Bediüzzaman’ın dört ana gayesi vardı
Risale-i Nur gönüllülerinden Mehmet Baytekin, Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleriyle olan hatıralarını anlattı-2
Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber
I. Bölüm için TIKLAYINIZ
II. BÖLÜM
TAHİRİ MUTLU BÜTÜN SERVETİNİ HİZMETE HARCADI
Teksir kâğıtlarına Tahiri ağabey mi yazıyormuş?
Hayır, Teksir kağıtlarına, mumlu kağıtlara yazan, Hüsrev ağabeymiş. Efe Şükrü adında aralarına yeni katılan birisi arada postacılık yapıyormuş. Biraz da aptal ve fakir rolü yaparak basılan kağıtları elma sepetlerinin altına koyar üstünü elmalarla kapatıp merkebine yükler Isparta'ya götürürmuş. Dönüşte de Hüsrev ağabeye uğrar, “Bu fakire verecek bir şeyin yok mu? Benim karnım aç” dermiş. Hüsrev ağabeyin kapısında da daima polis beklermiş. “Yine mi geldin be hey adam?” dermiş o da. “Dur sana bir şeyler vereyim” deyip mumlu kâğıtlara yazılı Risaleleri sepetlerin altına koyup, üzerine de elma bırakarak, “Al git, şimdilik bununla idare et, her zaman geliyorsun” diye polislere karşı böyle bir konuşma gerçekleştirirlermiş. İşte o Efe Şükrü Hüsrev ağabeyle, Tahir ağabey arasındaki münasebeti sağlıyormuş. Ve bütün külliyatı orada biner tane basıyorlar.
O hizmet bitikten sonra İbrahim Gül rahatsızlanıyor. Üstad Hüsrev ağabeyi alarak o köye geliyor. İbrahim Gül'ün kapısına gelinde “Üstadımız geldi” diye haber veriyorlar. İbrahim Gül yerinden kalkamayacak kadar hasta bir vaziyetteymiş. Bu haberi duyunca birden fırlıyor ayağa, hemen Üstadı karşılıyor. Üstad o sırada, “Karşıdan cennetlik bir adam geliyor. İbrahim Gül, senin bu evinden semaya billur bir saray çıktı. Kazasız belasız bu hizmeti yaptınız. Bir tek sayfası bile zayi olmadı” diye Üstad onu taltif ediyor. Daha sonra İbrahim Gül bir hafta sonra vefat edince, Üstad yeniden gelip onun cenazesine katılıyor. Yani o evden Bayram ve Cuma namazları da dahil dokuz ay boyunca dışarı çıkmıyorlar. Ve orada mürekkeple, teksir makinasıyla çalışmak çok zor bir iş.
Bu meseleyi Tahsin Tola ağabeye vefatından önce yeniden anlattırdım. “Kardeşim, Isparta kahramanlarına kimse yetişemez. Bu fedakârlığı Isparta kahramanlarından başkası yapamaz” dedi. Yani düşünün mumlu kâğıtlar, teksir makinesi, mürekkepler, doğru dürüst havalandırma yok, dokuz ay dışarı çıkamıyorsunuz, bu herkesin karı değil. Tam bir inziva, tam bir fedakârlık yani...
Yine Tahiri ağabey bir defasında anlatmıştı. Kendisinin Üstadın yanında farklı bir yeri varmış. Üstad genellikle Tahiri ağabeyin olmadığı zamanlarda ders verirmiş. Kızdığı zaman kovarmış, “benim size ihtiyacım yok” diye. Ceylan ağabey buna “Resmigeçit dersi” tabirini kullanıyor. Tahiri ağabey Üstada, “Üstadım bunlar gençtir. Bunların kusuruna bakma. Sen bunları affet” deyince, Üstad, “Peki Tahiri senin hatırın için affettim” diyormuş. Üstad Tahiri ağabeyi kesinlikle kırmazmış yani. Farklı bir muamelede bulunurmuş. Mesela Tahiri ağabey hizmet için paraya ihtiyaç duyulduğunda, “Üstadım bana biraz izin verir misiniz?” dermiş. Çünkü zengin bir insanmış. Gül fabrikaları varmış. Diyelim on lira lazım. Gidip mülkünden on liralık satıyormuş. Getirip Üstad'a veriyormuş. Üstad da bunu alıyormuş. Hizmete kullanıyormuş.
Tahir ağabey bütün malını satmış diye biliyoruz.
Evet. Bütün malını hizmet için satmış. Bir gün gene kendisi anlatmıştı. İstanbul'a gelmiş bir defasında. Teksir makinesi almak için. Yahudi bir firma var. Teksir makinesinin Türkiye distribütörü. Oradan teksir makinesini alıyor, Trene verip hemen Isparta'ya gönderiyor. Bu arada Kastamonu'ya gelecek Üstadı ziyaret etmek için. Düşüncesi böyleyken sahaflar çarşısına uğruyor. Bakıyor ki Lemaat. “Hiç haberimiz yoktu. Bu şekilde eser basıldığını görmemiştim” diyor. “Sahaf kaç para isterse verdim. Aldım. Doğru Kastamonu'ya” dedi.
Kastamonu’ya varınca sabaha karşıymış. Üstadın evi karakolun karşısındaymış. Herkesin uyuduğu bir vakitte Üstadın evine girmiş. Üstad Lemaatı görünce çok sevinmiş ve ona çok izzet ikram etmiş.
ÜSTADIN TUTTURMADIĞI ORUÇ
Üstadın ikramı nelermiş biliyor musunuz?
Ceviz, zeytin, peynir gibi şeylermiş. Bizim için normal gelebilir ama Üstadın yaşam biçiminde bu bir ziyafet teşkil ediyor.
Yine Tahiri ağabey Üstad'ın hizmetinde kalırken nafile oruç tutarmış. Üstad her dersten sonra “Ders baklavası” adıyla talebelere birer ikramlık verirmiş. Tahiri ağabey alıp cebine koymak isteyince, “Yok” diyormuş Üstad. “Bunu yiyeceksin” dermiş… Nafile oruç tutturmuyor Üstad. Orucunu bozmasını istiyor.
Bunda da bir hikmet olmalı. Tahiri ağabey bununla ilgili bir şey söyledi mi?
Yani oruç tuttuğu zaman insanlarda bir tembellik oluyor. Onlar hizmet ehli olduğu için Üstad izin vermiyor. Mesela yine Üstad dışarıdan gelen misafirlere lokantadan yemek aldırtırmış. Kendi dünyasında son derece iktisatlı bir insan halbuki. Ama misafirine böyle muamele ediyor. Tahiri ağabey anlatmıştı bunu da. Bu da çok özel bir durum. Hatta harika bir şey bence…
Mesela yine buna benzer bir davranışı son senesinde 1960 yılında sergiliyor Üstad. Bir kilo kıyma aldırıp talebelerine yemek yaptırıyor. Yani falan kasaptan, falan yerden alın diye değil. “Gidin, kıyma alın” diyor. Biliyorsunuz kıyma hileye çok müsait bir şey. Ben bunlardan kendimce şunu anlıyorum; Normal cemiyetin akışı içinde iman hizmetini götürmek tarzında. Kutuplaştırarak değil yani. Hayatın akışı içerisinde götürüyor her şeyi…
Peygamber usulü yani… Onun için de aynı şeyi söylüyorlar. Sahabelere soruyorlar, “Peygamberimiz (s.a.v) sizinle oturduğunda ne yapardı?” diye. Sahabeler, “O anda neyle ilgili konuşuyorsak, peygamberimiz de aynı mesele hakkında konuşurdu” diyorlar. Cemiyetten koparak değil, cemiyet içinde kalarak yerine getiriyorlar iman hizmetini... Tahiri ağabeyle alakalı bildiklerinizi anlatmaya devam edin dilerseniz...
Tahiri ağabey İstiklal Savaşı gazisiydi. Madalyası vardı. Madalyasını daima ceketinin iç tarafına takardı.
SEN DUA EDERSEN, SANA DA DUA EDERLER. ETMEZSEN, SANA DA ETMEZLER
Gazi olduğu için maaş alıyor muydu?
Maaş aldığına şahit olmadım. Ama kömür karnesi vardı. Onunla kömür aldığımızı hatırlıyorum. Kömürleri getirip, dershanede yakardık. O zaman fakirlik vardı. Kömür çok kıymetli bir şeydi. Kömürleri alıp onun kaldığı yerde yakardık. Hatta, “Neden madalyanı takmıyorsun?” diye sordum. “Boş adamlar takar” dedi.
Bir gün Cağaloğlu'nda yürüyorduk. Sultan Abdülhamit Han'ın türbesinin önüne geldiğimizde dua etti. “Sen dua edersen, sana da dua ederler. Etmezsen, sana da etmezler” dedi.
Bir de Zübeyir ağabey için, “Üstad demek, Zübeyir demek, Zübeyir demek, Üstad demek...” derdi. Zübeyir ağabeye karşı son derece farklı bir yaklaşımı vardı. Onu çok farklı görürdü. Zübeyir ağabey de onu çok farklı görürdü. Mesela hizmetler için Tahiri ağabeyi İstanbul'a çağıracağı zaman, telefon edip, “Ağabey, gel” demezdi. Elçiyle haber gönderirdi. “Durumu anlatın. Tahiri ağabey İstanbul'a gelsin” derdi.
Biz içtimai bir meseleyi sorduğumuz zaman Tahiri ağabey, “Bunu Zübeyir bilir. Çünkü Üstadla beraber o yaşadı” derdi. Mesela Zübeyir ağabey olmadan Üstad bir şey yapmazmış. Namaz kılınacaksa Zübeyir ağabeyle beraber kılınır, ders yapılacaksa beraber yapılırmış. Yani Zübeyir ağabey Üstad'ın her şeyine vakıf.
Askerden geldikten sonra başka neler yaşandı?
Ben askerden geldim. Nurtaşı inşaatı başlamıştı. Üç katlı güzel bir binaydı. İstanbul'da risalelerin basımıyla alakalı ve başka sebeplerden ötürü bazı anlaşmazlıklar meydana gelmişti. Baktım Mehmet Fırıncı ağabey inşaatın başında. Bana, “Doğru hedefe” dedi. Hedef o zaman Beyazıt’ta neşriyatın yapıldığı bir dershaneydi. Daha henüz o zaman Sözler yayınevi yoktu. Risalelerin gizli basım yapıldığı dönemdi.
Orada Abdullah Yeğin ağabey, İsmail Yazıcı, Ali Erkan Kavaklı, Yusuf Çınar, Edip Yılmaz, Mehmet Soslu gibi bir kadro bütün külliyatı bir sene bastılar. Arkasından Nurtaşı bitti. Biz geceleri oraya yatmaya giderdik. Daha sonra Sözler yayınevi kuruldu. Sözler yayınevi kadrosuna dahil olduk. Yine neşriyat, tashihler Hedef'te yapılıyor, biz Sözler'de kalıyoruz. Geceleri de Nurtaşı’nda yatıyoruz.
Sözler yayınevi bir şirket miydi?
Hayır. Sungur ağabey adına kurulan, şahsi bir neşir organıydı.
Üstad neşriyat payından talebelerine verirmiş. Bu geleneği devam ettirir miydiniz?
Evet o tayinat meselesi. Bize de tayinat verirlerdi. Günde bir ekmek parası olarak hesaplanırdı. Mesela 365 gün sene. 365 tane ekmek parası...
Yani kârdan mı verilirdi?
Hayır. Sözler yayınevinin beşte bir karı ayrılırdı. “Üstadın parasıdır o” denirdi. Sözler yayınevinde fiyat yükselmesin diye onda bire düşürüldü daha sonra. Bu para tayinat parasıydı. Üstadın talebelerine verilirdi. Bekar olsun, evli olsun fark etmezdi. Ehli hizmet insanlara verilirdi.
Siz orada olduğunuz sürece bu devam etti mi?
Evet. Devam etti. Biz her sene tayinatımızı aldık. 1980’den sonra bazı sıkıntılar olunca vermediler. Fakat bu tayinat meselesi devam etti yine de.
Şu an on beş farklı yayınevinde risaleler basılıyor. Tayinat geleneği devam ediyor mu?
Benim bildiğim kadarıyla Envar Neşriyat devam ettiriyor. Ahmet Aytimur ağabeyin bünyesinde olan yayınevi. Sözler yayınevi devam ettiriyor. Diğerlerini bilmiyorum. Bence o tayinatın ayrılması lazım. Çünkü bu Üstad'ın kesin bir emri.
Beşte bir olarak verilmeli değil mi?
Son karar onda bir olarak çıktı. Zaten o kararlara Üstad tabi oluyor. Kabul ediyor. Üstad hayattayken beşte birdi. Ama Sözler yayınevi kurulduğunda onda bir olarak karar verildi. Çünkü kitap fiyatı yükseliyor o zaman. Mesela beş bin kitap basıyorsunuz. Bin tanesini ayırıyorsunuz. Bu defa maliyet yükseliyor. Piyasayla rekabet edemez hale geliyorsunuz. Beşte bir yapılınca fiyat kabarıyor. O sebeple meşveret yapıldı ve onda bire çekildi. Bu tarz hareketlere Üstad sıcak bakıyor. Yani, “Naşirler kendileri meşveret etsinler” diyor.
Sözler Yayınevinde neler yaptınız?
On beş günde bir lahika mektupları neşrettik. Hamdi Hoca bana teksir makinasını öğretti. On beş günde bir o haftanın meselelerini teksir makinesiyle basıp, bütün Anadolu'ya neşrediyorduk. İçtimai, güncel konulardı. Adresler belliydi. O adreslere postalıyorduk. Onu da şöyle yapıyorduk: Avrupa yakasındaki her postaneye iki tane üç tane atarak gönderiyorduk. Bir günde bütün postanelere dağıtıyorduk bunu.
Neden böyle bir tedbire ihtiyaç duyuyordunuz?
Risale-i Nur daha serbest değildi ki. Yasaktı. Propagandaya girerdi.
ÜSTADIN DÖRT ANA GAYESİ VARDI
Lahikalar cemaatin elinde yok muydu?
Cemaatte vardı ama Zübeyir ağabeyin söylediklerini anlatayım size. Zübeyir ağabey derdi ki, “Üstadımızın dört tane ana gayesi vardı. Bir, Mu’cizeli Kur'anı tamamlamak, iki Risale-i Nur'un neşri, üç medreselerin ihyası, dört lahika mektuplarının neşri.”
Bu Üstadımızın isteğidir. Çünkü o sürekli lahika neşredermiş talebelerine. O prensibi biz devam ettirdik. Daha sonra 1979 yıllarında bazıları “gazete de bunun yerine geçer” dediler. “Gerek yok dediler” ve 1980 yılında bunu durdurdular.
Neşredilen Lahikalar Üstadın yazdığı veya onun döneminde yazılan lahikalardı değil mi?
Evet. Yeni bir şey yazmıyorduk yani. Olan lahikaları, Emirdağ Lahikası veya Kastamonu veya diğerlerinden yayın yapıyorduk. Bazen yeni şeyler yazıyorduk. Ama bunlar genelde havadis-i nuriye şeklinde oluyordu. Yani Nurlarla ilgili duyurulması gereken yeni bir haber oluyordu biz de yazıyorduk. Çünkü o hafta Türkiye’nin her yerinde cemaat onu derslerde okuyordu. Bu âdetin şimdi de devam etmesi gerekir kanaatindeyim. Zaman zaman Sungur ağabey ve Fırıncı ağabey de yapıyor. Ama bunun yılda bir iki defa değil de on beş günde bir yapılması daha iyi olur.
Fırıncı Ağabeyle beraber kaldınız mı?
1970 yılından 1980 yılına kadar beraberdik. O zaman Kutlular ağabey, Birinci ağabey ve Fırıncı ağabey vardı. Hepsiyle beraber Nurtaşı'nda kaldık. İki sene kadar Kutlular ağabeyle kaldık. O daha sonra evlendi. Diğerleriyle de altı sene kadar beraber kaldık.
Fırıncı ağabey nasıl bir insandı?
Fırıncı ağabey çok fedakâr bir insan, insan psikolojisini iyi bilir, halet-i ruhiyeden iyi anlardı. Vakıfların problem ve meselelerini iyi takip ederdi. Bir şey sorduğumuz zaman oturup saatlerce usanmadan cevaplardı. Biz ondan çok istifade ettik. Bazen gece 12’de gelir 3’e kadar sorduğumuz her soruyu cevaplandırırdı. “Benim uykum var, rahatsızım” demezdi. Bizlerin yetişmesinde ciddi emekleri olan bir insandı. Sabırlıydı. Az evvel de anlattığım gibi Mu’cizeli Kur'anın tab edilmesinde payı çok büyük.
Şunu söylemeden geçmeyeyim. İstanbul’daki hizmetlerde Zübeyir ağabeyin muhatabı, Fırıncı ağabeydi. Bir mesele olduğu zaman Zübeyir ağabey Fırıncı ağabeye söyler, hizmet haberi vs. Fırıncı ağabeyden dağılırdı diğer insanlara. Mizacı da yumuşak olduğu için diğer insanlarla olan irtibatı kolay sağlardı. Yani orada başkaları da vardı ama onları değil, Fırıncı ağabeyi muhatap kabul ediyordu. Birinci derecede Fırıncı ağabey geliyordu. Zübeyir ağabey bir yere giderken, eğer bir problemi varsa Fırıncı ağabeysiz gitmezdi. “Fırıncı gel beraber gidelim” derdi. Fırıncı ağabey bazen bize otuz sene önceki hadiseleri bile anlattığı olurdu. Unutmazdı.
Fırıncı ağabeyle alakalı unutamadığınız neler var?
Mucizeli Kur'an basılmıştı. Yüz elli tane dağıtıldı. Bir haber geldi ki, “Kur'anlar toplatılacak.” Fırıncı ağabey dedi ki, “Ahmet Tanyelin yanına gidip bundan iki yüz elli tane bastıralım. Oradan kaçıralım. Elimizde olur, tekrar basarız. Diğerlerini toplatırlarsa toplasınlar” dedi. Biz oraya gittik. Yirmi dört saat basılan Kur'anların başında bekledik. Bizim bu kadar ehemmiyet verdiğimizi gören oradaki gençlerden biri, “Bu kitabın yazarı kimdir?” diye sordu. Kur'anın ne olduğunu bilmiyor çocuk. O böyle sorunca Fırıncı ağabeyin gözlerinden yaşlar akmaya başladı. “Adam kelam-ı kadimin ne olduğunu bilmiyor” dedi. Aradan bir iki dakika geçince, Kur'anın manası nedir? Resulullah kimdir? gibi meseleleri o çocuğa izah etti.
Hizmetler ve dershane dışında başka faaliyetleriniz var mıydı?
Vardı tabi. Yazları her hafta olmasa da ayda bir piknik yapardık. Bütün cemaati toplardık. Beykoz ormanlarından, Çamlıca'ya yıllarca piknik faaliyetini sürdürdük. Hatta fotoğraflarımız da var o günlere ait.
Fırıncı ağabey kendisiyle alakalı şeyler yapar mıydı? Sizinle beraber ya da tek başına...
Daha çok o gibi şeyleri Muhsin Demirel ağabeyle beraber yapardı. Çünkü bizim yayınevi vardı, hizmetlerimiz vardı, pek fazla başka şeylere ayıracak zamanımız yoktu. Muhsin ağabeyin şoförlüğü de vardı. Onları götürüyordu.
Mehmet Birinci ağabeyde sizinle beraber miydi?
Birinci ağabey de bizimle beraberdi ama o, hanım hizmetiyle ilgileniyordu. Bekir Berk ağabeyin bürosunda avukatlık işleriyle de ilgilenirdi. Fıtraten çok fazla konuşmazdı. Dinlerdi genellikle. Bazen sohbeti koyulaştırdığımız zaman “Eyyy! Hayali arkadaşlarım” diyerek bizi ikaz ederdi. İkazları kısaydı ama tesirli oluyordu.
TEK ÇEŞİT YEMEK YENİRDİ
Nurtaşı’nın bir sloganı vardı, “Çok ye, çok hizmet et” diye. Hatırladınız mı?
Evet. Ama o şöyleydi. Süleymaniye’den başlayayım. Dershanemizde sadece bir çeşit yemek yapılırdı. Mesela pırasa yapılmış, on kişilik pırasa... Beş kişilik misafir daha gelir, suyu basarız pırasa çorbası olur. Yani başka yemek yapma şansı yoktu. Tek yemek... Ya çorba pişer, ya sebze pişer, ya pilav pişer... Tek çeşit olurdu. Haftada bir de Mustafa İpekçi ağabey vardı o da on beş kişiye tahin helvası alırdı. Mesela ayran var diyelim. Kişi sayısı artınca suyu basarsın, bol sulu bir ayran çıkar karşına. Bu şekildeydi yemeklerimiz. Şimdi bir de yaptığımız iş fiziki bir işti. Anadolu’dan bizi tenkit ederlerdi. “Bunlar çok yemek yiyor” diye. Hâlbuki sonuçta tek çeşit yemek yiyorsun. Bir tabakla karnın doymuyor. Gerektiği zaman depolarda çalışıyorsun, yeri geliyor ağır risaleleri taşıyorsun. Bu defa “Çok ye, çok çalış” manasında bir slogan çıktı ortaya. Yani biraz espri manasında…
Bir defasında Hacı Yılmaz diye Erzurum'da bir kardeş vardı. Allah rahmet eylesin. Sungur ağabey, “O sizi çok tenkit ediyor ama o sadık bir talebedir. Buraya geldiği zaman onu depoda çalıştırın bakalım bir görsün buradaki durumu” dedi.
Bir gün hakikaten Nurtaşı’na misafir olarak geldi. Birkaç gün sonra yedi tonluk bir kamyon yüklenecek ve boşaltılacaktı. Yükleme yaptığımız yer birinci kat, oradan alınan kitaplar başka bir apartmanın ikinci katına boşaltılacak. O arkadaş da epeyce zayıf bir insandı. Neyse ben Hacı’ya durumu bildirdim ve ikimiz beraber gittik. Kamyonun yarısına gelmeden Hacı kardeş teklemeye başladı. Alışkın da değil. Biz doldurma işlemini bitirdik. Dönüyoruz diğer ambara boşaltacağız. Yolda Nurtaşı’nın önünden geçmemiz gerekiyor. Geçerken Hacı kardeş, “Ya kardeş ben inebilir miyim?” dedi. Ben de “Tabi, buyur” dedim. İndi. Ben gidip tek başıma o koca kamyonu boşalttım geldim. Tabi hamal da tutamıyorduk. Gizli olduğu için, her şeyi kendin yapıyorsun. Daha sonra o kardeş için Sungur ağabey, “Öyle olmuş ki, değil aleyhinizde konuşmak artık kimseyi sizin hakkınızda konuşturmuyor” dedi.
Tek çeşit yemek yeme olayı Nurtaşı’nda da iki sene kadar devam etti. O dönem Bekir Berk ağabeyin meselesinin tartışıldığı bir dönemdi, çok karışıklıklar olmuştu. Bekir ağabeye iftira ettiler. Türkiye'yi terk etmek zorunda kaldı.
Daha sonra şartlar değişti, imkânlar arttı ve Nurtaşı’nda ramazan ayında yemek verilmeye başlandı, iftar yemekleri. İlk defa cemaate her akşam iftar vermeye karar verildi. O zaman Kutlular ağabey bakıyordu bütçe işlerine. Ondan para istedik verdi ama para yeteri kadar değildi. Arkadaşlarla oturup meşveret ettik. Ne yapalım diye. Sonunda patlıcanlı kebap yapalım dedik. En ucuzu oydu. Beş altı tepsi kadar yaptık. Cemaati çağırdık. Bu şekilde her gün iftara çağırıyoruz cemaati. Vefa dershanesinde, ordan, burdan, esnaftan geliyorlar. Dört beş gün böyle devam etti… Her gün patlıcan kebap, her gün patlıcan kebap dışarıdan gelenler değiştiği için onlara güzel geliyordu ama biz bu durumdan usandık tabi. Çünkü aynı yemeği gece sahurda da yiyorsun. Dedik ki, “Biz kendimize ayrı ufak bir kapta yemek yapalım.” Bu arada dışarıdan talebelerden de sekiz on kişi çağırılmadıkları halde her gün geliyorlar. Bir kardeş dedi ki, “Bunları kovalım.” Ben ona, “Kardeşim, bunları kovmayalım. Bu çocuklar yemek yemeğe geliyorlar. Kovmak bize ne fayda getirir? Bakıyor burada namaz kılıyoruz, ders yapıyoruz. Demek ki adamların yemeği yok ki, buraya geliyorlar. Yemeği olan adam buraya gelmez ki, neden gelsin?” Hakikaten de daha sonra o çocukların her biri birer Nur talebesi oldular.
Bu şekilde yavaş yavaş cemaatin şekli değişti, imkânları değişti. Fakat ben şunu söylemek isterim. İzmir'de Zeki Akman adında bir ayakkabıcı vardı. O gazeteye ayakkabı yollamıştı. Ehl-i hizmete dediler ki, “Gidip oradan ayakkabı alın.” Çünkü bizim maaşımız falan yoktu. Günlük tayinatımız vardı. Harçlık da verilse çok cüz'i bir para olurdu. Mesela Nurtaşı'ndan Çarşamba'ya derse giderdik. Yayan giderdik. Paramız yoktu gitmeye. Neyse ayakkabılar geldi. Birer birer gidip ayakkabılarımızı aldık ama dikkat ettim her giden sadece birer çift ayakkabı alıyordu. Yani hiç kimse demedi ki, “Benim bir tane siyah, bir tane de kahverengi ayakkabım olsun.” Çünkü ahiretin meyvesini dünyada yemek istemiyordu kimse. Kalan ayakkabılar beş altı ay orada süründü ben şahidim. Kimse ikincisini almadı yani. Bu cemaatte böyle bir fedakârlık vardı. Herkes asgari düzeyde geçiniyordu.
Hiç gözaltı veya hapis olayı yaşadınız mı?
Evet. 12 Mart döneminde, Nurtaşı’nda haftada birkaç defa basıyorlardı. İçimizden birini genellikle de Hamdi Yüce'yi götürüyorlardı. Orada bir komutan vardı. Nur talebelerini muhafaza etti. Hamdi'yi de bir müddet sonra hemen serbest bırakıyorlardı. Ankara'da uzun tetkikler oldu ama İstanbul’da pek olmadı.
Bir gün derse gitmiştik. Bünyamin Ateş ders yapıyordu. Tam ders esnasında bastılar. İki yüz elli kişi vardı derste. Otuz beş tanesini seçtiler içinden. Birisi de bendim. Fırıncı ağabeye ismin nedir? “Mehmet Güleç” diyor. Nufus kâğıdına bakıyorlar. “Mehmet Fırıncı'yı arıyorlar tabii.” Bulamıyorlar. Bizi birinci şubeye götürdüler. Orada on bir gün kaldık. Oradan Sıkıyönetime sevk ettiler. Tevkif ettiler bizi. “Artık kırk elli gün buradayız” diye düşünüyorduk… Çarşamba günü tevkif edilmiştik… Bir baktık “Cumartesi mahkemeniz var” denildi. Ya ne mahkemesi? Cumartesi mahkeme mi olur?” Şaşırdık biz. Orada avludan avluya götürürken bile kelepçe takıyorlardı. Neyse gittik saat üçte mahkemeye girdik. Saat beşte de tahliye olduk. Bir anda dışarı çıkmıştık. Çok sevinmiştik…
Meğer Hadise de şöyle olmuş; Faik Tarımcıoğlu nöbetçiymiş. Bakıyor ki, masum insanların dosyaları var. Nur talebeleri var. “En iyisi komutan gelmeden tahliye edeyim bunları” diyor. Savcıyı falan ayarlıyor. Orada tek celsede ifadelerimizi aldıktan sonra bizi serbest bırakıyor. Karakola ifadeleri kabul ettirmişti. Adem-i takip kararı verildi. Biz tahliye olduk. Oradan çıktık, doğru derse... Gene derse gittik.
Bu arada Sözler Yayınevindeyken bizi takip eden iki tane polis memuru vardı. O kadar çok gelip gittiler ki, sonunda onlarla dost olduk. Birinci şubedeyken, yani karakola götürüldüğümüzde bize çok yardım etmişlerdi. Hatta, bir gün biri dedi ki, “Biraz daha fazla yardım edersem, beni de yanınıza getirirler.”
İşkence falan yapıldı mı size?
Yok olmadı. Fiske dahi vurdurmadılar. Ama işkenceleri duyuyorduk. Gece yarısı feryatla uyanıyorsunuz mesela. Ben şunu söyleyeyim. Bir insanın öyle bağırdığını düşünmek mümkün değildir. Yani dehşetli bir bağırma. Hayal edemezsiniz.
BU CAMİD MAKİNE NEYİ DİZDİĞİNİ BİLİYOR
Yayınevinde basılan kitapların dağıtımını nasıl yapıyordunuz?
Sözler yayınevinde siparişe göre basım yapıyorduk. Orada kâğıt üzerinde “Ceylan Çalışkan işletmesi” diye yazılmıştı. O isimle gönderiliyordu. Tabi Ceylan ağabey kırk sene önce vefat etmiş. Bir de eski nurcular hukuku çok iyi biliyorlardı. Bir gün Fırıncı ağabeyi yakalamışlar. “Söyle bakalım. Şunu nereden aldın? Bunu nereden aldın?” falan diye sormuşlar. O da ne kadar vefat etmiş Nur talebesi varsa hepsinin ismini vermiş. Tabi her tarafa telsizle haber gönderiyorlar. Bakıyorlar ki bu insanların hepsi ölmüş... Komiser gelip soruyor. “Bunların hepsi ölü” diyor. Fırıncı abi de, “Ben nerden bileyim, aldığım insanları takip mi ediyoru?” diye cevap veriyor.
Gene bir gün Ceylan ağabey anlatıyor. “İstanbul'da ders yapamaz hale gelmişler. Öyle bir takip var ki, hareket edemeyecek kadar sıkı. Neyse bir gün baskın oluyor ve polisler Ceylan abiyi yakalıyor, “Ne yapıyorsunuz?” diye soruyor polis. O da, “Ders yapıyoruz” diye cevap veriyor. “Nerede yapıyorsunuz?” demiş polis. Ceylan ağabey, “Kumkapı sahiline iniyoruz. Oradan kayık kiralıyoruz. Bir arkadaş kürek çekiyor. Diğeri de ders yapıyor” diye cevap vermiş. Şimdi suçun sabit olması için, yerin de sabit olması gerekiyor ya... Kayıkla gezdikleri için yer sabit olmuyor. Polis memuru, “Gene elimden kurtuldun” diyor. Ceylan ağabey böyle hukuku çok iyi bilen, hazırcevap bir insandı yani.
Bir de şunu anlatmak isterim. Üstadımızın siyasetle alakası noktasında önemli bir hatıra; Hamza Emek ağabey zaman zaman İstanbul'a gelirdi. Geldiğinde de Nurtaşı’nda misafirimiz olurdu. Bir gün, “Ağabey nereden icap etti de siz Demokrat Partiden ilçe başkanı oldunuz?” diye sorduk. Dedi ki, “Ben esnaftım. Manifatura dükkânım vardı. Siyasetle alakam yoktu. Bir gün Üstad beni yanına çağırdı, “Sen ilçe başkanı olacaksın. Çalışkanlardan falan falan da aza olsunlar” dedi. Çalışkanlar Nurcu olmadan önce Halk partiliydiler. Ben Üstad'la Adnan Menderes arasındaki köprüyü sağladım. Başka türlü çare bulamadık” diye anlattı. Tabi parti elemanı olunca Menderes’e kolayca ulaşıp Üstadın isteklerini söylüyormuş. Yani hizmetin sıkıntılarını ancak bu şekilde bertaraf ediyorlarmış.
Bizim siyasete bakış açımızın da bu çerçeve içinde kalması taraftarıyım. Yani siyasetten bir şey beklemek değil de, iman ve Kur'an yolunda düşündüklerimizi aktarmak için bir vesile olarak görmeliyiz kanaatindeyim. Mesela Zübeyir ağabeyin Nurettin Tokdemir'e tavsiyesi var. Demiş ki, “Sen siyasete gireceksen, muhtar azalığından başlaman gerekir.” Yani kademeleri geçerek gel manasında. Bence bu güzel bir tavsiyedir. Siyasete atılmak isteyen çekirdekten yetişmeli. Oysa şimdi görüyoruz, siyasete atılan, hemen listeye alınmaya çalışıyor. Bana göre bu insanların yaptığı doğru değil… O Üstadın muradına uygun bir tarz değil. Dengeleri iyi ayarlamak lazım...
Biz Nurtaşı’ndayken kitapların başlıkları altın sarısıyla yazılıyordu. Biz onları matbaada yazıyorduk. Bir defasında hatırlıyorum, matbaacı bizden çok para istedi. Şimdi ona o parayı versek, fiyat çok yükselecek. Ben Fırıncı ağabeye dedim ki, “Elde basan bir baskı makinesi alalım. Bunu ben basayım. Bu parayı veremeyiz” dedim. O gitti. Derme çatma bir makine buldu. Elde basmaya başladık. Kapakların üstündeki kitap ismini basıyoruz. Önce epeyce uğraşıp ayarlıyorduk. Sonra tek tek yazıyorsun falan.
Ben bast-ı zaman olayını orada yaşadım mesela. Beş bin kapağı iki günde basıyordum. Ben bunu tahdis-i nimet olarak söylüyorum. İki günde mümkün değil yani. Zaman genişliyor. Ve sıkılmadan yapıyorsun. Her harfi tek tek basıyorsun. Şak şak basamıyorsun ki elde basıyorsun. Beş bin kapak iki günde basılıyor. Olacak iş değil. Hatta o dönemde risalelerin kapak çizgisini yapan bir zat vardı. “Bu camid makine neyi dizdiğini biliyor?” derdi. Şimdi baskı makinesinde harfler kurşunla yazılıyordu. Bir harfe basıyorsun kurşun çıkar yukarı, tekrar aşağı indirirsin, bir satır yazmak için on defa kalkarsın. Ama “Bu makinaya Risale-i Nur için oturduğum zaman Mektubat'a başlıyorum. Sonuna kadar kalkmadan yazıyorum. Bu camid makine neyi dizdiğini biliyor” derdi. Hizmetteki kolaylığı böyle anlatırdı.
O DÖNEMDE SOKAĞA TEK BAŞIMIZA ÇIKMAZDIK
Bir ara çalıştığımız matbaa bozuldu. Beyoğlu’nda bir matbaada basılacak dendi. Gittik orada iki ay çalıştık. Ama Beyoğlu’nun çirkinliğini hiç görmedik mesela. Bizzat yaşadığımız bir olay. O zaman gençtik de Allah bizi muhafaza etti. Bir de zaten o zaman tek başımıza çıkmazdık sokağa. Daima iki kişi veya daha fazla olarak çıkardık. Çünkü iki kişi birbirini daha iyi muhafaza edebiliyor. Günahlara girmemek için ona çok dikkat ettik.
Dershane hayatında, Nurtaşı’nda kalırken ihlas düsturlarına tam riayet edilirdi. Mesela bir şey hazırlanacak. Orada herkes bakardı kim müsaitse hiç teklif beklemeden hemen o işi üstlenirdi. Bir açık varsa hemen o eksiği kapatırlardı. Herkes birbirine yardımcı olurdu. Dershaneciliğin bu olduğunu düşünüyorum. Çay gelmiş tabak gelmemişse diğeri kalkar hemen getirirdi. Tek ruh gibi hareket edilirdi.
1967'de bir gün dediler ağabeyler gelmiş. Bir lokantayı tarif ettiler. Gittik. Tahiri ağabeyi ilk kez orada görmüştüm. Onu görünce çok ciddi bir insanla karşılaştığınızı anlıyorsunuz. Yarım saat kadar sohbet ettik. Tahiri ağabey Isparta’dan ev yapımı makarnalar getirttirirdi. Onu peynirli ve cevizli severdi. Üstüne de tereyağı yaktırır sürerdi öyle yerdi. Tahiri abi o ciddiyeti altında çok fazla alçak gönüllü bir insandı. Bizimle çok yakınlaşırdı ama biz onu suiistimal etmezdik.
Bir de, bu da çok önemli bir ayrıntı ama önemli… Tahiri ağabey abdest alırken abdest elbisesi ayrı, namaz elbisesi ayrıydı. Odasında günlük giydiği kıyafeti ile çalışırdı ama Abdest alırken bunu çıkarırdı, abdest alırken giydiği bir elbisesi vardı onu giyerdi ve gelir namaz kılarken o elbiseyi tekrar yeniden değiştirirdi.
Her vakit mi böyle yapardı?
Her vakit böyle yapardı. Bizim gibi paçaları sıvayıp abdest almak yoktu onda. Elbiseleri pratikti ama gene de zor bir işti. Sanırım bu temizlik konusundaki hassasiyeti Üstadımızdan almıştı. Mesela Üstadımız da elbiselerini yıkamaya gönderir, elbiseler tertemiz gelirmiş. Ama o bununla yetinmez ayrıca ağabeylere su ile durulamalarını isterdi. Yani gerek Üstad gerekse talebeleri azami derecede takva ile hareket eder ve yine azami derecede sünnet-i seniyyeye riayet ederlerdi.
Ben bu meseleleri şöyle yorumluyorum. Mesela ben bu gün kendi şehrimden uzaktayım. İsmail Bey bana “Seferi misin?” diye sordu. Ben “Üstadın talebelerinin hepsini gördüm. Hiç birisi seferiliği uygulamıyordu. Onlar Üstad'a tabilerdi. Bende bu sebeple seferi değilim” dedim.
Sungur ağabey de namazı kıldıracak kişi Şafii ise onu uyarır, “Şafi mezhebinin gerektirdiği gibi kıldır” dermiş. Demek ki o da Üstad’dan böyle görmüş.
Mesela ben gördüğümü söyleyeyim. Bütün ağabeyler imamın arkasında Fatiha okurlardı. Seferi kılmazlardı. Mesela bir hocayı gördüm. Ramazanda iki üç saatlik yol için oruç yiyor. Tamam dinimiz müsaade etmiş olabilir. Ama Nurculuk başka türlüsünü gerektiriyor. Üstad böyle yapmamış ki. Ona tabiysen onun gibi olman lazım.