Ben Bir Muhacirdim, Sen Bir Ensar, Barla Boyunda…

Ben bir muhacirim, sen bir ensar, Barla Boyunda…

Elimde bir deste karanfil var hasret koynumda...

Ah… Nur Postacısı Santral Sabri olsaydım yanında…

Sen üç yıldır rüyalarla, hayallerle ve dualarla dopdoluydun bende.

Üç yıl bitmeyen mektubum oldun.

Evinin önündeki çınar ağacının yaprakları sayısınca mektuplar gönderdim sana.

Altındaki mahalle çeşmesinin suyu mektuplarımdan akan gözyaşlarıdır; bunu sakın unutma.

O çınar ağacının her yaprağı bir mektup, o mektupların her biri bir damla gözyaşı, o damlaların her katresi o çınarın altındaki çeşme, o çeşmenin her damlası cennet bahçesini sulayan binlerce çeşme, o cennet bahçesi ebedi karanfiller açan Mektubat’tır, mektup bahçesidir; bunu da sakın unutma.

Ben o çınar ağacının her yaprağından cennet bahçesine uçardım sayfa sayfa.

O cennet bahçesinin her karanfili Sıddık Süleyman gibi ebede uçardı nüsha nüsha.

Benim kalbimin bir yanı Geylani, öbür yanı Rabbani’dir.

Benim kalbimin her yanı Barla’dır Barla.

Benim gözlerimin bir yanı Nur Postacısı Santral Sabri, bir yanı Çaycı Emin’dir.

Benim gözlerimin her yanı Barla’dır Barla.

Ben her gece Nur İskele Memuru Santral Sabri’ye selam söylerdim:

“Yarın yâre mektup var; çeşmenin altına bakmayı unutma.”

Sarhoşun kanında şarap serseri mayınlar gibi gezer.

Şakirdin kanında çay Ceylanlar gibi gezer.

Ceylan Çalışkan “fenafinnur” olan, Risale-i Nur’da fani olan Sungur’a takılırmış:

“Bardak bardak çay içersin şekerin çok mu?

Ne kadar da çok gülüyorsun, hiç derdin yok mu?”

Benim derdim çok, tadım hiç yok Efendim.

Bu çayların sensiz, Çaycı Eminsiz, Ceylan’sız, Sungur’suz hiç tadı yok Efendim.

Hani Efendimizin müezzini Bilal, O (aleyhissalatu vesselam) öldükten sonra hiç ezan okumamış ya, ben de öyleyim işte Efendim.

Sen gittikten sonra artık ne çayın, ne de mektubun ne adı, ne de tadı var Efendim.

Sen gittikten sonra mektubun adını, çayın tadını anmak öyle acı ki Efendim.

O Risaleleri mektup mektup kâinata dağıtan Nur Postacısı Santral Sabri olmayı ne çok isterdim.

Seni hatırlayınca uçuverecek gibi olurdu kalbim.

Seni hatırlayınca ölüverecek gibi olurdu her yerim.

Ben kalbimin kanatlarını kâğıt yapar, mektuplar yazardım sana.

Mektuplar yazarak kalbime gem vurmaya kalkardım.

Kalbim kuş olur, mektuplarla havalanırdı.

Santral Sabri kuş olur, kanatlarında Risaleden mektuplar taşırdı.

Sen belki daha bir bardak çayını içmeden mektupları adrese ulaştırırdı.

Ebedi âlemi aydınlatan bir Bilal, gökleri aydınlatan bir hilal, Barla’yı aydınlatan bir Bedir, yeryüzünü aydınlatan bir Santral Sabri olmayı ne çok isterdim.

Sen gittikten sonra mektup yazmak çok zor geldi.

Sen gittikten sonra çay içmek çok zor geldi.

Benim tadı damağımda kalan iki çay oldu.

Biri yirmi yıl önce Kırklareli’de Hasan Kiraz’ın Medrese-i Nuriye’sinde içtiğim kiraz tadındaki çay; biri de yedi yıl önce Barla’da içtiğim şu karanfil kokulu çay.

İki çayı da, ikinizi de unutamadım.

Rüyalarımda ne çok gördüm sizi.

Sen gittikten sonra, Kırklareli’nin Muhacir Hafız Ahmet’i Hasan Kiraz’dan ayrı düştükten sonra çayın tadı kalmadı.

O çayın tadına tekrar ermek için, hasretimi dindirmek için çaylar eşliğinde mektuplar yazdım sana.

Her gece Çaycı Emin’e çay söyledim: “Çayın yanına Zübeyir’i, Ceylan’ı, Sungur’u, Muhacir Hafız Ahmet’i, Hasan Kiraz’ı koymayı unutma.”

Bende bütün aylar hep aşkın ayı Haziran’dır.

Bende bütün günler âşıkları cem eden Cuma’dır.

Bende bütün geceler aşkın kadrinin bilindiği Kadir gecesidir.

Aylardan Haziran, günlerden Cuma, gecelerden Kadir olur,  kalbimi kâlem gibi elime alır, çınar ağacına baka baka, çınar ağacının altındaki çeşmeye aka aka başlardım mektubu yazmaya:

“Azra… Verda… Meyra…

Zekeriya… Yahya… Meryem Azra…”

Altı harf, altı kelime, altı cümle, sonsuz aşk lahikası…

Altı cüz, altı küll, cüz cüz, küll küll altı karanfil çiçeği “Barla.m Lahikası”…

Altı dua, altı rüya, altı malihulya, karasevda düşler baharı…

Dualarımda, rüyalarımda, hayallerimde Gelincik Dağındaki gelincik çiçekleri kadar mektuplar gönderdim sana.

Dualarımda, rüyalarımda, hayallerimde Barla Denizindeki damlalar kadar mektuplar gönderdim sana.

Mektuplarımın içi Barla Deniziyle ve gözyaşlarımla dolu olurdu.

Sen hiç üzerine dolu yağmış deniz gördün mü Barla Denizinden başka?

Sen hiç üzerine karanfil yağmış çınar yaprağı gördün mü zikir arkadaşın çınar ağacındaki yapraklardan başka?

Sen hiç üzerine yağmur yağmur gözyaşı yağmış mektup gördün mü Hasan Feyzi’nin mektuplarından başka?

Mektupların zarfları çınar yaprakları üzerine işlenmiş karanfillerle dolu olurdu.

Ben zarfların üzerine karanfil karanfil gözlerimden mühürler yapardım.

Gözlerimde yaş tükenince koşardım Zübeyir’in pınarlar gibi çağlayan ceylan gözlerine…

O “kâinatlara değişmem” dediğin ilk ve son göz ağrın Zübeyir’in pınarlar gibi çağlayan ceylan gözlerine…

Zübeyir’in gözlerinde Albay Hulusilerin, Binbaşı Re’fetlerin, Mehmet Çalışkanların Ceylan gibi atları dolaşırdı.

Zübeyir’in kiraz rengi gözlerinde Tuna boyundan gelen Hasan Kirazların, Muhacir Hafız Ahmetlerin Nur’dan atları dolaşırdı.

Senin iki cihanı içinde taşıyan gözlerinde dünyalar görünse de, senin gözün fenafilbarla olmuş, Barla’da fani olmuş Zübeyir’den ve onun “gör, Efendim” dediklerinden başkasını görmezdi.

Benim gözlerim senindir Efendim.

Benim gözlerim de senden ve senin “gör” dediklerinden başkasını görmüyor artık.

Ben zarfların üzerine karanfil karanfil gözlerimden mühürler yapardım.

Sen hiç üzerine karanfiller işlenmiş çınar yapraklarından zarflar gördün mü Hafız Ali’nin zarflarında başka?

Sen hiç üzerine ay vurmuş gökyüzü gördün mü Hüsnü Bayram’ın gözlerinden başka?

Sen hiç dağları mektup, denizleri zarf eden bir Hüsn-ü Aşk gördün mü Muhammed Mustafa Oral’ın kalbinden başka?

Böyle bir aşk yaşarken, mektup aldığında benim gibi senin de kalbinin Nurlara daldığı oldu mu?

Ah, Barla’cığım, ben şu zavallı kalbimi mektup, şu biçare bedenimi zarf eyledim sana; bir bilebilseydin, bir bilebilseydin…

Ben mektuplarımdan oluşan kocaman bir lahika kitabı yazdım sana; bir bilebilseydin, bir bilebilseydin…

Barla Lahikalarını okuya okuya “Barla.m Mektupları” yazdım sana; bir bilebilseydin, bir bilebilseydin…

Lahikaları okuya okuya mektuplar dokudum ben sana; bir bilebilseydin, bir bilebilseydin…

Biliyor musun; benim için  hüsn-ü aşk şiirleri yazan sevdiceğim hiç olmadı?

Biliyor musun; benim için hüsn-ü meşk mektupları yazan sevdiceğim hiç olmadı?

Biliyor musun; benim için hüsn-ü hat rüyaları yaşayan sevdiceğim hiç olmadı?

Biliyor musun; ben senden başkasını sevmedim; bunun için senden başkasına hüsn-aşk şiirleri yazmadım.

Biliyor musun; ben senden başkasını sevmedim; bunun için senden başkasına hüsn-ü meşk mektupları yazmadım.

Biliyor musun; ben senden başkasını sevmedim; bunun için senden başkasını hüsn-ü hat lahikası rüyalarıma almadım.

Öyleyse sen, Ahmet Galip’ini, Hasan Feyzi’ni,  Hüsrev Altınbaşak’ını anarken beni de unutma, beni de unutma…

Sana hiçbir zaman ulaşmayan mektuplarımı her gün yeniden tashih ederdim.

Onları gönül limanımdan umutla postalardım.

Santral Sabri’nin arkasından bakakalırdım.

Her seferinde annemin sesi Muhacir Hafız Ahmet’in sesine karışırdı:

Ah… Şu Kırklareli’nin Hızır Bey Camii…

Ah… Şu Kırklareli’nin Medrese-i Nuriyeleri…

Ah… Şu Kırklarelili Hasan Kiraz’ın Barla sevgisi...

Annem, Muhacir Hafız Ahmet, Muhacir Hasan Kiraz, Tete, bir de şu Kırklareli’nin Medrese-i Nuriyeleri ile birlikte “Tepelice çama çıktım / Gelincik Dağına baktım / Mümkün olsa kalacaktım / Bir ömür boyu Barla’da” ilahisini söylerdik.

Kalplerimizi kalplerimize, ezgilerimizi ezgilerimize eklerdik.

Başlardık o sonsuz, o ebedi ezgiye:

Yüksek yüksek Çamlıca Tepelerine Medrese-i Nuriye kurmasınlar

Aşrı aşrı memlekete Barla’m’ı göndermesinler

Annesinin bir tanesini hor görmesinler

Muhammed Mustafa Oral’ın bir tanesini hor görmesinler
Uçanda kuşlara malum olsun

Ben Barla’mı özledim

Hem Barla’mı, hem Barla’mı,

Ben Gelincik Dağını özledim
Barla’mın bir atı olsa binse de gelse

Barla’mın yelkeni olsa açsa da gelse

Barla’m yollarımı bilse de gelse

Uçan da kuşlara malum olsun

Ben Barla’mı özledim

Hem Barla’mı, hem Barla’mı

Ben Gelincik Dağını özledim…

Ah…Şimdi Barla’m Nermin’in babası Albay Hulusi Yahyagil’in atına binip gelse…

Ah…Şimdi Barla’m annemin, Muhacir Hafız Ahmet’in, Muhacir Hasan Kiraz’ın dualarına binip gelse…

Ah… Şimdi Barla’m mektup mektup dualarıma geldiği gibi, şiir şiir rüyalarıma gelse…

Ah… Uçan da kuşlara, Ceylanlara, Sungurlara malum olsun ki ben Barla’mı özledim…

Hem annemi, hem Muhacir Hafız Ahmet’i, hem Muhacir Hasan Kiraz’ı, hem Barla’mı özledim…

Santral Sabri mektupları alıp gittikten sonra senden bir haber bekledim durdum.

Sıcakkanlı biri olarak bilinirim ya, aslında çok üşürüm.

Ayrılıklar, firaklar, iftiraklar Hafız Ali gibi beni üşütür.

Ayrılıklar,  firaklar, iftiraklar Hasan Feyzi gibi beni öldürür.

Sen gittikten sonra hep üşüdüm.

Sen gittikten sonra her gece Hafız Ali gibi öldüm; her sabah Hasan Feyzi diye göründüm.

Sen gittikten sonra ellerimi kalbime gömdüm.

Kalbe aniden gelen müjdeler, mektuplar aradım.

Çaycı Emin her gün yanıma gelir, mektupları baş göz üstüne koyar, dakikalarca bana bakıp bakıp, ağlardı, ağlardı.

Sesinde Hasan Kiraz’ın sureti saklıydı.

Gözyaşlarında Barla Denizi kadar derin Hasan Kiraz’ın masmavi gözyaşları saklıydı.

Denize atılan ağlar gibiydim.

Ne tutacağımı, nelere tutunacağımı, nelere tutulacağımı bilemezdim.

Ağlar beni tutardı, ağlardım, ağlardım.

Yirmi yıl önce Hasan Kiraz’ın gözleri beni ağlardan topladığı gibi Çaycı Emin de her gece o ağlardan toplardı beni:

“Bak azizim. Bu kılıcı babam hediye etti bana. Onu her sabah bileyler, Deccal’in tezahürünü beklerdim. Bir zaman sonra anladım ki, kalem daha keskindir kılıçtan. Şimdi bütün zamanımı bu kalemlerden çıkan yazıların taşınmasına verdim.” derdi.

Çaycı Emin böyle zikircileyin sesiyle inlediği zaman, ben şiirlerimi kılıçtan geçirirdim.

Kalbimden taşan doludizgin rüyalarla gözyaşlarımı kırbaçlardım.

Gözyaşlarım gözlerinin renginde bir at gibi denize koşar, sulara karışırdı.

Ben seni gözyaşlarıma katardım.

Efendimin (aleyhissalatu vesselam) biricik atı Senine gibi seni denize sulamaya götürürdüm.

Kaybederdim sesimi ve suretimi denizde.

Kaybederdim kendimi sende.

Bir gün Nur İskele Memuru Santral Sabri iskeleye, zikir arkadaşın çınar ağacının gözyaşları olan çeşmenin başına gelmedi.

İçimde gölgelerden koylar oluştu.

Koylara üst üste mezarlar açıldı.

Soğuk ve ıslak gölgeler ruhuma savruldu.

Sanki olacakları hissettim.

Nitekim çok geçmeden Santral Sabri’nin vefat haberi geldi.

Limanım, iskelem şimdi bomboş,

Çeşmenin başı şimdi bomboş.

İçimi yiyip bitirerek beni azaltan mektuplarımı yine çeşmenin aralığına bırakıyorum.

Belki Santral Sabri gelir de mektuplarımı alıp götürür diye bekliyorum.

Muhacir Hasan Abi mavi gözleriyle beni hep sana götürürdü.

Belki diyorum, belki Postacıların Piri Santral Sabri, belki Muhacir Hasan Abi…

Mektuplarımın sana ulaşmasını ne çok isterdim.

Ulaşamazdı.

Çünkü onların hepsi adressizdiler.

Çünkü senin adresini Santral Sabri’den başka kimse bilemezdi.

Şimdi bu mektuplar kime teslim edilir?

Şimdi bu kalp kime emanet edilir?

Ah… Şimdi yanında Nur Postacısı Nur İskele Memuru Santral Sabri olsaydım…

Ah… Şimdi yanında çayının ateşini yakan sıcacık kalpli Çaycı Emin olsaydım…

Ah… Şimdi yanında kalbinin evini sana açan Muhacir Hafız Ahmet olsaydım.

Ah… Şimdi ben ne Santral Sabri, ne Çaycı Emin,  ne de Muhacir Hafız Ahmet olabilirim.

Ah… En azından senin aşkınla kalbi Tuna Nehri gibi çağlayan Hasan Kiraz olsaydım.

Ah… En azından şu mektuplarım sana ulaşsaydı da benden sana ebedi bir selam olsaydı.

O mektupların hiç biri sana ulaşamazdı.

Çünkü sen bir kez göçebeydin.

O dağ senin, bu deniz benim gezerdin.

Ben bir göçmen, bir Muhacir Hasan Kiraz gördüm Tuna Boyunda.

Ben bir Ensar sevdiceğimi gördüm Barla boyunda.

Elinde bir deste karanfil var hasret koynunda.

Söyle söyle Barla senin Muhammed Mustafa Oral adında bir sevdiceğin var mıdır?

Ne Muhammed Mustafa’m, ne de Hasan Kiraz’ım var; kalmışım öksüz burada…
Sen bir öksüz, ben bir garip, alayım seni.

Alayım da gurbet elde sarayım seni.

Telgrafın tellerinden, Santral Sabri’den haber var mıdır?

Ne haber var, ne mektup var; kalmışım öksüz.

Doğru söyle Ensar Barla haber yok mudur?

Ne gelen var, ne giden var; kalmışım öksüz…
Ben bir muhacirdim, sen bir ensardın Efendim.

Şimdi ben öyle öksüz, öyle garibim ki Efendim.

Böyle erkekler gibi muhacir, böyle kadınlar gibi ensar…

Santral Sabri yok artık.

Bende hiçbir adresin yok sesinden ve suretinden başka.

Bende “ben” yok.

Bende “sen”den başka hiçbir şey yok.

Bende “Barla.m Lahikası”ndan başka hiçbir şey yok ey Barla…

Hasan Kiraz varınca yanına,  onun yanında bana da yer ayırmayı unutma…

Şöyle cennetin Tuna Boylarına ve Barla kıyılarına bakan tarafında…

Muhacir Hafız Ahmet’in, Santral Sabri’nin hemen yanı başında…

Senine’nin Sahibinin  (aleyhissalatu vesselam), Barla’mın, bir de… bir de.. Santal Sabri’min ruhlarına el-fatiha…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.