Dr. Selçuk ESKİÇUBUK
Bediüzzaman’ın penceresinde “Allah insanla konuşur mu?”
Hem bir insan için, Allah’ın kendisiyle konuşması, ancak vahiy ile veya bir perde arkasından veya bir elçi gönderip de izniyle (ona) dilediğini vahy etmesiyle olur. - Şura, 51
Allah bütün evreni, Melekleri, Cinleri, bitkileri, hayvanları ve insanları yaratmıştır ama bütün yarattıkları arasından kendine dost ve büyük bir muhatap olarak yalnızca insanı seçmiştir. Ona yarattıkları tüm varlıkların üstünde bir değer vermiştir. O, eğer değerini bilirse evrenin en önemli meyvesi, yeryüzünün halifesi ve Yaratıcının en kıymetli sanat eseri ve sevgilisidir.
*bu küçücük insan, camiiyet-i fıtrat itibarıyla şu mevcudat içinde bir ustabaşı ve bir dellâl-ı saltanat-ı İlâhiye ve bir ubûdiyet-i külliyeye mazhar olduğundan, büyük ehemmiyeti vardır. (SÖZLER, 10Söz)
*bu küçücük ve âciz-i mutlak olan insanı kendine dost ve muhatap eden ve bütün mahlûkat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlak (ŞUALAR, 4. Şua)
*kâinatın en mühim meyvesi ve arzın halifesi ve Hâlıkın en ehemmiyetli masnuu ve sevgilisi olan insanın (ŞUALAR, 7. Şua)
Allah, insanı evrenin en nazik, kibar, nazlı ve yalvarıp dua eden bir meyvesi olarak yaratmıştır. Onu kendine muhatap almıştır. Herşeyi onun emrine vererek ona ne kadar çok önem verdiğini göstermiştir. Bütün varlıklar arasında bundan daha büyük bir makam, rütbe ve derece yoktur.
*beşeri şecere-i kâinatın en câmi' ve en nâzik ve en nâzenin, en nazdar, en niyazdar bir meyvesi yaratıp, kendine muhatap ittihaz ederek, Herşeyi ona musahhar kılmakla insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm (SÖZLER, 10. Söz)
Kur’an insanın diğer varlıklardan olan üstünlüğünü şöyle anlatır:
“Yerde ve gökte ne varsa hepsi insan için yaratılmıştır”(Lokman, 20)
Allah, insanı bütün varlıklar içinde kendine en büyük muhatap seçmiş, Rabbinden gelen her şeyi, yansıtıp gösteren kocaman bir ayna gibi yaratmıştır.
Allah, rahmet hazinelerinin her çeşidini ona tanıttırır, tattırır ve tarttırır. Kendini bütün isimleriyle ona bildirir, onu sever ve onun da Kendisini sevmesini ister. Onu ebedi bir memlekete göndermek ve ebedi saadet vermek için de davet eder.
*O Zât-ı Hakîm şu insanı bütün mahlûkat içinde kendine küllî muhatap ve câmi' bir ayna yapıp, bütün hazâin-i rahmetinin müştemilâtını ona tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın; Kendini bütün esmâsıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin; sonra, o bîçare insanı o ebedî memleketine göndermesin, o dâimî saadetgâha dâvet edip mes'ud etmesin. (SÖZLER, 10. Söz)
Sonsuz mucizeler yaratan Allah, kocaman uzay ve dünyanın kitabını, insan gibi küçük bir sayfada yazar ve insanı o kitaba hem sonuç hem de mükemmel bir özet yapar. Bu insana verdiği büyük bir şerefdir, bir üstünlük ve değerdir. Ancak insanın bu şerefe erişmesi için şuurlu bir iman içinde Allah’a bağlanması şarttır.
*o nihayetsiz mucizekâr usta, koca semâvât ve arzın büyük kitabını insan gibi küçük bir nüshada yazsa, belki insanı o kitaba müntehap ve mükemmel bir hülâsa yapsa, o insan ne kadar büyük bir şeref, bir kemal, bir kıymete medar ve İmân ile mazhar ve şuur ve intisap ile o şerefe sahip olacağını (ŞUALAR, 4. Şua)
*Sonra görüyoruz ki, zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip, insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Adeta, zîhayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor; bütün zîhayatı onun etrafına toplayıp ona hizmetkâr ve musahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek, Hâlık-ı Zülcelâl, zîhayatlar içinde insanı intihap ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor. (MEKTUBAT, 28. Mektup)
* İnsan dahi masnuatın en câmi ve en garibi olduğundan, şecere-i hilkate bir semere-i şuuriyedir. İnsan bir semere gibi olduğu cihetle kâinatın eczası arasında en câmi ve baîd bir cüzdür. İnsan zîşuur ve câmi olduğu cihetle, nazarı âmm, şuuru küllî olur. Nazarı âmm olduğundan şecere i hilkati tamamıyla görür, şuuru da küllî olduğundan, Sâniin makasıdını bilir. Öyleyse, insan Sâniin muhatab-ı hâssıdır. (MESNEVİ-İ NURİYE, Reşhalar)
İnsanın önemi, onun Yaratıcının yeryüzündeki tek muhatabı oluşudur. Evrende melekler, cinler, ruhani varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar vardır. Ama canlılar dünyası içinde Allah, melekleri ve cinleri değil de insanları bazı görevler için seçer ve muhatap alır. Canlılar dünyasında onu merkezi bir nokta konumuna yerleştirir. Canlılardan istediği şeylerin hepsini insanda toplar, onu yeryüzüne hâkim kılar ve her şeyi onun emrine ve hizmetine verir. Bu seçilme melekleri bile kıskandırmıştır
İnsan, kendine verilen yetenekler açısından incelendiğinde bütün varlıkların başına dikilmiş bir subay, bitki ve hayvanlar dünyası üstünde yönetici bir kumandan gibidir. O, yeryüzündeki tüm varlıklar üstünde güçlü ve şerefli bir halifedir.
Önemli görevlerinden birisi varlıkların yaratıcısının tek ve bir zat olduğunu haykırmaktır. Onların kendi dilleriyle yaptıkları tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip subaylık ve gözetmenlik yapmaktır.
O, aynı zamanda mahiyetine konmuş “Ene(ben)” adındaki büyük bir emanetin taşıyıcısıdır. Kâinat sırlarının anahtarı olan “Ene”nin mahiyeti üzerinde ileride genişçe durulacaktır.
*insan, hilâfet ve emânetle mükerrem olsun, Rubûbiyetin külliyât-ı şuûnuna şâhid olarak, kesret dairelerinde, Vahdâniyet-i İlâhiyenin dellâllığını ilân etmekle, ekser mevcudâtın tesbihât ve ibâdetlerine müdâhale edip zâbitlik ve müşâhidlik derecesine çıksın. (SÖZLER, 10. Söz)
İnsana canlı, şuurlu ve ruhu olan bir varlık olarak yeryüzünde bazı görevler verilmiştir. Şahitlik ve gözetmenlik görevlerle beraber o, evrendeki İlahi tasarrufa dikkat çekmeli, O’na işaret ederek açıkça ilan etmelidir. İlahi tasarrufun önemlilerine bir işaret koyup, birer nişan koymak da onun işidir. Gökyüzüne ve aya gönderilen uzay araçları, evrendeki ilahi tasarrufu gözetleyen, izleyen, onların fotoğrafını çeken, kameraya alan görevleri yaptılar. Ve onların işleyişine şahitlik yaparak dünyaya ilan ettiler. Hayvanlara vericiler takarak onların hayatını izlediler. Teleskoplarla, elektron mikroskoplarla canlı-cansız büyük-küçük, bütün evrendeki İlahi tasarrufu gözlediler.
İnsan yaratılmışlar içerisinde hayat sahibi, şuurlu ve ruh taşıyan bir varlık olarak yeryüzünde görevlendirilmiştir ki bu görevleri; şahitlik yapmak, nezaret etmek ve görünen ilahi tasarrufa dikkat çekmek, işaret etmek ve onu ilan etmektir.
İnsan ruh taşıyan varlıklar içinde en şereflisidir. Dünyadan nicelik ve nitelik yönüyle en çok istifade eden insandır. O, dünyayı çok sever ve ona tutkundur.
*zîşuur için, bâhusus en mühim vazifesi müşâhede ve şehâdet ve dellâllık ve nezâret olan insan için, tasarrufât-ı gaybiyenin mühimlerine bir işaret koysun, birer alâmet bıraksın (SÖZLER, 15. Söz)
*zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyâde istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve mübtelâ olduğu (SÖZLER, 17. Söz)
İnsan, Yaratıcıyı gösteren şuurlu bir aynaya benzer. İnsan, Allah’ın şu evrende görülen mutlak Rububiyetini anlayıp gösteren en önemli bir kuldur. Ve O’nun konuşmasını anlayıp çok ince düşünen bir muhataptır. O’nun evrende kendini gösterdiği güzel isimlerini yansıtan bir aynadır. O güzel isimlerden “İsm-i Azam “olan isimlerinin tecellilerini ve her güzel ismin de İsm-i Azam derecelerinin yansıtılmasını en güzel bir şekilde gösteren bir kudret mucizesidir.
İnsan; Allah’ın Rahmet hazinelerini tartmak ve tanımak için gerekli birçok terazi ve alete sahip, her şeye dikkat eden bir varlıktır. Sonsuz sayıda nimetlere en çok muhtaç olan odur. Ölüp yok olmaktan çok korkan, ölümsüzlüğü ise en çok isteyendir.
Hayvanlar arasında en nazik, en kibar, ihtiyaçları en çok ve çok şeylere muhtaç olan odur. Dünya hayatında hayvanlara göre en çok acı çeken, en talihsiz bir varlıktır. Fakat o, yetenekleri bakımından ise en yüksek mahiyette yaratılmış bir canlıdır.
Allah, onu layık olduğu ve çok arzu duyduğu ebedi saadet dünyasına göndermeyip insanlığın hakikatini iptal etmez. Kendi hakkaniyetine taban tabana zıt ve gerçekten çirkin bir haksızlık olan böyle bir iş yapmaz. O’nun emirlerini dinleyen ebedi saadeti yakalar. Kimisi Cehennemden kurtulur, kimisi Cennete kavuşur. Gerçek güzelliği isteyen de Cemalullah’a kavuşur.
*Hâlıkın âyine-i zîşuuru olan insanın (ŞUALAR, 7. Şua)
*Hiç mümkün müdür ki, Cenâb-ı Hak ve Ma'bud-u Bilhak, insanı şu kâinat içinde rubûbiyet-i mutlakasına ve umum âlemlere, rubûbiyet-i âmmesine karşı en ehemmiyetli bir abd ve hitâbât-ı sübhâniyesine en mütefekkir bir muhatap ve mazhariyet-i esmâsına en câmi' bir ayna ve onu İsm-i Âzamın tecellîsine ve her isimde bulunan ism-i âzamlık mertebesinin tecellîsine mazhar bir ahsen-i takvîmde en güzel bir mu'cize-i kudret ve hazâin-i rahmetinin müştemilâtını tartmak, tanımak için en ziyâde mîzan ve âletlere mâlik bir müdakkik ve nihayetsiz nimetlerine en ziyâde muhtaç ve fenâdan en ziyâde müteellim ve bekâya en ziyâde müştak ve hayvanât içinde en nâzik ve en nâzdar ve en fakir ve en muhtaç ve hayat-ı dünyeviyece en müteellim ve en bedbaht ve istidadca en ulvî ve en yüksek sûrette, mahiyette yaratsın da, onu müstaid olduğu ve müştak olduğu ve lâyık olduğu bir dâr-ı ebedîye göndermeyip, hakikat-i insaniyeyi iptal ederek, Kendi hakkâniyetine taban tabana zıd ve hakikat nazarında çirkin bir haksızlık etsin? (SÖZLER, 10. Söz)
Allah mademki insanı tek muhatap olarak seçmiştir, o zaman onunla konuşur. Peygamberleri ile çoğu kez Melekler aracılığı ile vahiy göndererek konuşur veya sadık ilhamlar aracılığıyla konuşur. Melekler, insanlar ve hatta hayvanlarla bile ilham yoluyla konuşur.
Tur dağında Hz. Musa ile Miraç’da Hz. Muhammed ile çok daha farklı konuşur. Kâinattaki eserlerinin diliyle de avam-bilgin herkesle yine konuşuyor. İnsanlarla kendisi arasındaki perdeler arkasından, her kesin kendi yeteneğine göre onlarla hep konuşur. Sevgili kullarıyla sadık ilhamlar yoluyla, zorda, darda kalan kullarıyla ihtiyaçlarını acilen göndermesiyle, ona el açıp dua ile isteyenleri isteklerine kavuşturmalarıyla özel kalp telefonlarıyla yine konuşur.
*Madem bu cismânî âlem-i şehadette, bu kadar ziynetli ve san'atlı hadsiz masnularıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mucizeli ve maharetli, hesapsız eserleriyle gizli kemâlâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir Zât, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyleyse, âlem-i gayb cihetinde Onu, Onun tezahüratından bilmeliyiz. (ŞUALAR, 7. Şua, Ayet-ül Kübra)
*Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır.
Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike vasıtasıyla; ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.
Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.
İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.
Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.
İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. (De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi. " (Kehf Sûresi: 18:109. ) âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.
Sonra, ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.
Birincisi: Teveddüd-ü İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedûdiyetin ve rahmâniyetin muktezasıdır.
İkincisi: İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe'nidir.
Üçüncüsü: Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.
Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hâfızını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbâniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihte, onun kabiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarurî ve vâcip bir muktezasıdır diye anladı. (ŞUALAR, 7. Şua, Ayet-ül Kübra)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.