Bediüzzaman'ın parasızlıktan sefalete düşmeme metodu

Bediüzzaman'ın parasızlıktan sefalete düşmeme metodu

‘Tüketmek üzere yaşama’ duygusu insanları, her geçen gün daha fazla esir alıyor

Sevim Şentürk'ün yazısı:

Günümüzde, ‘tüketmek üzere yaşama’ duygusu insanları, her geçen gün daha fazla esir alıyor.

Özellikle adım başı açılan alışveriş merkezleri eliyle tüketim çılgınlığına adeta müptela ediliyoruz. Nitekim büyük şehirlerde halk nezdinde bir karşılığı olduğu, satıcısına da kazanç getirdiği için aynı semtte pek çok AVM’yi bir arada görmek mümkün. Vitrinleriyle göz alan bu cazibeli mekânların, hafta içi bile insan akınına uğraması yaptığımız tespiti doğruluyor. Demek ki insanlar tüketecek ortamlar istiyor, yatırımcılar da bunu fırsata dönüştürüyor. Diğer bir ifadeyle üretici “Tüket!” diyor, biz de karşı koymadan onlara “Olur. Memnuniyetle.” cevabını veriyoruz. Yani karşılıklı bir alış-veriş söz konusu.

AVM’ler, tüketime dayalı yaşama isteğimizi gözler önüne seren madalyanın sadece bir yüzü. Çünkü tepeden tırnağa değişim çağında yaşıyoruz. Modadan teknolojiye, iş hayatından toplumsal hayata kadar her şey akıl almaz bir süratle başkalaşım geçiriyor. Haliyle, bizler de bu değişime ayak uyduruyoruz. Bu yaz giydiğimiz gömleğin rengi öteki yaz trend değilse, hiç acımadan ona rahatlıkla güle güle diyebiliyoruz! Teknoloji firmaları ise gün geçmeden yeni bir modelle çıkıyor piyasaya. Bizler de yeni çıkanı alabilmek için daha bir yılını doldurmamış eski (!) telefonumuza veda etmekten hiç çekinmiyoruz. iPone 5’in piyasaya çıkmadan alıcı bulması, tüketmeye ne kadar istekli olduğumuzun en açık göstergelerinden biri.

Yeme içme karşısındaki tutumumuza gelince o da, bahsi geçen tüketim çarkının mühim bir kısmını oluşturuyor. Zira çoğumuz, sırf canımız istediği için sınırsızca yiyip içiyoruz. Duble boylardaki menüler bile yetiyor midemizi doyurmaya. Tüketim ve yeme-içmemize daha fazla para ayırabilmek için de daha çok para kazanmamız gerekiyor. Haliyle kısa yoldan para kazanabileceğimiz işlere tevessül ediyoruz. Çalışma gayemiz bile tüketim kavramı etrafında şekilleniyor.

İçinde bulunduğumuz çağda, sadece maddî imkanlarımızı değil, zamanımızı doğru kullanamamak da gayyasına düştüğümüz çaresiz bir hastalık. Bir gün İmam-ı Nevevî’ye soruyorlar: “Niye yemiyorsunuz?” O ise şöyle mukabelede bulunuyor: “Helâ ile mutfak arasında gelip gitmekten Rabb’ime karşı hicap duyuyorum. Yemek yemeyi günde bir kere veya iki günde bir kereye indirmeye çalışıyorum.” Nevevî’nin kıssası boş yere harcadığımız saatlerin değerini anlayabilmemiz yönünden hayli manidâr. Reklam filmlerinde ya da bilboardlarda sıkça geçtiği gibi ‘An’ı Yaşa’yan bir anlayışla kendimizi avutuyoruz. Bu yaşayışta yaptığımız söz israfınınsa haddi hesabı yok! Boş konuşmanın önünde dirayetli bir duruş sergileyemiyoruz. Hazret-i Ebubekir gibi davranamıyoruz hiçbir zaman. Kendimizle birlikte sözü de yoruyoruz. Kelimeler, can çekişiyor adeta ağzımızda. Çünkü modern çağda taşlar elimizde değil, dilimizde! Çoğu zaman öyle çok laf ediyoruz ki, sonrasında oturup konuştuklarımızın pişmanlığıyla kıvranıp duruyoruz. Oysa aşırı istihlakın hiçbir türü dinimizce hoş karşılanmıyor. Zira israf haram. Rezzak-ı Hakim, Araf Sûresi’nin 31. ayetinde “Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” buyuruyor. Kur’an-ı Kerim, israfın müminlerin hayatında yer almaması gerektiğini söylüyor. İsraf etmeden yaşamanın yolu ise tasarruf yani iktisattan geçiyor.

CİMRİLİK VE İSRAFIN ORTASINI BULMAK

Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde ‘artırma’ olarak ifade edilen tasarruf; savurganlık, harcama anlamına gelen israfın zıttı anlamına geliyor. Fatih Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Muhit Mert, İslâm ekonomisi üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan bir akademisyen. Ona göre, tasarruflu yaşamak, müminlerin ibadet etmek kadar aslî bir vazifesi hükmünde. Mert, tasarrufun Allahu Teâlâ’nın kullarından beklediği elzem bir davranış olduğunu ifade ediyor. Ona göre bu beklenti, tüketmek üzere kurulan hayatlara bir ihtar olarak algılanabilir. Ekonomi yazarı Hüseyin Tunç’un kanaati de bu yönde. Tunç’a göre İslâm, insanlara hem maddî hem de manevî her anlamda ‘tasarruflu’ olmayı öğütlüyor. İslâm ekonomisinin tasarruf üzerine inşa edilmesi de, bu zaviyeden ele alındığında hayli hikmetli duruyor.

Burada “Neden tasarruf etmek gerekiyor?” sorusundan hareketle önümüze bir cevap haritası çıkarmamız lazım. Nitekim iktisadı hayatlarımıza sokabilmek için zihinlerimizin, bu soruya karşılık bulması gerekiyor öncelikle. Tasarruf üzerine bina etmemiz gereken bir ömür içinse Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatı, kılavuz niteliğinde. Prof. Dr. Muhit Mert, cimriliğin de israfın da dinimizce yasaklananlar arasında olduğunu hatırlatırken tasarrufun bu ikisi arasında bir yerde durması gerektiğini vurguluyor. “Ve onlar ki, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (Furkan, 67) ayet-i kerimesi bu duruma önemli bir dayanak. Çünkü cimrilik de, fazla harcamak da insanı zillete sürükleyen, dünyaya bağlayan davranışlar. Zaten tasarruf, meselenin bu yönünde önem kazanıyor. Allah müminlerden ‘İstiğna ahlâkı’, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin tabiriyle ‘Peygamber ahlâkı’ izinde bir hayat sürmelerini istiyor. İlahiyatçı yazar Ahmet Kurucan bunu, insanın günlük hayatta dünyevî şeyler karşısındaki tavrı olarak ifade ediyor. Dolayısıyla israf da cimrilik de dünyaya meyletmekle eş anlama geliyor. Zaten insanın yaratılış gayesi, dünyaya tamamen bağlanmak duygusu taşımadığı için ‘tasarruf’, ruhun erişmesi gereken mertebelerin anahtarı oluyor. Tasarrufun anahtar vazifesi gördüğünü Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri İktisat Risalesi’nde, “Rahîm yaratıcımız, insana verdiği nimetlerin karşılığında şükür istiyor. İsraf şükre zıttır, nimete karşı sonu hüsran olan bir hafif almadır. İktisat ise nimete, kazançlı bir hürmet göstermektir.” ifadeleriyle anlatıyor.

Hayatımızı saran tüketim çılgınlığının, hoş karşılanmamasının bir diğer sebebi de beraberinde şükürsüzlük anlayışını getirmesi. Halbuki Allah bizleri şükrünü edemeyeceğimiz çoklukta nimetlerle şereflendirmiş. En başta işleyişine akıl sır erdiremediğimiz bir vücut vermiş. Biz, elimizde fiziksel anlamda mevcut olmayanlara bakıp “Şu da olsa bu da olsa” demeye başladığımızda israfla yüz yüze geliyoruz. İsraf da silsile halinde; hırsı hırs, kanaatsizliği kanaatsizlik de çalışmaya karşı isteksizlik ve şikâyeti beraberinde getiriyor. Zaten bu tutumlar da ihlâsı kırıyor, ahiret için yapılan amelleri zedeliyor. Bu gibi menfî huylar, Yüce Allah’ın tanımladığı mümin vasıfları arasında yer almıyor. İşte, tasarrufun ruhta erişilmesi gereken mertebelerin anahtarı görülmesi de tam da burada kıymetleniyor. Zira Allah’ın israfı yasaklamasının temelinde, verdiği rızıklara karşı kullarından şükür istemesi yatıyor. Bu yüzden müsrifler İsra Sûresi’nde, verilen rızıklara karşı şükretmeye imtina eden şeytana benzetiliyor: “Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, ama sakın saçıp savurma. Çünkü savurganlar şeytanın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabb’ine karşı pek nankördür.”

LEZZET VE BEREKETİN ANAHTARI

Tasarruf, lezzet ve bereket getiren bir yol olarak da görülüyor Allah katında. Nitekim, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifinde “İktisatlı olan, ailece geçim derdi çekmez.” şeklinde buyurması mevzunun önemi bakımdan dikkate şayan. Tasarrufun rahat geçinme sebebi olduğuna, mutsavvıfların ve İslâm âlimlerinin hayatlarından hayli delil çıkarabiliriz. Bu delillerden biri de Bediüzzaman’ın sürgün yıllarında gizli. Üstad, Burdur’a gönderildiğinde, parasızlık yüzünden sefalete düşmemesi için onunla beraber sürgün edilen varlıklı zatlardan bazılarının, zekâtlarını kendisine vermek istediklerini anlatır. Fakat o, “Gerçi param pek azdır, fakat iktisadım var, kanaate alıştım. Ben sizden daha zenginim.” diyerek tekliflerini geri çevirir. Yaşadığı olayın, bize kıssa olacak tarafı iki sene sonra gerçekleşir. Üstad’a zekâtlarını vermeyi öneren zatlardan bir kısmı, müsriflikleri yüzünden borçlanır. Bediüzzaman ise iktisat ettiği o para ile tam yedi sene geçinir. Bu yüzden, “Kanaat etmeyen, zillete manen dilenciliğe ve sefalete düşürebilir.” der. Kendimize buradan çıkartmamız gereken ders, rızkın Allah’a ait olduğudur. Eğer bu düstur, çepeçevre sararsa benliğimizi o zaman, israfı yanımıza bile yaklaştırmayız. Üstad’ın prensibi, bugün insanlığın içinde bulunduğu ‘mutsuzluğun’ pençesinden kurtulmak için de bir reçete esasında. Çünkü, tüketme duygusu bizi mutsuzluğa sürükleyen en büyük sebep.

Mutasarrıf olmak için, öyle zannedildiği gibi elimizi-ayağımızı dünyadan çekmemize de lüzum yok. Prof. Dr. Muhit Mert, hepimizin zihnini kurcalayacak bu konuya Ezelî Kelam’la ışık tutuyor. Zira dinimizin bu konudaki tutumu, Enam Sûresi 141. ayette belirtiliyor: “Asmalı ve asmasız üzüm bahçeleri, hurmaları, ürünleri çeşit çeşit ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine benzer ve benzemez biçimde yaratan O’dur. Her biri meyve verince meyvesinden yiyin, hasat günü hakkını verin; Ama israf etmeyin.” Ayet, Mert’e göre, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı her şeyden kullarının istifade etmesini istediği anlamına geliyor. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) işaret buyurduğu, “İsraf ve gösteriş içinde olmaksızın yiyiniz, giyiniz, tasadduk ediniz. Allah verdiği nimeti kulunun üzerinde görmekten hoşlanır.” hadisi de harcamadığımız müddetçe tüketimde bir beis olmadığını nazara veriyor. Başta da söylediğimiz gibi işin sırrı, dünyayı da ahireti de kazandıracak olan tasarrufa sarılmada, iktisat eksenli bir yaşam inşa etmede. Söz konusu kaide fakirlik için de zenginlik için de geçerli. Deyim yerindeyse, har vurup harman savurmadıkça bir sorun yok. Fakat burada, kadim bir soru çıkıyor karşımıza: “Tasarruf nasıl yapılır?” Ünlü tıpçı İbni Sina, bu meseleye farklı bir öneri getiriyor: “Tıp ilmini iki satırda topluyorum, sözün güzelliği kısalığındadır: Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört-beş saat kadar bir şey yeme. Şifa, sindirimdedir. Yani kolayca sindireceğin miktarı yer. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, yemek üstüne yemektir.” Takdir edersiniz ki, yemeklere karşı çok fütursuzuz. Çağımızın hastalığı olarak görülen obezite, bunun neticesi. Fazla yiyerek kısır bir döngüye giriyoruz. Bedenimize kaldıramayacağı kadar yağ yüklüyoruz, bu da organlarımızın çabuk eskimesine sebep oluyor. Yani vaktinden önce yaşlanıyoruz. Oysa midenin üçte birini yemekle doldurma esasını dikkate alarak, bu konuda da tasarruf edebiliriz. Tabi canımızın her istediğini yememeye gayret ederek…

İsrafı olan her şeyin, tasarrufu da var. Bu yüzden tasarrufu sadece yiyip içmeye indirgememek gerek. Örneğin, İslâm’da gusül abdestinde harcanması gereken su miktarı 3 ile 5 litre arasında. Yani 5 litre su ile Allah’ın buyurduğu şekilde temizlenmek mümkün. Dolayısıyla banyoda bu kaideye göre su harcadığımızda, tasarruf etmiş oluyoruz. Ancak pek çoğumuz, 10-15 litrenin üzerinde su ile gusül ediyoruz. Sadece suyu mu hor kullanıyoruz? Tabii ki hayır. Kalan ekmekleri acımadan çöpe atıyoruz. Bu şekilde sadece nimeti değil, o ekmeği yapanların emeğini de israf etmiş oluyoruz. Teknoloji merakımız yüzünden bilgisayar, cep telefonu ya da televizyonumuz eskimeden son çıkan modelleri “paraya hiç acımadan” alıyoruz. Evimizin mobilyalarını sırf sıkıldığımız için değiştiriyoruz. Varlıklı olanlarımız “Nasıl olsa malım mülküm var!” diyerek bu mevzuda iyice sınır tanımayabiliyor. Zira birçok zenginin en büyük tutkusu araba. Bir ailede anne, baba, çocuk herkeste ayrı otomobil bulunabiliyor. Herkes gideceği yere kendi aracıyla gitmeyi tercih ediyor. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin nazarında müsriflik olarak ifade edilen böyle bir ulaşım sistemi, büyük şehirlerde sürekli dem vurduğumuz trafiğin de sebeplerinden biri.

İsraf konusundaki misaller çoğaltılabilir kuşkusuz… Kısacası iktisatlı davranmak, malımızı artırarak harcamak bizim elimizde. Yapmamız gereken sadece Allah’ın yarattıklarına karşı hassasiyet göstererek hareket etmek. Said Nursî Hazretleri’nin sıklıkla kullandığı hadis-i şerifte de buyurulduğu gibi: “İktisat eden maişetçe aile belasını çekmez.”

Yeni Bahar