Hüseyin YILMAZ
Bir Alevinin Kaleminden Said-i Nursi Ya Da: “SON DERVİŞ”
Bir Alevinin Kaleminden Said-i Nursi Ya Da: “SON DERVİŞ”
Metin Aktaş... Hayata gözlerini bu toprakların en muhteşem ama aynı zamanda en muzdarib coğrafyasında açmış: 1956 Tunceli, Ovacık, Çayüstü köyü... Fakir bir ãilenin çocuğu olması sürpriz değil, zirã bölgenin tamamı fakir. Dünyãya geldiği zaman diliminde hükmün tek istisnãsı üç-beş dede ile sınırlı, gerisi hep aynı sefãletin pençesinde...
Köyünde mekteb olmadığından halasının desteğiyle ilk mektebi Ada köyünde okur. Sonra Tunceli yatılı lisesini kazanır. Ne var ki devrin modası bir sürgün darbesiyle soluğu Hakkari yatılı lisesinde alır... Bir kere mimlenmiş, sırtına Jan Valjan urbası geçirilmiştir. Oradan da İzmir Urla lisesine sürülür... Son sürgünü göze mi alamaz, isyan mı eder, bilmiyorum: Tahsil hayatını yarıda bırakıp doğduğu topraklara döner...
Tunceli’de hayata gözlerini açmış her alevi çocuğunu bekleyen kaçınılmaz ãkibet, ãdeta en tabiî ihtimal Marksizme demir atmaktır. Aktaş da aynı akibetle karşımıza çıkar... Kimliğinin korkutan, sürgünlere dãvetiye çıkaran tarafı Alevi ve Marksist oluşu... Osmanlı’nın altı asır dahildeki muhalif ve tehlikeli unsuru, Cumhuriyet devrinin inkılâbları için hazır kıtadır. Önceleri bütünüyle Kemalisttirler, M. Kemãl ãdeta ikinci bir Ali’dir, Aleviler’e göre... Öyle olmadığı, M. Kemãl ve İsmet ikilisinin 1937-38’de patlatılan Dersim İsyanı karşısında giriştikleri tenkil hareketi ile anlaşılır: Elli bin civarında mazlum ve masum Dersim Alevisi telef edilmiş, Dersim ãdeta haritadan silinmiştir. Tenkilcilerin Dersim harebelerine verdikleri yeni isim: Tunceli...
Dersim tenkili Aleviler için uzun zaman bir kırılma noktası olur... Demokrat Partinin siyãset sahnesinde boy atmasıyla mühim bir ekseriyeti yeni partiye teveccüh gösterir. Ne var ki, Demokrat Parti’nin ezanı Arapçaya irca etmesi ve dinî ama aynı zamanda sünnî bir inancın bayraktarlığını yapması Demokrat Alevileri küstürür... Altıyüz yıllık Osmanlı tatbikatlarının resmi Alevilere daha tehlikeli göründüğünden çarnaçar Dersim Tenkilini unutmaya ve çocuklarına aktarmamaya gayret ederek Halk Partisi, Kemalizm ve sosyalizmde bir daha karar kılarlar...
Ve bugün Alevilik meselesi, behemahal sulh ile çözülmesinin büyük bir zaruret teşkil ettiği, hayatî bir problem olarak orta yerde, sahibsiz, her türlü su-i istimale açık vaziyette duruyor. Bir şeririn el atması durumunda en azından Kürt Meselesi gibi yarım asır da bu mesele ile Türkiye’nin iflahını keserler...
Aktaş’a dönecek olursak... Tahsil hayatını sonlardırması da devletin yıldırımlarını çekmesine mani teşkil etmez. 1994’de bütün köyü yakıp yıkarak sürgüne gönderen devlet Aktaş’ı da istisna kabul etmez. Evi yakılıp yıkılmış, kafası çalışan, ızdırab çeken bir insan olarak çocuklarıyla ortada bırakılmıştır. Ne istimlâk bedeli ödeyen var, ne nerede yaşayacağını söyleyen, ne depremzedelere gösterilen şefkat misali bir baraka gösteren, ne de bir harçlık cebine koyan var. Binbir güçlük içinde Elazığ’ın varoşlarında bir gecekonduya dört çocuğu ve eşiyle sığınır. Hayatta kalabilmek için de kondusunun bitişiğine büfe büyüklüğünde küçük bir dükkan iliştirir. Bir taraftan romanlar yazarak, bir taraftan sakız bisküvi satarak ayakta kalmaya çalışır. Hâlâ aynı minval üzere devam ediyor Metin Aktaş...
* * *
Romanlarının malzemesini yaşayıp yetiştiği Kürt coğrafya ve tarihinden devşiren yazarın önüne neşredilmiş on romandan sonra bölge ve insanlığın yüz aklarından Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi ismi de gelir. Yaptığı araştırmalar, edindiği bilgiler ve duyduklarıyla bir cihette bu büyük insana Alevi yazar Metin Aktaş da hayrandır. Hayat hikâyesinin bilhassa o coğrafyada geçen ilk kısmını dikkat ve hayranlıkla tâkib etmiştir. Sonunda öğrendiklerini kaleme almaya karar verir. Zihninde beliren resme göre Said-i Nursi “Son Derviş”tir... Bir altın silsilenin son temsilcisi, mührü olarak gördüğü Bediüzzaman’ı kaleme alan Aktaş’ı bekleyen güçlük kitabın nerede ve nasıl neşredileceğidir...
Daha önceki kitapları muhtelif sol yayınevlerince basılmış, belli bir çevrede hatırı sayılır bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır. Ama aynı yolu “Son Derviş” için pırıltılı görmez. Yeni kitabını Risãle-i Nur cãmiasına yakın bir yayınevinin basmasının daha doğru olacağını düşünür. Ve bu düşünceyle kitab kaderî bir sevkle fakirin önüne kadar geldi...
“Son Derviş”in varlığına muttali oluncaya kadar, mahcubiyetle söylemeliyim ki, Metin Aktaş’tan haberdar değildim... Kitabın ilk elli sayfasını su içer gibi ve şaşkınlık içinde okudum. Karşımda duran ve kısa hayat hikâyesini yukarıya kaydettiğim kişi herhangi bir insan, hele sıradan birisi hiç değildi... Webde yaptığım kısa bir araştırmanın önüme tuttuğu ışık yolumu kısmen aydınlatmıştı. Kitabın fakire ulaşmasına tavassut eden kıymetli dostum İsmail Benek Bey’den telefonunu alıp doğrudan temas kurdum ve kitabı bitirir bitirmez kendisini İstanbul’a davet ettim. Geldi...
Bu dost ve büyük yazarın müsamahasına sığınarak, kendisine söylediğim bâzı hususları buraya da not düşmek istiyorum. Aktaş bir romancıda olması gereken ve İlãhî bir lütuf olan çok kuvvetli bir muhayyileye sahip. Zihninin bu sırrı meçhul tarafı âteta bir hayâl üretme fabrikası gibi çalışıyor. En kuvvetli romancıların elli yüz kişiyle noktaladıkları eserlerine mukabil Aktaş, binlerce insanı kelimelerle hayatlandırıyor ve sayfalarda yaşayan bir dünyã inşã ediyor. Fışkırdığı yerden mütemãdiyen fokurdayan, köpüren, değişen, musikinin her türlüsünü dillendiren büyük ve sarp su gözelerini andıran bu muhayyile karşısında heyecanlanmamak için ölü veya şuursuz olmak gerekir.
Bu büyük yazarın zayıf ve eksik tarafı, kullandığı dil karşısındaki bigâneliği... Türkçe değil, âdeta Kürtçe kalıbına dökülmüş Türkçe kelimelerle yazıyor: Derbeder, dağınık ve çok detaycı... Uzun kış gecelerinde köy odalarını dolduran köylülere hikâye anlatan sözlü yazar köylüler gibi.
Dünyanın herhangi bir yerinde devlet Aktaş gibi bir yazara en azından bir düzineye yakın editör ve dilci tahsis eder... Devlet yapmazsa bu vazifeyi Üniversite deruhte eder... Üniversite görmezse aynı mükellefiyeti yayıncılar üstlenir... Ama Türkiye sahibsiz ve ölü bir memleket... Fikir ve düşünce adamının kuduz köpek muamelesi gördüğü bir yakın geçmişin mirasçılarıyız. Aktaş dünya çapında bir büyük romancı olarak Türk ve Dünya Edebiyat Târihine geçebilecekken, biraz da devletin sebebiyet verdiği bir eğitimsizliğin kaçınılmaz neticesi olarak bu zaafı sebebiyle ademe mahkum kalır.
Huzurunuzda Aktaş’a teşekkür ediyorum ki, iki noktadan iyi niyet ve samimiyetime itimad buyurup kontrollü bir tasarruf selahiyeti verdi. Birincisi, kitabın editörlüğünde tam selãhiyet... Diğeri bilhassa Bediüzzaman Hazretlerine taalluk eden kısımlarda, kendisinin bilgi eksikliğinden kaynaklanmış olabilecek hususlarda tashih selãhiyeti... Kırk yıla yakın bir zamandan beri Risâle heceleyen, Üstad ve Nur’a şâkird olmayı dünyãnın en büyük bahtiyarlığı bilen birisine gösterdiği itimaddan dolayı cidden müteşekkirim.
Aktaş eserinde sadece Bediüzzaman’ı değil, bütün bir devri ve coğrafyayı anlatıyor... Son Derviş’in Bediüzzaman Said-i Nursi ve Risale-i Nur penceresinden Alevilik gibi yedekte tutulan hayatî bir meselemize aydınlık taşıyacağı, meselenin halline hizmet edeceği kanaatindeyim. Dördüncü Lem’a çerçevesinde Sünnilerle Aleviler kucaklaşabilir, asırların bağrında gelişip müzminleşmiş bu yarayı devã olabilirler. Mütekabil bir bakış da Alevi cenahtan Said-i Nursi ve Nurları tarayacaktır. Sadece Alevi cenah değil, bütün Sol ve Marksist cenah aynı merakla Said-i Nursi ve Nurlara eğilme ihtiyacı duyacaktır.
Bir de yazarın devrin mühim hadiselerinden olan Ermeni meselesine bakış zãviyesi var ki, tartışılmaya çok müsait. Ermeni fedaileriyle yerli milis güçlerin mütekabil ve birbirinden farksız tahribkarlıklarının netice verdiği zulmu görmezlikten gelmeyen yazarın kalemi, bu meseleyi de resmediyor. Dersim Tenkili sırasında yaşandığı kayıtlarda sãbit olan bir çok katliam ve zulmün bir benzeriyle Ermeni meselesini resmeden yazar, en azından coğrafyasında yaşanan felâketlere bigãne kalamamıştır. Doğrusu ve yanlışını tartışmak, ehil olanlara düşmeli ve tartışmalılar. Zirâ Meşrutiyet zemininde Ermeni meselesine eğilen Üstad’ın, “Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin (Osmanlı) saãdeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir.” dediği hakikatın mütebakisi hâlâ hayatiyetini muhafaza ediyor.
Nihayet Osmanlı meselesi... Aktaş, ister istemez, bir Alevi olarak Osmanlı’ya bakıyor... Alevi, yâni düşman değilse bile küskün ve mu’teriz... Çünkü altıyüz yılın zaman zaman sert ve yanlış idarî tedbirleri Sünnilik maskesiyle dayatılmış Alevilere... Altıyüz yıldan miras kalma mağduriyet his ve düşüncelerinin kucağında büyüyen yazarın Osmanlıya bütünüyle dost olmasını bekleyemeyiz. Alevi meselesini çözeceksek bu hayatî noktaya da temasa mecbur kalacağız demektir...
“Son Derviş” yakın bir gelecekte, bir mani olmazsa, Alternatif Düşünce Yayınları tarafından neşirle okuyucuya takdim edilecek. Enaz dostum Metin Aktaş kadar kitabın göreceği ilgi ve sebebiyet vereceği tartışmaları heyecanla bekliyorum. Ve bu eser, bu toprakların çocuğu bir büyük romancının hayatında da bir irtifa noktası olacaktır. Metin Aktaş, telafisini beklediğim eksik tarafına rağmen, en az Balzac kadar büyük romancının aslî unsurlarına sahiptir. Madem ki elinden tutanı yok, kendisi daha fazla gayret gösterecek ve o zengin muhayyilesinin mütemãdiyen ürettiği mahsulatı daha iyi pazarlamaya bakacak, kullandığı dilin hakkını verecektir... Vermelidir...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.