Ahmet Nebil SOYER

Ahmet Nebil SOYER

Bediüzzamanın sorgulayıcılığı ve tarzı

Sanatta, dinde, felsefede yenilik yapanlar ve eskimiş yolları yenileyenler, yeni bir nefes getirenler hep sorgulayıcı dehalar olmuştur. Bediüzzaman’ın daha çocukluk yıllarında medrese arkadaşlarıyla anlaşamaması, hatta abisiyle kavga etmesi, gerek medrese eğitiminin gerekse eğitim tarzına karşı bir tepki olduğu görülmektedir. Daha sonraki yıllarda neden böyle sorgulayıcı bir yol izlediğine dair beyanlarını bu çalışmamız içinde bulmaya çalışacağız.

Bediüzzaman medrese eğitiminin çağın, bilimin ve fennin, felsefenin olumsuz tesirlerine cevap verecek bir nitelikle olmadığını görmüş. Medreseyi eleştirmemiş ama yeni bir yol izlemiş. Onlar orada devam ededursunlar, o ise kendi yolunu ve tekniğini belirlemiş. Nereden böyle bir sorgulayıcı ve yeni bir yol açmak zarureti doğmuş buna dair beyanları vardır muhakkak. Medrese eğitimine karşı tavırlarında bir gerekçe yok ama o sıralar sanki "bu böyle olmaz" der gibi bir tutumu var. Daha sonraki yıllarda  sorgulamak bütün eserlerinin vücut bulmasında önemli bir unsur, hatta sorgulama olmasa eserleri de olmaz.

Bediüzzaman’ın çocukluğundaki bu anlaşamamanın bir yenilik hareketinin ipuçlarını taşıdığını söylemek yerinde midir bilmem. Ama kısa bir süre sonra kendisine kimseden soru sormamak şartı ile ilim verileceği sözü verilir. Muhalefetten kendisine ilim için söz verildiği döneme kadar böyle bir isteği zorunlu kılan tavırlar görmüyoruz.

Kur’an'da sorgulayıcı ayetler var, sürekli farkındalık meydana getiren. Bakmıyor musunuz, görmüyor musunuz? Peygamberler tarihindeki olaylara, tabiatın, kainatın işleyişindeki ülfet edilen mutad akışa, yeniden bakmayı örgütleyen ayetler var. Elemtere kelimesi ile kadim tarihteki fil ashabına yapılanlara dikkat çekiyor. Aynı kelimeyi birçok olaya kullanıyor, uluhiyette ve mukaddes değerlere tavır koyanların akıbetlerine ve benzeri tutum ve tavırlara girenlerin de aynı akıbetlere duçar olacaklarını söylüyor. Öyle ki bu elemtere kelimesi ile yeniden bakmaya örgütleyen çok ayetler var. Bu bir yerde sorgulayıcılık.

Bediüzzaman ulumu şettayı, medresenin büyük eserlerini kısa bir sürede okumuş. Acaba onlar da sorgulayıcı mı idiler? Ama geleneksel din anlatımında sorgulayıcılık yok. Bediüzzaman daha sonra felsefe ve ilim tarihini okumuş. Daha sonraki asırların bütün sapık fikirleri eski Yunan felsefesinden geliyor. Onların karışık olduğunu söylüyor. Nihilizm ve ateizm, deizm gibi sapık bakışların kaynağı eski Yunan büyük oranda. 

Bediüzzaman ilim eleştirmeni. Astronomi, fizik, kimya, fizyoloji, anatomi konusundaki fikirleri hep eleştirel ve sorgulayıcı. Küçük örnekler vermek suretiyle bu prototiplerin genişletilebileceğini teklif ediyor. O ilimden ziyade ilimlerin felsefesini yapıyor. Fizik, kimya, astronomi, fizyoloji, anatomi ve diğer ilimlerin felsefesini yapıyor. Özellikle astronomi felsefesini çok yapıyor. İlimin cansız, soyut, harikalıkları gizleyen, öznesiz anlatımlarını canlandırıyor. Kitaplı dinlerin neden, niçin, nereye gibi sorulara verdiği cevapları yetersiz görüyor. Özellikle varlıkların ve hareketlerin neden ve niçinleri özerinde duruyor.

Bugün Bediüzzaman’ın neden ve niçine dayanan, aklı esas alan değerlendirmeleri göz ardı edildiğinden ateizm, nihilizm, şüphecilik, inkar büyük oranda yaygındır. Şayet bunları dini ve siyasi otorite gereğine inanarak teşvik etseydi, toplumdaki dejenerasyon ve inkarcılık bu kadar yaygınlaşmazdı.

Marks, Epiküros ve Demokritos’un felsefelerinde tabiat diye doktora tezi yayınlamış, varlığın inşasını ve hareketini kendine verip en büyük özne olan Allah’ı inkar ettiği için, tesadüf ve oluşum gibi kelimelerle ateizmi örgütlediğinden Bediüzzaman bu kitaba bir antitez olarak Tabiat Risalesini yazmıştır. Sorgulayıcı bakış açısının en önemli örneği bu eseridir. Eğer bu eser öğrencilerin elinde olsa çocukların itikadları sağlamlaşacaktır. Dinsizlik ve ateizmin bu derece yaygın olduğu bir cemiyette bu harekete bir İslami tavır olmayınca muhafazakar iktidarların çektiği sorunlar ve çıkmazlar da bu yüzden olabilir.

“Şu notada, Tabiiyyunun münkir kısmının gittikleri yolun iç yüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu, lâakal doksan muhali tazammun eden dokuz muhal ile beyan edilmiş. Sair risalelerde o muhaller kısmen izah edildiğinden; burada gayet muhtasar olmak haysiyetiyle, bazı basamaklar tayyedilmiştir. Onun için, birdenbire, bu kadar zahir ve aşikâre bir hurafeyi nasıl bu meşhur âkıl feylesoflar kabul etmişler, o yolda gidiyorlar, hatıra geliyor. Evet onlar, mesleklerinin iç yüzünü görememişler. Hem hakikat-ı meslekleri ve mesleklerinin lâzımı ve muktezası odur ki; yazılmış herbir muhalin ucunda beyan edilen o çirkin ve müstekreh ve gayr-ı makul (Haşiye) hülâsa-i mezhebleri, mesleklerinin lâzımı ve zarurî muktezası olduğunu gayet bedihî ve kat’î bürhanlarla şübhesi olanlara tafsilen beyan ve isbat etmeye hazırım.”

Öyle ki ifadelerin devamında bu tabiuyyun denilen güruh-ı mefsedeti aşağılar çünkü bunlar milattan bugüne devam eden bir inkar topluluğu. Diyanet'in hala klasik anlatımı bunlara bir çözüm değil. Ama siyaset gözleri kararttı, asıl meseleyi değil başka şeyleri esas ittihaz etmek yüzünden başımız dertte.

“İşte tabiiyyunların fikr-i küfrîleri, ne derece daire-i akıldan hariç saptığını kıyas et. Ve tabiatı mûcid zanneden insan suretindeki ahmak sarhoşlar “mütefennin ve akıllıyız” diye dava ettikleri halde, akıl ve fenden ne kadar uzak düştüklerini ve mümteni’ ve hiçbir cihetle mümkün olmayan bir hurafeyi kendilerine meslek ittihaz ettiklerini gör, gül ve tükür.” 

Bu eser yazılalı yüz yıl geçmiş hala nerelerde olduğu ortada. Bunun izahı bizim tembelliğimizdir. Sağlam bir itikad olmadan ibadet aşkı olmaz. Gençlerin ibadethanelerdeki yetersizliği bu yüzden değil mi?

Bediüzzaman’ın tahkik mesleği ve sorgulayıcılığı konusunda ilginç tesbitleri var, yolunu neden çizdiğini anlatan bu gözlemleri Risale-i Nur’un mesleğinin nasıl oluşturulduğunu gösteriyor.

Bediüzzaman bütün eserlerinde akıldan başlayarak muteriz, itirazcı aklı muakelelerle yavaş yavaş, kırmadan, dökmeden hazırlar. Bahsin sonunda ise akıl itirazdan elini çekince kalbe getirir, ve kalb de kabullenir. Ayet'ül Kübra ve Haşir Risalesinde bu teknik en ideal şekilde anlatılmıştır.

Toplumda din anlatımının seviyesini tesbit için aşağıdaki gözlemleri önemlidir, ne yazık ki bugün hala din büyük oranda bu şekilde anlatılmaktadır. Bütün din temaları İslamın amirane tavrı gereği anlatılmakta ama asrın fenden, felsefeden, ilimden gelen şüpheci fikirleri hesaba katılmamaktadır.

“Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: 
Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddeâ ve müteharrî-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.”
(Divan-ı Harb-i Örfî)

Burayı gözden geçirelim, “zaman-ı hazırayı zaman-ı salifeye kıyas ederek.” Bugün inkarcılık batının ilim ve sanat ve felsefesiyle kitaplı dinlere saldırıp onları perişan ettiğinden, bizim onsekizinci yüzyıldan itibaren çeşitli vesilelerle batıya giden aydınlarımız bu felsefeleri bize taşıdılar. Namık Kemal bu taşınmanın zararlarını ve itikadın maddileştirildiğini eleştirir. Şinasi elinden geldiğince bu aklı gözüne inmiş düşünceye Münacaat’ında karşı çıkar ama o da risaleti bulunduğu makam-ı aladan indirir kasidelerinde.

Cumhuriyetin köy enstitüleri ve üniversiteleri o dönemlerde adeta topluma dinsizlik ve ateizm üflerler. Bediüzzaman bu yansımaları farkeder ve cevap verir. Evinden dindar veya dinini bilerek bu okullara gönderilen çocuklar evlerine dinsiz ve ateist olarak dönmüşlerdir. Bu dinsiz nümuneler, Müslümanlarda okullara karşı bir şüphe ve adavet oluşturmuş, çocuğunun dinsiz olabileceği düşüncesiyle onları bu okullara göndermemiş, uzun yıllar dini hisleri zayıf olan çevreler bu okullara gitmiş, halkın çoğunluğu okumaktan mahrum kalmıştır.

Şüphenin olmadığı zaman-ı salifede geçmiş asırlarda tamamen kalbin denetiminde hakikatler kabul edilmiş, kimsenin aklına konuya tahkik adına bakmak gelmemiştir. Bugünün insanına hitap ederken aklın kalbe teslim olduğu dönemlerin insanı imiş gibi onlara hitap etmek iyi sonuçlar vermemiştir. Bediüzzaman’ın gördüğü budur..

Tasvir-i müddea ile yetiniliyor, yani dinin emri tekrarlanıyor ama aklı harekete geçiren, akılda doğan şüpheleri öteleyen bir anlatım takip edilmiyor. "İspat-ı müddeâ ve müteharrî-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.” İddianın isbatı yapılmıyor. Bütün eserler iddiaların isbatı ile dolu. Sonra müteharri-i hakikat, hakikatı araştırmak, hakikatı çok yönlü araştırmak gerekiyor. Ancak dini temalar o şekilde karar kazanıyor, sonra kişinin ikna edilmesi gerekiyor. 

İsbat-ı müddea, taharri-i hakikat ve ikna Risale-i Nur’un kullandığı itikad inşasındaki en büyük tekniklerdir, bütün bunlar eserlerin her tarafında görülür.

Dinin hakikatlerinin isbatında Bediüzzaman’ın kullandığı bu tekniklerin nasıl elde edildiği de ayrı bir konu, çünkü Bediüzzaman adeta gaybi bir rahlede bütün bu teknik yönlendirmeleri kazanmış. Çünkü hayatında sadece kendisi var, ikinci bir şahıs yok, bütün hayatı yalnızlıkla geçmiş. Etrafındakilerin bu teknik yönlendirmelerde tesiri olacak gibi değil. Onlar günlük işlerde yardım etmişler veya eserlerin neşri ile uğraşmışlar. Görülmemiş bir eğitim ve uygulama.

Sonra Bediüzzaman anlatan şahsın meseleyi inceden inceye bilen, tahkik eden, araştıran insanlar olmasını istiyor ancak o şekilde vasıflı kimseler olursa zamanın itikad hastalıklarına çareler bulabilirler. Sadece okumak değil inceden inceye konuya bakmak ve araştırmak tahkik etmek gerekiyor. Talebelerin bu vasıfta olması lüzumlu.

“Müdakkik ve muhakkik vasıflı kimseler olmalı ki; zamanın hastalıklarına isabetli, istifadeli, keskin reçeteler yazabilsinler!"

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum