Dr. Selçuk ESKİÇUBUK
Bediüzzaman’ın penceresinden ‘atom nedir’ (I)
Atom, bilinen evrendeki tüm maddenin, kimyasal ve fiziksel niteliklerini taşıyan en küçük yapıtaşıdır. Bütün maddeler, birbirlerine çok yaklaştıklarında birbirini iten, belli bir mesafeden sonra ise aralarındaki uzaklıkla ters orantılı olarak birbirini çeken atom dediğimiz çok çok küçük parçacıklardan yapılmıştır.
Maddenin yapısı bilim insanlarını, maddenin hareketinde yatan derin anlamları değerlendirmek ise din âlimlerinin işidir. Bediüzzaman eserlerinde atom ve atom altı parçacıklardan genel olarak ”zerre” ismi ile kısaca bahseder. Onların varlıkların temeli olduğunu ifade eder, onların içyapısından ziyade, hareketlerinin anlamı üzerinde detaylı olarak durur:
*Kâinatın zerreleri ve onlardan mürekkeb varlıkların (SÖZLER, 24.Söz)
*maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine (LEMALAR, 30.Lema)
Bugün bilinen maddi evren, ancak kâinatın çok küçük bir parçasını yani yaklaşık %5 lik kısmını teşkil etmektedir. Bu maddi evren içindeki her varlık, moleküllerden yapılmış, onlar da atomlardan meydana gelmiştir. Bu gün için bilinen atom sayısı 118 dir.
Güneş, Dünya, Ay, Yıldızlar, Gezegenler ve uydular ile gökyüzü alemi ve hayvanlar, bitkiler ve insanlarla yeryüzü alemi hep atomlardan meydana gelmiştir.
Atomun ne olduğu uzun yıllar anlaşılamamıştı. Bundan yaklaşık 2.500 yıl önce Eski Yunanlılar “atomos” kavramını “maddenin artık bölünemeyecek en son sınırı” olarak tanımlamışlardı. 1808’de bilimsel olarak ilk atom teorisini ortaya atan Dalton da “Dünya’da atomu bölecek adam yoktur” demişti. Ama 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında atomun bölünebilir bir yapıda olduğu anlaşıldı. Bilimsel görüş de böylece değişti. II. Dünya savaşının kaderi 1945 de Hiroşima’ya atılan Uranyum ve Nagazaki’ye atılan Plutonyum elementlerinin parçalanmasına bağlı olarak yapılan atom bombaları ile değişmişti.
Atomlar, klasik olarak bir çekirdek ve onun çevresindeki elektronlardan oluşur. Bunlara atom altı parçacıklar denir. Proton ve nötron; atom çekirdeğini oluşturur. Protonlar, pozitif yüklüdür, Nötronlar ise elektrikçe yüksüz bir parçacıktır. Bunlara günümüzdeki bilimsel görüşlere göre Kuark adı verilir ve daha alt parçacıklardan meydana getirilmişlerdir. Bugün için 6 Kuark (u,d,s,c,b,t) keşfedilmiştir.
Bilim dünyasında birbirini izleyen ve sonraki bir öncekinden ileri olan bir dizi atom modelleri ortaya kondu. Önce elektronlar, sonra protonlar ve en sonra da nötronlar keşfedildi. O yıllarda tüm maddelerin yapı taşlarının elektron, proton ve nötron olduğu düşünüldü. Ama daha sonra da karşıt parçacıklar ve atom altı parçacıklar keşfedildi. Ve halen yeni birçok keşifler de buna ekleniyor. Bir protonun kütlesi, bir elektronunkinden yaklaşık 1840 kat büyüktür. Buna karşılık protonla nötronun kütlesi, birbirine oldukça yakındır.
Çekirdeğin çevresindeki parçacıklara ise Leptonlar denir. Birbirinden farklı yönde, farklı hızda ve farklı anda hareket ederler. Leptonlar bağımsız parçacıklar olarak bilinir. 6 Lepton (elektron, müon, tau, elektron nötrinosu, müon nötrinosu, ve tau nötrinosu) vardır. Bunlar en hafif kütlelidirler En çok bilinenleri elektronlardır ve bunların bir de karşıtları vardır. Elektronlar negatif yüke sahiptirler. Dış yörüngelerindeki elektronlara Valans Elektronu denir.
Bilim dünyasında kabul gören en son görüş “Kuantum Atom Teorisi”dir. Buna göre elektronlar çok hızlı hareket ederler, kendi etrafında döndükleri gibi çekirdek etrafında da dönerler. Kendi ekseni etrafındaki dönme hareketine “Spin hareketi”, çekirdek etrafındaki dönme hareketine ise “Orbital Hareket” denir.
Elektronlar çekirdeğin etrafından saniyede bin ila 100 bin km arasında değişen hızlarla dönerler. Elektronların bu dönüş hareketleri sema yapan bir Mevlevi’nin hareketi gibidir. Gökyüzündeki cisimlerin dönüş hareketleri de aynıdır, yani hem kendi eksenleri etrafında hem de bir yörünge üzerinde dönerler. Atomları döndüren kuvvet gökyüzünü dolduran bütün gezegenleri de aynı kanunla döndürüyor.
*Zemine nebatat ve hayvanat enva'ından giydirilen birbiri üstünde, birbiri içinde, gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler; baştan aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduklarını gördüğün ve gayet âlî gayeler içinde kemal-i intizam ile meczub mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin..(SÖZLER,14.Söz)
*zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa'y ve hareket, kanun-u kader-i İlâhî üzerine cereyan ediyor ve dest-i kudret-i İlâhîden sudur eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvînî ile zuhur eder. (LEMALAR, 17.Lema)
Her bir parçacık için bir de aynadaki yansıması gibi bilinen tam tamına bir anti-madde parçacığı vardır ve bunlar tıpkı kendilerine tekabül eden madde parçacıkları gibi davranırlar. Aralarındaki tek fark, karşıt yüklere ve dönüşlere sahip olmalarıdır. Bir madde parçacığı ile bir anti-madde parçacığı bir araya geldiğinde bir enerji çakımı oluşturarak birbirlerini yok ederler.
Elementlerin özelliklerini dış yörüngelerindeki elektron sayıları belirler. İki elektron arasındaki elektriksel çekim, örneğin kütle çekim kuvvetinden 1040 kez daha güçlüdür.
Dış yörüngede 4 ten az (bir, iki veya üç)elektronu olan elementlere iletken denir. Bunlar dış yörüngedeki elektronlarını kolayca verirler. Atomları 1 valans elektronlu olan metaller, iyi iletkendir. Buna örnek olarak, altın, gümüş, bakır gösterilebilir. Demir 2 dış elektrona, Alimünyum ise 3 dış elektrona sahiptir.
4 valans elektronu olan atomlar yarı iletkendir, Silisyum ve Germanyum gibi. Normalde yalıtkandırlar, ancak ısı, ışık, magnetik etki ve gerilim altında veya bazı maddelerin ilavesiyle iletken özellik kazanırlar.
Dış yörüngelerinde 5, 6 veya 7 valans elektronu bulunan atomlar ise yalıtkandırlar, kauçuk, cam, hava, tahta, plastik ve hava gibi.
Güneşte saniyede 600 milyon ton Hidrojen, Helyuma dönüşmekte ve enerji açığa çıkmaktadır. Bu işler öyle tesadüfen olacak, karışık ve anlamsız olaylar zinciri değildir. Her şey ölçülü ve hikmetlidir, ne fazladır ne de az.
ATOM HAREKETLERİNİN ANLAMI VAR MI?(2)
Ekoloji, canlı - cansız doğadaki tüm varlıklar arasındaki ilişkiyi inceleyen bir bilim dalıdır. Bilindiği gibi doğadaki tüm varlıklar bir hareket içerisindedirler. Görünüşte durağanmış gibi bir izlenim veren dağlar, toprak parçaları, kayalıklar ve durgun sular aslında oldukça karmaşık ve hızlı bir şekilde cereyan eden kimyasal etkileşimlere eşlik etmektedirler. Doğadaki bu hareketliliğin başında ise madde dolaşımı ve bu dolaşımda başrolü oynayan mikroorganizmalar gelir.
Bütün canlılarda C,H,O,N ile F ve S atomları çok önemlileridir. Ancak bunların değişiminde ve dönüşümünde görevlendirilen bakterilerin başında da toprakta bulunan Azot bakterileri (Nitrosomonas ve Nitrobacter gibi) ile Kükürt bakterileri (Beggiatoa ve Thiospirillum gibi) gelir. Atomlar çok küçük canlılar olan bakterilerin eliyle bilinçli bir dönüşüme uğratılır. Maddesel bu döngünün temelini ise "Kemosentez" oluşturur. Kemosentez, kimyasal enerji kullanarak (örneğin ATP) inorganik maddelerden organik madde sentezlenmesi olayıdır.
Mutlak sıfır sıcaklığı (0 Kelvin ya da -273.15 °C), bir cismin sahip
olabileceği en düşük sıcaklık anlamına gelir. Atomlar, bu en düşük sıcaklıkta bile bir titreşim hareketi yaparlar, elektronları atomun çevresinde dönmeye devam ederler. Helyumun, (atmosfer basıncında)
hiç bir sıcaklıkta donmamasının temel nedeni bu sıfır nokta hareketidir
Bediüzzaman da atomların gerek doğadaki gerekse canlıların bünyesindeki değişimine “tahavvülat-ı zerrat” başlığı altında şöyle anlatır:
*Tahavvülât-ı zerrât, Nakkaş-ı Ezelînin kalem-i kudreti, kitâb-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizâzâtı ve cevelânıdır. Yoksa, maddiyyun ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, mânâsız bir hareket değildir. Çünkü, bütün mevcudât gibi, zerreler ve her bir zerre, mebde-i hareketinde "Bismillâh" der. Çünkü, nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi. Hem vazifesinin hitâmında "Elhamdülillâh" der. Çünkü, bütün ukûlü hayrette bırakan hikmetli bir cemâl-i sanat, faydalı bir hüsn-ü nakış göstererek Sâni-i Zülcelâlin medâyihine bir kasîde-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ, nar ve mısıra dikkat et.
Evet, tahavvülât-ı zerrât, âlem-i gaybdan olan her şeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamâta medâr ve ilim ve emr-i İlâhînin bir unvânı olan İmâm-ı Mübîn'in düsturları ve imlâsı tahtında ve zaman-ı hâzır ve âlem-i şehâdetten teşkil ve icad-ı eşyada tasarrufa medâr ve kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvânı olan Kitâb-ı Mübîn'den istinsah ile ve seyyâl zamanın hakikati ve sahife-i misâliyesi olan Levh-i Mahv, İspat'ta kelimât-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve mânidar ihtizâzâttır. (SÖZLER, 30.SÖZ)
Doğaya baktığımızda her bir atom ve molekülün, boynundan büyük işler yaptığını görürüz. Bunlar onların kendi gücüyle, aklıyla ve ilmiyle olamaz. Onlar ancak ilahi birer memur olup amirlerinin emriyle hareket ediyor olabilir. Her işe başlarken manen sanki “Allah’ın adıyla” diye başlar. Çünkü buğday tanesi kadar bir çam çekirdeği koca bir çam ağacının programını içinde taşır. Vazifesini yapıp yeni bir yerde çam ağacı bitince o da görevi sona ermiş olarak “Elhamdulillah” der.
*her bir zerre, mebde-i hareketinde lisân-ı hal ile "Bismillâhirrahmânirrahîm" der. Yani, "Ben, Allah'ın nâmiyle, hesâbiyle, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum." Sonra netice-i hareketinde, her bir masnu' gibi her bir zerre, her bir tâifesi, lisân-ı hal ile "Elhamdülillahi rabbilalemin" der ki, bir kasîde-i methiye hükmünde olan san'atlı bir mahlûkun nakşında, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir. Belki herbiri, mânevî, Rabbânî, muazzam, hadsiz başlı bir fonoğrafın birer plâğı hükmünde olan masnu'ların üstünde dönen ve tahmîdât-ı Rabbâniye kasîdeleriyle o masnuâtı konuşturan ve tesbihât-ı İlâhiye neşîdelerini okutturan birer iğne başı sûretinde kendini gösteriyorlar. (SÖZLER, 30.Söz)
Bütün tohumlar ve çekirdekler akılları hayretler içinde bırakan, hikmetli, faydalı, güzel sanat eserlerini sergileyerek onları yaratan yüce yaratıcının övgüsüne sebep olacak eserler arasında yer alırlar. Mesela nar ve mısıra bakılsa bu sözlerin anlamı açıkça anlaşılacaktır.
Materyalistler de bu olayları görüyorlar, kendi kendine olamayacaklarını anlıyorlar ve bu nedenle maddeyi ezeli kabul ediyorlardı. Ama kainatın gittikçe büyüdüğünün bilimsel olarak ortaya çıkışı bu inançlarını da yıktı.
*Hem, maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalâlet, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde hallâkıyet-i İlâhiyenin ve kudret-i Rabbâniyenin bir cilve-i âzamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedâniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlâhiyeyi isnad etmeye başlamışlar. Fesübhânallah! İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki (LEMALAR, 30.Lema)
*Her zerrede, hem harekâtında, hem sükûnetinde iki güneş gibi iki nur-u tevhid parlıyor. Çünkü, Onuncu Sözün Birinci İşaretinde icmâlen ve Yirmi İkinci Sözde tafsîlen ispat edildiği gibi, her bir zerre, eğer memur-u İlâhî olmazsa ve Onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle tahavvül etmezse, o vakit her bir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, her şeyi görür bir gözü, her şeye bakar bir yüzü, her şeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir. Çünkü, anâsırın her bir zerresi, her bir cism-i zîhayatta muntazam işler veya işleyebilir. Eşyanın intizamâtı ve kavânîn-i teşekkülâtı birbirine muhâliftir. Onların nizâmâtı bilinmezse, işlenilmez; işlenilse de, yanlışsız yapılmaz. Halbuki, yanlışsız yapılıyor. Öyle ise, o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhît sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve irâdesiyle işliyorlar, veyahut kendilerinde öyle bir muhît ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor. (SÖZLER, 30.Söz)
*Birincisi: Cenâb-ı Vâcib-ül Vücûd'un tecelliyat-ı îcâdiyyesini tecdid ve tazelendirmek için her birtek ruhu model gibi ederek, her sene mu'cizât-ı kudretinden taze birer cesed giydirmek ve her birtek kitabdan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı, hikmetiyle istinsah etmek ve birtek hakikatı başka başka sûrette göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcûdâtların, tâife tâife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hâzırlamak için Fâtır-ı Zülcelâl kudretiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir.
İkincisi: Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelâl; şu dünyayı, bâhusus rûy-i zemin tarlasını bir mülk sûretinde yaratmıştır. Yâni; neşvünemaya, taze taze mahsulât vermeğe kabil bir sûrette müheyya etmiştir. Tâ ki, nihayetsiz mu'cizât-ı kudretini orada ekip biçsin. İşte şu zemin yüzündeki tarlasında, zerratı hikmetle tahrik ederek, intizâm dairesinde tavzif edip, her asırda, her fasılda, her ayda, belki her günde belki her saatte mu'cizât-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir, yeryüzü avlusuna başka başka mahsulât verdirir. Nihayetsiz hazine-i rahmetinin hedâyâsını, nihayetsiz kudretinin mu'cizâtının nümûnelerini harekât-ı zerrat ile izhar eder.
Üçüncüsü: Nihayetsiz tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyenin nakışlarını göstermekle, o esmânın cilvelerini ifade için mahdut bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sayfada nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için, Nakkaş-ı Ezelî, zerrâtı kemâl-i hikmetle tahrik edip kemâl-i intizamla tavzif etmiştir.
Evet, geçen senenin mahsulatıyla şu senenin mahsulatının mahiyetleri bir hükmündedir; fakat, maânîleri başka başkadır. Taayyünât-ı itibâriyeyi değiştirmekle maânîleri değişir ve çoğalır. Taayyünât-ı itibâriye ve teşahhusât-ı muvakkate, tebdil edildikleri ve zâhiren fânî oldukları halde, onların maânî-i cemîleleri muhâfaza olunup, sabit ve bâkî kalır. Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsâlinin hakikatçe aynılarıdır; yalnız teşahhusât-ı itibâriyede fark var. Fakat, o itibârî teşahhuslar, her vakit tecelliyâtı tazelenmekte olan şuûnât-ı esmâ-i İlâhiyenin maânîlerini ifade için şu bahardakiler, ayrı teşahhusâtla onların yerine geldiler.
Dördüncüsü: Hadsiz âlem-i misâl gibi gayet geniş âlem-i melekût ve gayr-i mahdut sâir uhrevî âlemlere birer mahsülât veya tezyinât veya levâzımât gibi onlara münâsip şeyleri yetiştirmek için şu dar mezraâ-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında, Hakîm-i Zülcelâl, zerrâtı tahrik edip, kâinatı seyyâle ve mevcudâtı seyyâre ederek şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pekçok mahsülât-ı mâneviye yetiştiriyor. Nihayetsiz hazîne-i kudretinden nihayetsiz bir seyli dünyadan akıttırıp, âlem-i gayba ve bir kısmını âhiret âlemlerine döküyor.
Beşincisi: Nihayetsiz kemâlât-ı İlâhiyeyi, hadsiz celevât-ı cemâliyeyi ve gayetsiz tecelliyât-ı celâliyeyi ve gayr-i mütenâhî tesbihât-ı Rabbâniyeyi şu dar ve mahdut zeminde ve mütenâhî ve az bir zamanda göstermek için zerrâtı kemâl-i hikmetle kudretiyle tahrik edip, kemâl-i intizamla tavzif ederek, mütenâhî bir zamanda, mahdut bir zeminde gayr-i mütenâhî tesbihât yaptırıyor, gayr-i mahdut tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye ve kemâliyesini gösteriyor, çok hakâik-ı gaybiye ve çok semerât-ı uhreviye ve fânîlerin bâkî olan hüviyet ve sûretlerinden pekçok nukuş-u misâliye ve çok mânidar nusûc-u levhiyeyi icad ediyor. Demek, zerreyi tahrik eden, şu makâsıd-ı azîmeyi, şu hikem-i cesîmeyi gösteren bir zâttır; yoksa, her bir zerrede güneş gibi bir dimağ bulunması lâzım gelir.
Daha bu beş numûne gibi belki beş bin hikmetle tahrik olunan zerrâtın tahavvülâtını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatte; biri enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekârânede zikir ve tesbih-i İlâhî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverâna kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zum etmişler. İşte, bundan anlaşılıyor ki, onların ilimleri ilim değil, cehildir; hikmetleri, hikmetsizliktir.(SÖZLER, 30.Söz)
Bu kadar farklı işlerde görev yapan atomlarla konuşmuş olsaydık belki de bize şöyle diyeceklerdi:
*Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnua girip işliyorum. Bütün o vezâifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa; hem, benim gibi, had ve hesâba gelmeyen zerrât, içinde beraber gezip Haşiye iş görüyoruz. Eğer bütün emsâlim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa; hem, kemâl-i intizam ile cüz olduğum mevcudlara, meselâ kandaki küreyvât-ı hamrâya hakiki mâlik ve mutasarrıf olabilirsen, bana rab olmak dâvâ et, beni Cenâb-ı Haktan başkasına isnad et. Yoksa sus!
"Hem, bana rab olamadığın gibi, müdâhale dahi edemezsin. Çünkü, vezâifimizde ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki, nihayetsiz bir hikmet ve muhît bir ilim sahibi olmayan, bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa, karıştıracak. Halbuki, senin gibi câmid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz.”
Haşiye: Evet, müteharrik herbir şey, zerrâttan seyyârâta kadar, kendilerinde olan sikke-i samediyet ile vahdeti gösterdikleri gibi, harekâtlarıyla dahi gezdikleri bütün yerleri vahdet nâmına zapt ederler; kendi mâlikinin mülküne idhâl ederler. Hareket etmeyen masnuât ise, nebâtâttan nücûm-u sevâbite kadar birer mühr-ü vahdâniyet hükmündedirler ki, bulunduğu mekânı kendi Sâniinin mektubu olduğunu gösterirler.
Demek, her bir nebat, herbir meyve, birer mühr-ü vahdâniyet, birer sikke-i vahdettirler ki, mekânlarını ve vatanlarını, vahdet nâmına, Sâni'lerinin mektubu olduğunu gösterirler.
Elhâsıl, her bir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet nâmına zapt eder. Demek, bütün yıldızları elinde tutmayan, birtek zerreye rab olamaz.
*Eğer güneş gibi bir dimâğım ve ziyâsı gibi ihâtalı bir ilmim ve harareti gibi şümûllü bir kudretim ve ziyâsındaki yedi renk gibi muhît duygularım ve gezdiğim her yere ve işlediğim her mevcuda müteveccih birer yüzüm ve bakar birer gözüm ve geçer birer sözüm bulunsa idi, belki senin gibi ahmaklık edip, kendi kendime mâlik olduğumu dâvâ ederdim. Haydi def' ol git, sen benden iş bulamazsın! (SÖZLER, 2.Söz)
*zerreler âlemini hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirip, her dakikada kemâl-i hikmetle ekip biçip, yeni yeni kâinatlar mahsulatını ondan almak ve o câmide, âcize, cahile olan zerrâta gayet şuurkârâne ve gayet hakîmâne ve muktedirâne hadsiz muntazam vazifeleri gördürmek, yine o Kadîr-i Zülcelâlin ve o Sâni-i Zülkemâlin vücûb-u vücudunu ve kemâl-i kudretini ve azamet-i rubûbiyetini ve vahdetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir.(SÖZLER, 33.Söz)
* Vücut mertebeleri muhteliftir. Ve vücut âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücutta rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. Meselâ, âlem-i şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hafıza, âlem-i mânâdan bir kütüphane kadar vücudu içine alır.(MEKTUBAT, 20.Mektup)
* Kâinatta serbeser sırr-ı tesânüd müstetir, hem münteşir. Hem cevânibde tecâvüb, hem teâvün gösterir.
Ki, yalnız bir Kudret-i âlemşümûldür yaptırır, zerreyi her nisbetiyle halk edip yerleştirir.
Kitâb-ı âlemin her satırıyla her harfi hayy; ihtiyaç sevk ediyor, tanıştırır.(Lemaat)
* Kâinatı elinde tutamayan, zerreyi halk edemez
Tesbih gibi nazm eyleyip kaldıracak arzımızı, şümûsu, nücûmu; hasra gelmez.
Dünyada hiçbir şeyde dâvâ-i halk edip, iddiâ-i icâd edemez. (SÖZLER, Lemaat)
Atomlar arasındaki çekim kuvveti onların birbirine bağlanmasını, moleküller yapmasını sağlar. Uzaydaki gökcisimleri arasında da kütle çekim kanunları vardır. Bu çekim kuvveti, cisimlerin kütleleriyle doğru orantılı, merkezlerini birleştiren uzaklığın karesiyle ise ters orantılıdır.
*Meselâ, diyorsun: "Eğer zerreler memur olmazlarsa, herbir zerrede, ya bir ilm-i muhit veya bir kudret-i mutlaka veya hadsiz mânevî makineler, matbaalar bulunmak lâzım gelir. Bu ise yüz derece muhâldir." Halbuki, o zerreler memur-u İlâhî de olsalar, yine öyle bir mazhariyet lâzım gelir-tâ hadsiz muntazam vazifelerini yapabilsinler. Bunun hâllini isterim.
- Meselâ şeffaf, parlak bir zerrecik, bizzat kendi başıyla bir kibrit başı kadar bir nur içinde yerleşmez ve ona masdar olamaz. Kendi cirmi kadar ve mahiyeti miktarınca, bil'asâle, cüz'î, zerre gibi bir nuru olabilir. Fakat o zerrecik, güneşe intisap edip, ona karşı gözünü açıp baksa, o vakit o koca güneşi ziyasıyla, elvân-ı seb'asıyla, hararetiyle, hattâ mesafesiyle içine alabilir ve bir nevi tecellî-i âzamına mazhar olur. Demek, o zerre kendi kendine kalsa, bir zerre kadar ancak iş görebilir. Eğer güneşe memur ve mensup ve mir'at sayılsa, güneş gibi, güneşin icraatındaki bir kısım cüz'î numunelerini gösterebilir.
İşte, - En yüce sıfatlar Allah'ındır. (Nahl Sûresi: 60.) - , herbir mevcut, hattâ herbir zerre, eğer kesrete ve şirke ve esbaba ve tabiata ve kendi kendine isnad edilse, o vakit herbir zerre, herbir mevcut, ya bir ilm-i muhit ve kudret-i mutlaka sahibi olmalı; veyahut hadsiz mânevî makine ve matbaalar içinde teşekkül etmeli-tâ ona tevdi edilen acip vazifeleri yapabilsin. Eğer o zerreler Vâhid-i Ehade isnad edilse, o vakit herbir masnu, herbir zerre Ona mensup olur, Onun memuru hükmüne geçer. Şu intisabı, onu tecellîye mazhar eder. Bu mazhariyet ve intisapla, nihayetsiz bir ilim ve kudrete istinad eder. Hâlıkının kuvvetiyle, milyonlar defa kuvvet-i zâtîsinden fazla işleri, vazifeleri, o intisap ve istinad sırrıyla yapar
… eğer her mahlûk, her zerre doğrudan doğruya Vâhid-i Ehade isnad edilse ve onlar ona intisap etseler, o vakit o intisap kuvvetiyle ve Seyyidinin havliyle, emriyle, karınca Firavunun sarayını başına yıkar, başaşağı atar; sinek Nemrud'u gebertip Cehenneme atar; bir mikrop, en cebbar bir zalimi kabre sokar; buğday tanesi kadar çam çekirdeği, bir dağ gibi bir çam ağacının tezgâhı ve makinesi hükmüne geçer; havanın zerresi, bütün çiçeklerin, meyvelerin ayrı ayrı işlerinde, teşekkülâtlarında muntazaman, güzelce çalışabilir. Bütün bu kolaylık, bilbedâhe, memuriyet ve intisaptan ileri geliyor. Eğer iş başıbozukluğa dönse, esbaba ve kesrete ve kendi kendilerine bırakılıp şirk yolunda gidilse, o vakit herşey cirmi kadar ve şuuru miktarınca iş görebilir.(20.Mektup)
*çok kavânin-i rububiyet vardır ki, zerreden tâ mecmu-u âleme kadar cereyan ediyor. İşte, faaliyet-i rububiyetin içindeki şu kanunların azametine bak ve genişliğine dikkat et ve içindeki sırr-ı vahdeti gör, herbir kanun bir bürhan-ı vahdet olduğunu bil. Evet, şu çok kesretli ve çok azametli kanunlar, herbiri ilim ve iradenin cilvesi olmakla beraber, hem vâhid, hem muhît olduğu için, Sâniin vahdâniyetini ve ilim ve iradesini gayet kati bir surette ispat ederler.(24.Mektup)
*herbir fiil-i icadî, ekser mevcudatı ihata edecek derecede geniş ve zerreden şümusa kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor. Demek, o cüz'î fiil-i icadî sahibi kim ise, o mevcudatı ihata eden ve zerreden şümusa kadar uzanan kanun-u küllî ile bağlanan bütün ef'âlin Fâili olmak gerektir.
Evet, bir sineği ihyâ eden, bütün hevâmı ve küçük hayvânâtı icad eden ve arzı ihyâ eden Zât olacaktır. Hem Mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen mevcudatı tahrik edip, tâ şemsi seyyârâtıyla gezdiren aynı Zât olmak gerektir. Çünkü kanun bir silsiledir; ef'âl onunla bağlıdır.(26.Mektup)
Farklı atomların birbiriyle farklı bağlılıklar kurması farklı fizkisel ve kimyasal özellikte yeni maddelerin yaratılmasına neden olur.
* Esmâ-i İlâhînin nasıl ki tecelliyâtı, Arş-ı Âzam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var; ve o esmâya mazhariyet de, o nispette tefavüt eder(29.Mektup)
*zerrat ordusundan birtek zerreyi meczub Mevlevi gibi döndürerek çok vazifelerde istihdam ettiği(ŞUALAR, 15.Şua)
*zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa'y ve hareket, kanun-u kader-i İlâhî üzerine cereyan ediyor ve dest-i kudret-i İlâhîden sudur eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvînî ile zuhur eder.(LEMALAR, 17.Lema)
*Zerre ile seyyâre, emrine karşı müsâvidirler(SÖZLER, 14.Söz)
Atom ve atom altı parçacıkların küçük dünyasına girince orada da evrenin büyük dünyasında olduğu gibi ilim, hikmet ve kudretin gizli bir elini görürüz. Ama herkes bunları göremez ve boğulup gidebilir de.
*bazı insanlar zerrede boğulurlar(M.NURİYE,10.Risale)
Olayların maddî işleyişe ve kanunlara bağlı olması bu dünyadaki birçok durumda gerekli şart olabilir, ama hiçbir zaman yeterli şart olamaz. Hem çok büyük bu kitleleri, hem madenleri ve elementleri, hem de maddenin en küçük parçacıklarını, atomları, molekülleri, atom altı parçacıkları, idare eden, onları bir memur gibi çalıştıran varlık, ancak en kutsal ve mübarek sıfatların sahibi olan Allah olabilir. Tesadüfün eli buradaki ince işlere değemez. En küçük atomlarla en büyük gökcisimlerinin idaresi O’na aynı kolaylıktadır. Ancak atomlar kendilerine verilen bir memuriyet göreviyle havanın ve toprağın her bir zerresinde, bitkiler, hayvanlar ve insanlarda o büyük işleri kolayca yapabilirler.
*Evet, bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerrâtı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zât-ı Akdes-i İlâhînin (SÖZLER, 14.Lemanın 2. Makamı)
*Her zerrecikte-ki, ancak bir zerre sıkışabildiği halde-(SÖZLER, 10.Söz)
Bugün artık evrendeki canlı cansız her şeyin atomlardan meydana geldiğini biliyoruz. Bugüne kadar bulunmuş birçok element var. Ancak evrenin her tarafına gidilse birçok şeyin Karbon, Hidrojen, Oksjen ve Azot atomlarından meydana getirildiğini görüyoruz.
Hava, su, toprak, bitkiler, hayvanlar ve insanlar âleminde bu 4 elementin fazlaca görevlendirildiğine şahit oluyoruz. Havadaki, topraktaki bir atom; emir almış asker gibi bitkinin yaprağına, oradan bir hayvanın bedenine, oradan da onu yiyen bir insanın vücuduna girebilmektedir. Her bir atom bir Evliya çelebi gibi oradan oraya vizesiz ilahi pasaportunu gösterip seyahat etmekte, kendine yüklenen görevleri yapmaktadır.
*zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adâlet ve mîzanla Rubûbiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, (SÖZLER, 10.Söz)
*bütün mevcudâtı güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshîr ve idare eden bir haşmet-i Rubûbiyet(SÖZLER, 10.Söz)
*her bir zerre, acz-i mutlakıyla beraber, pek büyük ve pek mütenevvi' vazifeleri kaldırıyor ve cümûdiyeti ile beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizâm-ı umumîye tevfîk-ı hareket eder. Demek, her bir zerre, lisân-ı acziyle Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücuduna ve nizâm-ı âlemi gözetmesiyle, vahdetine şehâdet eder (SÖZLER, 22.SÖZ)
*Evet, şu mevcudât, zerrelerden güneşlere kadar, ferdler olsun, neviler olsun, küçük olsun, büyük olsun, semerât ve gâyâtla ve faydalar ve maslahatlarla münakkaş bir kumaş-ı hikmetten muhteşem bir gömlek giydirilmiş; ve o hikmetnümâ sûret gömleği üstünde lûtuf ve ihsan çiçekleriyle müzeyyen bir hulle-i inâyet, her şeyin kametine göre biçilmiş; ve o müzeyyen hulle-i inâyet üzerine tahabbüb ve ikram ve tahannün ve in'âm lem'alarıyla münevver rahmet nişanları takılmış; ve o münevver ve murassâ nişanları ihsan etmekle beraber, zeminin yüzünde bütün zevi'l-hayatın tâifelerine kâfi, bütün hâcetlerine vâfi bir sofra-i rızk-ı umumi kurulmuştur.
İşte şu iş, güneş gibi âşikâre, nihayetsiz Hakîm, Kerîm, Rahîm, Rezzâk bir Zât-ı Zülcemâle işaret edip gösteriyor. (22.SÖZ)
*Meselâ, sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki, câmid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemâsında hareket eder. Bâzı eğri büğrü hududlarda, meyve ve faydaların yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra, başka bir yerde, büyük bir gâyeyi tâkip eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen miktar-ı mânevînin ve o miktarın emr-i mânevîsiyle zerreler hareket ederler. (SÖZLER, 26.SÖZ)
*Mâdem bilmüşâhede görüyoruz ki, her bir zîhayatın neşv ü nemâ zamanında zerreleri eğri büğrü hududlara gider, durur; zerreler yolunu değiştirir; o hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer fayda, birer maslahatı semere verirler. Bilbedâhe, o şeyin miktar-ı sûrîsi, bir kader kalemiyle tersîm edilmiştir. İşte, meşhud, bedihî kader, o zîhayatın mânevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hududları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret, o maânî kitâbını, o mistar üstünde yazar. Mâdem maddî ve mânevî kader kalemiyle tersîm edilmiş müsmir hududlar, hikmetli nihayetler olduğunu katiyen anlıyoruz; elbette, her bir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahvâl ve etvârı, o kaderin kalemiyle tersîm edilmiş. Çünkü, sergüzeşt-i hayatı, bir intizam ve mîzan ile cereyan ediyor; sûretler değiştiriyor, şekiller alıyor.
Mâdem, böyle, umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır; elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halîfesi ve emânet-i kübrânın hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, her şeyden ziyâde, kaderin kanununa tâbidir. (SÖZLER, 26.SÖZ)
Bu dünyada atomlar topraktan, sudan ve havadan gelir bitki, insan ve hayvanların vücutlarına girer çıkar. Bir sürü yerlerde ilahi emirle aldığı görevleri yerine getirir. Pek ahiret hayatında o atomlar yine böyle değişim gösterecekler midir?
Bediüzzaman bu konuda görüşünü ifade ederken öyle bir şeye o alemde ihtiyaç olmadığından atomların demirbaş gibi kullanılacağını söyler:
*Şu dünyada cism-i insanî ve hayvanî, zerrât için güyâ bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki; câmid zerreler ona girerler, hayattar olan âlem-i bekâya zerrât olmak için liyâkat kesb ederler, çıkarlar. Âhirette ise [Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur. (Ankebût Sûresi: 64.)]sırrınca, nur-u hayat, orada âmmdır. Nurlanmak için o seyr ü sefere ve o tâlimât ve tâlime lüzum yoktur. Zerreler demirbaş olarak sabit kalabilirler. (SÖZLER, 28.Söz)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.