Ahmet AY
Bereketin resmini çizebilir misin?
Kardeşlik, mü'min için bir zorlama değil, zaten varlığı algıladığı şekildir. Ayrıca bir irade sarfetmesine gerek olmaz. Tasannu yapmaz. Bizdeyse durum değişik. Daha çok ait olduğumuz grupların dünyevî zaferlerini kazanmaları için katlanılacak bir zorunluluk gibi algılıyoruz kardeşliği. Aradan çıkarıyoruz. Atlatıyoruz. Geçiştiriyoruz.
Ali Şeriatî, İslam Bilim'de, tevhidin de şirkin de birer 'varlığı algılayış biçimi' olduklarını söyler. Eğer kalbinde tevhidî bir iman varsa bilirsin ki: Varlık bir elden çıkmıştır ve bütünün parçalarıdırlar. Birbirleriyle çelişiyor veya çatışıyor olamazlar. Aynı kudret elinden çıkmış olmanın, aynı Zat-ı Zülcelal tarafından yaratılmış olmanın bir getirisi olarak, amaçlarında da bir birlik vardır. Her yardım aslında yardımlaşmadır. Veren el aynı zamanda verdiği sayesinde alan eldir. Bütünün anlamı ve devamı için yardımlaşma.
Teavün/yardımlaşma, bu birliğin okunuş şekli olarak Bediüzzaman'ın metinlerinde altını çoklukla çizdiği birşeydir. Yine tesanüd/dayanışma, tecavüp/cevaplaşma, teanuk/sarılma da bu birlikteliğin 'okunuş şekilleri' olarak göze çarpar.
"Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: 'En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekàsını temin etmektir...' diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip, 'Hayat bir cidaldir!' diye, ahmakane hükmetmişsin."
Şirkten beslenen modern düşüncenin (Evet, yaratıcılığın Allah'tan alınıp sebeplere verilmesi, 1000 puta taptıkları söylenen Hititleri bile aşan bir sonsuzluk şirkidir. Bir olan Allah'ı inkâr eden ateist, aslında, 'şey' sayısınca tanrıya tapmaya başlar) hayatı mücadele olarak görmesinin ardında da teolojilerinin onlara yüklediği bakış açısının izleri vardır.
Eğer kainatta bir ilah yoksa (veya birden çoksa) o zaman eşya arasında da bir çatışma ve çelişme kaçınılmaz olur. Çünkü varlık aynı elden çıkmış bir bütün olmaz artık. Onda uyum aranmaz. Birkaç (veya sonsuz) elden çıkmış bir mübareze meydanına dönüşür. İlah olması hasebiyle sonsuz olanların, aynı zamanda, aynı yaratışta, aynı şekilde, sınırlı olanı (kainatı) işgal için birbirleriyle mücadele ettikleri bir fesad alanı... Varlık onlar için böyledir. (Yunan, Hint ve Mısır mitolojilerindeki tanrı kavgalarını hatırlayalım.) Her ulus kendi menfaatine baktığı gibi ulus-devletler de kendi sınırları içindeki halkların (veya hâkim halkların) menfaatine bakar.
"Eğer ikisinde de (semada ve arzda), Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de (yer de, gök de) mutlaka fesada uğrardı. Arşın Rabbi Allah onların vasıflandırdığı (isnat ettikleri) şeylerden münezzehtir..." buyuran Enbiya sûresi 22'nin de bize ders verdiği şey budur.
Tabii, bu fesad gökte ve yerde yok, fakat seküler düşüncenin etkisinde kalan beyinlerde ve kalplerde izlerine rastlıyoruz. Orada görünüş şekli daha çok İkinci Söz'de altı çizildiği gibi. Bencillikle başlıyor ve karamsarlığa kadar gidiyor. İnsanın iç âleminin fesada uğrayışının bir göstergesi olarak değerlendirebiliyoruz böylece gafleti. Yani: Allah'ın, tüm Esma'nın manalarını kuşatan bir Allah olduğunu unutmak, kainatı da bu Esma'nın şekillendirdiği bir uyum olarak okumayı unutturuyor.
"Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor."
Herkes düşman görünüyorsa, hayat bir mücadeledir artık. Hatta dindar diye bildiğimiz insanlardan bile bazen böylesi sözler sudûr edebiliyor. Onlardan duymamızın sebebi, onların da dünyayı konuşmakta en az sekülerler kadar 'Allah'ı hesaba katmayışları.' Çünkü hâkim seküler söylem, dünyanın ancak dünyanın içinde kalarak, yani gayba iman etmemiş gibi konuşulabileceğini dayattı ve büyük ölçüde kabul de ettirdi.
Dinî hassasiyetleri olduğunu düşündüğünüz bir yayın organının ekonomi ve siyaset alanında verdiği bilgileri inceleyin mesela. Konuşma/yazma şekillerinin en az sekülerler kadar laik olduğunu görürsünüz. Siyaset, tıpkı yukarıda Bediüzzaman'ın yanlışlığını vurguladığı şekilde, 'bir mücadele meydanıdır' onlar için. Ekonomi, Allah'ın Rezzak isminin ve dolayısıyla pek de mantıklı/ölçülebilir görünmeyen 'bereket' gibi kavramların buyur edilmediği bir sahadır.
İki kere ikinin dört etmediği, bazen beş yaptığı; hatta bazen iki eksi ikinin yüze tekabül edebildiği bir sahadır bereket. Rum sûresinde; "İnsanların mallarından artsın diye, verdiğiniz faiz Allah katında artmaz. Ama Allah'ın yüzünü (rızasını) isteyerek verdiğiniz zekat ise, işte (sevablarını ve gelirlerini) kat kat arttıranlar onlardır..." ayetini anlayamaz modern akıllar. Alırken nasıl azaldığını, verirken nasıl arttığını kavrayamazlar çünkü. Her hayrın Allah'ın elinde olduğunu düşünmemişlerdir rızkın matematiğine başlarken. Rıza-i ilahiye uygun yaparsanız, her işlem sonsuz artı 'o işlem'dir orada. Bu nedenle sadaka vermek, misafir ağırlamak, ihtiyar ana-babaya bakmak, yetimi gözetmek gibi şeylere hadis-i şeriflerde atfedilen 'bereket' ve 'geçimde kolaylık' gibi şeyleri içlerine sindirmeleri de mümkün değildir.
Dinin sadece dinî şeyler konuşulurken gündem olduğu, siyaset ve onun seyreltilmiş şekli olan ekonomiye tekabül eden meselelerin ise yine sekülerler kadar seküler konuşulduğu bir dünyada Suriyeli misafirlerimizin varlığının belki de ülkemizin selametine hizmet ettiğini nasıl açıklarsınız? Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın, beli bükülmüş ihtiyarların belaların def'ine vesile olduğunu söylemesi, sadakanın yetmiş tür belayı engellediği üzerine buyurdukları, ABD'nin faiz arttırımı veya azaltımı karşısında kişi başına düşen gelir miktarını ölçmenizde ne anlam ifade eder? Eğer tastamam seküler bakıyorsanız âleme, bilmem kaç milyar doları Suriyeli misafirlerine harcamış bir Türkiye'nin kazandığı/kazanacağı ne olabilir?
Susuzluk tehlikesi yaşarken bu sene barajlarınızın suyla dolmuş olması, dünyada meydana gelen ekonomik krizlerin sizin ülkenizi fazla sarsmaması, darbe teşebbüslerinin başarısız olması, doğal afetlerden görece mahfuz kalmanız, dört yanınızda savaş varken sizin topraklarınızda huzurla yaşamanız. Bunlar görülmez. Bunların o harcanan milyar dolarlarla ve Suriyeli mazlumların duasıyla ilgisi kurulmaz. Öyle düşünenlerimiz peki Allah'ın cömertlik elini nasıl düşünür? Mazlumlara yardım edişin, iyiliğin, iyi niyetin, çabanın altında kalacak, karşılığını fazlasıyla vermeyecek bir Allah mıdır (hâşâ) iman ettiğimiz Allah?
"İşte, ey derd-i maişetle sersem olmuş ve hırs-ı dünya ile sarhoş olmuş kardeşler! Hırs bu kadar muzır ve belâlı birşey olduğu halde, nasıl hırs yolunda her zilleti irtikâp ve haram-helâl demeyip her malı kabul ve hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz; hattâ erkân-ı İslâmiyenin mühim bir rüknü olan zekâtı hırs yolunda terk ediyorsunuz? Halbuki, zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. Zekâtı vermeyenin, herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır."
Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde Bediüzzaman'ın naklettiği bereket ile ilgili mucizeleri hatırlıyorum şimdi. Her okuyuş, yeni bir okuyuş, yeniden karşılaşma bazı şeylerle. Neden Hz. Resulullah aleyhissalatuvesselama böyle mucizeler verildiğini, hem neden bu mucizeleri Bediüzzaman'ın o eserde derlediğini, hem de neden o mucizelerin bazılarında, olayın şahidi olan sahabilerin 'ölçmeye kalktıklarında' bereketin kesildiğini şimdi daha farklı anlıyorum. Bizim biraz ölçmemeye ihtiyacımız var galiba. Hesap etmemeye. Sadece emredildiği için yapmaya ve Allah hakkında hüsnüzan etmeye. Veya en azından böyle şeyleri konuşurken asıl besleyenin o olduğunu unutmamaya. Allah'ın mülkünü Allah'ın tayin ettiği kadere bırakmaya.
"Ümmü Malik isminde bir Sahabiye, 'ukke' denilen küçük bir yağ tulumundan, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma yağ hediye ederdi. Bir defa Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ona dua edip ukkeyi vermiş, ferman etmiş ki: 'Onu boşaltıp sıkmayınız.' Ümmü Malik ukkeyi almış. Ne vakit evlâtları yağ isterlerse, bereket-i dua-yı Nebevî ile, ukkede yağ bulurlardı. Hayli zaman devam etti. Sonra sıktılar, bereket kesildi."
Ebubekir Sifil Hoca'nın İslam ve Modern Çağ 3'te Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın saçından veya sakalından vs. parçaları saklamaya sahabenin gösterdiği hassasiyeti bugünün insanlarının anlayamayışını analiz ederken altını çizdiği çok önemli birşey var. Böyle şeyler bugünün maddeci bakış açısıyla kavranacak şeyler değil. O günün mü'minane görüşünü bilmekle yakalanabilecek sırlar. Bazı şeyler var ki, bugünün politikasıyla, siyasetiyle veya ekonomik anlayışıyla açıklanamayabilir. Çünkü zaten bunların konusu değildir ve yapılmamalıdır:
"Biz, dünyanın peygambersiz döneminin yetimleri, bir peygamberin yanında/yakınında olmak nedir bilmiyoruz. Bir peygamberin eline eteğine, elinin eteğinin değdiği eşyaya 'dokunma'nın insanda hasıl edeceği depremi bilmiyoruz. Bizim için önemli olan, bu dünyada başımızı sıkıntıdan kurtaracak formülü keşfedip rahata ermek; peygamberlerle birlikte iken karın tokluğuna razı olmanın, biriktirmemenin ve yüzü ahirete dönük yaşamanın bizim için şu anda çok fazla bir önemi yok."
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.