’l-küpekâdan tekellüp etmiş (köpeklerin en köpeğinden köpekleşmiş) köpek” diye ağır ifadeler kullanır. Bediüzzaman’ın, ‘Hutuvât-ı Sitte’ adlı risalesini gizlice matbaalarda tabedip dağıttırması, İstanbul kamuoyundaki İngiliz aleyhtarlığının kuvvetlenmesine ve İngiltere lehinde yapılan propagandanın tesirini gün geçtikçe kaybetmesine zemin hazırlar. Bediüzzaman’ın hasmı işgal kuvvetleri komutanı Amiral Sir John De Robeck’dir.
“Evet tükürün zalimlerin hayasız yüzlerine!
Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin âzâsıydım. Bana dediler: “Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.”
Ben dedim: “Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!” demiştim. Şimdi diyorum:
Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur’ânî bana kâfi geldiği halde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.”
“ İstanbul’u işgal eden İngilizlerin başkumandanı, İslâm içinde ihtilaf atıp hatta Şeyhülislâm ve bir kısım hocaları kandırıp bir biri aleyhine sevk ederek itilafçı, ittihadçı fırkalarını birbiriyle uğraştırmasıyla Yunan’ın galebesine ve Harekât-ı Milliyenin mağlubiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhinde “Hutuvat-ı Sitte” eserimi Eşref Edib’in gayretiyle tab’ ve neşretmek ile o kumandanın dehşetli planını kıran ve onun idam tehdidine karşı geriye çekilmeyen…”
Gerek padişahtan Medrese isterken gerekse İstanbul’u işgal eden İngilizlere karşı korku nedir bilmeyen bir kişiliği vardı. Düşüncelerini cesaretle açıklayan, özgüveni yüksek bir zekâya sahipti.
3- BEDENSEL ZEKÂ: Bu kişiler zorluklarla karşılaştıklarında asla geri dönmezler. İç disiplinleri kuvvetlidir. Hedefe tam kilitlenirler. Bu yolda her türlü risk alırlar. Fedakârdır, kararlıdır, davasının takipçisidir. Realist kişilerdir.
a-Abdülhamid’ten gerekli desteği alamayan Bediüzzaman Üniversite kurmak fikrinden asla vazgeçmez. 1911 Haziran'ında Rumeli seyahatine çıkan Sultan Reşad'ın saltanat kafilesine Şark vilayetlerini temsilen katılır. Üsküp'te bir lise binasının balkonundan, yüz binlerce Rumeli halkına seslenen Sultan Reşad'ın hemen yanında Bediüzzaman da yer almıştı. O tarihlerde Kosova'da büyük bir üniversitenin açılması kararı alınmış ve hatta yirmi bin altın tahsisat da yapılmıştı. Bediüzzaman hem Sultan Reşad'a ve hem de İttihat ve Terakki yetkililerine, "Şark böyle bir üniversiteye daha ziyade muhtaçtır,.." diyerek, projesini gerekçeleriyle birlikte detaylı bir şekilde anlattı. Sultan Reşad, Bediüzzaman'ın fikirlerini çok isabetli bulur ve elinden gelen yardımı yapacağına söz verir. Bu seyahatten kısa bir süre sonra Balkan Harbi patlak verince, Rumeli'deki üniversite planı suya düşer ve oraya tahsis edilen yirmi bin altın, Bediüzzaman'ın Şark projesine aktarılması kararı alınır. Ayrılan bu tahsisattan bin altın kadarı Beidüzzaman Van'a geldikten sonra Van valiliğine gönderiliyor. Tahsisatı alınır alınmaz, Van gölünün kenarındaki Edremi'te gerçekleştirilen büyük bir merasimle üniversitenin temeli atılır. Fakat ödeneğin devamının bir türlü gelmemesi nedeniyle proje ilerleyemez. Van valisi Tahir Paşa ve onun halefi olan Tahsin Paşa, Dersaadet'e gönderdikleri telgraflarla ödeneğin hızlandırılmasını rica etmişlerdir. Bu telgraflar neticesinde İstanbul'dan olumlu mesajlar gelmişse de Evkaf Nezareti tarafından gönderilen 2 Ağustos 1913 tarihli bir telgrafta Üniversite inşaatının masraflarının karşılanamayacağı bildirilmiştir.
b-Onun hayatında doğuda bir şark Üniversitesi kurdurmak en büyük bir amaç haine gelmiştir. Sultan Abdülhamid ve Sultan Reşat zamanlarında iki kez uğraşmasına rağmen başarılı olamaz fakat pes de etmez. Cumhuriyet dönemindeyine teşebbüs eder.
“Bediüzzaman Ankara'da bulunduğu altı aylık süre içinde, hayatının gayesi olarak gördüğü Şark Üniversitesi projesi için bir çok girişimde bulunur ve önemli görüşmeler yapar. Milletvekillerinin çoğunu bu konuda ikna eden Bediüzzaman, nihayet bir teklif hazırlayıp meclise sunar. İki yüz milletvekilinden 163 milletvekilinin imzası ile teklif onaylanır ve 2 Şubat 1923'te Meclis Başkanlığına sunulur. 17 Şubat'ta komisyona gönderilen ve o yılın bütçesinden yüz elli bin liranın tahsis edilmesini öngören bu kanun tasarısı, Eğitim ve Şeriat komisyonuna gönderildi ve orada bir süre bekletildi. 1924 tarihine gelindiğinde ise bambaşka bir zemin oluşmuştu. Bediüzzaman'ın çok önemsediği proje için giriştiği bu son teşebbüsü de sonuçsuz kalır. Zira 29 Kasım 1924'te bu yasa tasarısı reddedilir”.
c-Birinci Dünya Savaşı'nın ilan edilmesi ile birlikte, Said Nursi, yeğeni ve talebesi Molla Habib ile bereber, hemenGönüllü Alay Vaizi yazılarak Erzurum cephesine gönderildiler. Kısa bir süre sonra Başkomutan Enver Paşa tarafındanMilis Alayı Komutanı unvanı ile resmi olarak görevlendirilir. Talebelerinin büyük çoğunluğu şehit düşen, Gönüllü Alay Komutanı Said Nursi, savaş sırasında büyük başarılara imza atar ve iki sene sonra, Mart 1916'da Bitlis'te Ruslara esir düşer.
Yukarıdaki iki olayda da bedensel zekâsı ön plandadır. Üniversite fikrinden asla vazgeçmemiştir. 1.Dünya savaşı çıkınca da realist davranmış, talebelerini yanına alarak savaşa katılmış, ölümü veya gaziliği göze almış, fedakârlık ve kararlılıkla savaşmışlardır.
4- SOSYAL ZEKÂ: Şefkatli ve kucaklayıcıdırlar. Risk değerlendirmesini iyi yaparlar. Güven vericidirler. Liderlik özellikleri gelişmiştir. Kriz yönetiminde başarılıdırlar.
a-Birinci Dünya Savaşı'nın hemen arefesinde Şeyh Selim'in başını çektiği Bitlis olayı vuku bulur. Rusların kışkırtmasıyla, Jön Türklerin seküler ve din dışı sayılabilecek bazı uygulamalarından dolayı İttihatçılardan memnun olmadıklarını bahane eden Şeyh Selim, 1914 yılının ilk baharında Bitlisi işgal etmeye başlar. Şeyh Selim, bu işgalden önce, Bediüzzaman'ı da yanına çekerek nüfuzundan istifade etmek ister. Bu teklife:"O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mesul olamaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya kılıç çekemem ve size iştirak edemem." Daha sonrada bu konuda şöyle söyler: “O zatlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler ve neticesiz Bitlis hadisesi vücuda geldi. Az sonra, Harb-i Umumi patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi ve o ordudan yüz binler şehitler evliya mertebesine çıkıp beni o davamda tasdik edip kanları ile velayet fermanlarını imzaladılar."
b- Ankara Hükümetine karşı isyan etmeyi düşünen Şeyh Said, Said Nursi'nin halk üzerindeki ağırlığından faydalanmak için kendisiyle hareket etmesini istiyordu. Bunun için de Şeyh Said bizzat kendisi bir mektup yazmış ve yardım etmesi halinde kesinlikle başarılı olacağını anlatmıştır. Erek dağında iken yanına gelen Kör Hüseyin paşaya’da Bediüzzaman'ın cevabı şu olmuştur: "Yaptığınız mücadele, kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Türk milleti bin seneden beri İslamiyet'e bayraktarlık yapmıştır. Dini uğruna milyonlarca şehit vermiştir. Binaenaleyh, kahraman ve fedakar İslam müdafilerinin torunlarına kılıç çekilmez ve ben de çekemem.
Askerler bu vatanın evladıdır. Senin ve benim akrabalarımdır. Kime vuracaksın? Onlar kime vuracak? Düşün, idrak et. Ahmed'i Mehmed'e ,Hasan'ı Hüseyine mi kırdıracaksın"
O; şefkatli ve kucaklayıcı bir yapıya sahiptir. İhtilalci hareketlere karşı ne 1914 de Şeyh Selim’e katılır ne de 1925 de Şeyh Sait’e katılır. Talebelerini ve kendini sevenleri onlara katılmaktan uzak tutar. Nerede bir yangın görse, onu söndürmeye koşar.
c- “Birtek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücâdele ederek gençleri ve Müslümanları imana dâvet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedemle inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız, el birliğiyle, komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim”.
5- VİCDANİ ZEKÂ: Kendi iç seslerini dinlemeleri en belirgin özellikleridir. İç ve dış sorumluluklarının farkındadırlar. İlkeli ve dürüst olmak prensipleridir. Yaratıcı’ya karşı sorumluluklarının bilincindedirler. Egoları ön planda değildir, mütevazi kişilikleri vardır. Normal insanların yapamayacağı işleri başarırlar. Hayatın kontrolünün Allah’ta olduğunu bilirler. Kendi sınırlarının farkındadırlar. Bu dünyada bir misafir olduklarını çok iyi bilirler .Kendilerinden ortaya çıkan başarıya sahiplenmezler, ilahi lutuf olduklarına, içinde bulundukları manevi şahsiyete verildiklerine inanırlar. Aceleci değillerdir, sabırlıdırlar, başarılıdırlar. Önceleri sıkıntı çekseler de sonuçta kazanırlar.
a- "Eski Harb-i Umumîden evvel bir vâkıa-i sâdıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti; dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: "Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir. O hem Rahîmdir, hem Hakîmdir." Birden, o hâlette iken baktım ki, mühim bir zât bana âmirane diyor ki: "İ'cazı Kur'an'ı beyan et." Uyandım, anladım ki, bir büyük infilak olacak. o infilak ve inkılaptan sonra kuran etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya kuran kendi kendini müdafaa edecek. Kurana hücüm edilecek, İcazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu icazın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak ve namzet olduğumu anladım."
b- "Dünya bir misafirhanedir. İnsan onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lazım olan levazımatı (gerekli her şeyi) tedarik etmekle mükelleftir. En ehem (önemli) ve elzem (gerekli) işler, takdim edilecektir."
c-“Efendiler! Dalalet ve fenalıklar cehaletten gelse, def etmesi kolaydır. Fakat fenden, ilimden gelen dalaletin izalesi çok müşküldür. Bu zamanda dalalet fenden, ilimden geldiği için, ancak onları izale etmeye ve nesl-i atiden o belaya düşen kısmını kurtarmaya, karşılarında dayanmaya Risale-i Nur gibi her cihetle mükemmel bir eser lazımdır. Risale-i Nur’un bu kıymette olduğuna delil şudur ki: Yirmi seneden beri, benim şiddetli ve kesretli bulunan muarızlarım ve şiddetli tokatlarını yiyen filozofların hiçbirisi, Risale-i Nur a karşı çıkmamış ve cerh edememiş ve çıkamaz. Ve dokuz ay, üç adliye ve merkez-i hükümet ehl-i vukufu, yüz kitaptan ibaret eczalarında, bizi mesul edecek bir tek madde bulamamalarıdır. Ve binler ehl-i dikkat olan Risale-i Nur şakirtle-rine kanaat-i kat’iye veren, “İşarat-ı Kur’âniye” ve “İhbarat-ı Gaybiye-i Aleviye ve Gavsiye”nin, bu asırda Risale-i Nur’un ehemmiyetine ve makbuliyetine imza basmalarıdır. Evet, adliyeler, hukukları muhafaza etmek ve haksızları tecavüzden durdurmak, vazifeleri olmak cihetiyle, Risale-i Nur’un yüz risalesi, yirmi senede yüz bin adamın saadetlerine hizmet ettiği sabit olmakla beraber; on seneden beri, iki mahkeme ve merkez-i hükümet ve birkaç vilayetin zabıtaları ve Denizli Mahkemesi münasebetiyle dokuz ay bütün mahrem ve gayr-ı mahrem evraklarımızda ve risale-lerde millete ve vatana bir zararlı maddeyi ve mucib-i ceza bir yanlış görmediğinden, elbette Risale-i Nur’un bu vatanda gayet külli ve büyük hukuku var. Bu külli ve çok ehemmiyetli hukuku nazara almayıp, adi evraklar gibi müsadere ederek, millete ve takviye-i imana muhtaç biçarelere pek büyük bir haksızlığı nazara almamak ve adi bir adamın cüz’i ve küçük bir hakkını ehemmiyetle nazara almak, adliyenin mahiyetine ve adaletin hakikatine hiçbir cihetle yakışmaz diye size hatırlatıyoruz.
Doktor Duzi’nin ve sair zındıkların eserlerine ilişmemek, Risale-i Nur’a ilişmek, gazab-ı İlahinin celbine bir vesile olabilir diye korkuyoruz. Cenab-ı Hak size insaf ve merhamet ve bize de sabır ve tahammül ihsan eylesin. Amin.”
d-“Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası ne kadar harika da olsalar, cemaatin, şahs-ı mânevîsinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir.”
e- “Aziz, sıddık, metin, sarsılmaz, sebatkar, fedakar, vefadar kardeşlerim! Bilirsiniz ki, Ankara ehl-i vukufu Risale-i Nur a ait kerametleri ve işaret-i gaybiyeleri inkar edememişler. Yalnız, yanlış olarak o kerametlerde beni hissedar zannedip itiraz ederek, "Böyle şeyler kitapta yazılmamalıydı, keramet izhar edilmez" diye hafif bir tenkide mukabil, müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki: Onlar bana ait değil ve o kerametlere sahip olmak benim haddim değil. Belki Kur’ân ın mucize-i maneviyesinin tereşşuhatı ve lem alarıdır ki, hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur da kerametler şeklini alarak şakirtlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek için, ikramat-ı İlahiye nev indendir. İkram ise, izharı bir şükürdür, caizdir, hem makbuldür”.
f-“Hem şimdi anlıyorum ki, eskiden beri benim liyâkatim olmadığı halde bana verilen "Bediüzzaman" lâkâbı, benim değildi, belki Risâle-i Nur'un mânevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümânına âriyeten ve emâneten takılmış. Şimdi o emânet isim, hakîki sahibine iâde edilmiş”.
Hayatın kontrolünün Allah’ta olduğunu bilmek ve kendi sınırlarının farkında olmak ve mütevazi kişiliği, kendilerinde ortaya çıkan başarıya sahiplenmemek gibi özellikleri Bediüzzaman’ın hayatında kendini ne kadar da güzel gösterir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.