Metin KARABAŞOĞLU

Metin KARABAŞOĞLU

Bir cenazenin yakınından

Zaman olur, ‘haber’ tam ayağınıza kadar gelir. Birilerinin ancak gazetelerden okuyup TV’lerden izleyeceği olay, sizin hemen her gününüzü geçirdiğiniz bir yol güzergâhında gerçekleşir.

Böylesi durumlarda, karışık duygular, zıt duygulanımlar yaşarım çoğu kez. Bir ‘muhabir’ olsam, yapacağım şey bellidir; haberin içine girer, olabildiğince çok malzeme devşirir, iyi bir haber yakalamış ve yapmış olmanın keyfini yaşarsınız.

Muhabir değil yazar iseniz, ‘haber’ niyetine değilse de, yine olayın içine dalarsınız. Hatta, olayları olguların habercisi ve tercümanı olarak görme terbiyesine sahip iseniz eğer, gözünüzle gözlemlediğiniz bu tek olaydan daha büyük bir resmin özetini çıkarırsınız.

Bu esnada, sizi orada olmaya, o olayın içine dalmaya sevkeden bir sürü saik işgörür iç dünyanızda. Ya bir taze yazı devşirmenin, ya ileride yapacağınız bir çalışma için zihin arşivinize enstantaneler ve okumalar kaydetmenin vesilesi kılarsınız bunu.

Meselâ bir cenaze merasiminde, bir muhabirin ne yapıyor olduğu bellidir zaten. En ünlü isimlerin veya en sansasyonel haber konusu olacak görüntülerin yer aldığı fotoğraflar çekmek, haberin sağda-solda konuşulmasını sağlayacak malzemeler devşirmek için uğraşır o. Ölüm nedir, musalla taşı kendisine ne söylemektedir, muhabirin bunu düşünecek fırsatı yoktur.

Yazar ise, orada bunları da düşünür. Fakat, bir yandan zihni bunları ya taze bir yazıya yahut ileride yazacağı bir romanın, hikâyenin veya senaryonun bir bölümüne dönüştürür.

Böylece, orada yatan bir ‘özne,’ ve dün yaşıyor iken bugün mevta olan o insanın o halinden kendi hayatları için ibret de almak üzere orada bulunmuş olması gerekenler, birer nesneye dönüşür onun için.

Bırakalım ‘muhabir’liği, ‘muharrir’lik için de en büyük tehlike budur zaten. ‘Özne’lerin, bir meslekî deformasyon süreci içinde, giderek bir ‘nesne’ye dönüşür hale gelmesi... Giderek, rastladığımız her olayın, yaşadığımız her şeyin yazılarımız için birer ‘malzeme’ye dönüşmesi...

Bir muhabir olmadığım, yazar olmayı ise bizatihî bir ‘meslek’ olarak görmediğim, bu dünyada her şeyden önce ‘insan’ olmakla mükellef olduğumuzu düşündüğüm için; eli kalem tutan biri de olsam, az önce sözünü ettiğim türden ‘fırsatlar’ı bilerek kaçırıyorum.

Meselâ (geçmiş bir) Cumartesi günü, bir büyük fırsat, tabir yerindeyse kapımızın tam önündeydi benim için. Sultanahmet Camiinde başlayıp Sultan Abdülhamid Türbesi’nin bulunduğu alanda bitecek bir cenaze merasimi... Gününüzün önemli kısmını geçirdiğiniz mekân beşyüz metrelik bu güzergâhın tam ortasında ise, cenaze yirmi metre önünüzden geçerek o çok yerleşmiş yanlış ezberle ‘son istirahatgâhına’ değil, hakikat-ı halde ‘sondan bir önceki’ durağına tevdi edilecek ise, hele ki yazan biri iseniz, ne beklenir sizden?

Hazır, ‘fırsat’ ayağınıza kadar gelmişken, ikiyüzelli metre öteye kadar gidip camide öğle namazını kıldıktan sonra cenaze namazına dahil olmanız, bu esnada size yazı ve tasvir konusu olacak gözlemler yapmanız; beşyüz metrelik bir yürüyüş esnasında yine gözlemler yapıp zihninizi yazı ilhamına açmanız, ve cenazeye iştirak görüntülü ama aslında yazı merkezli bu yolculuğu mezaristanda noktalamanız.

Yapmadım.

İçimden gelmedi çünkü.

Bir cenazede, bu sebeple bulunmayı insanlığıma yediremedim.

Cenazede cenaze namazı için bulunmaya gelince; çaycımız İsmet ağabeyin bir Ramazan günü iftardan sonra vefat eden neredeyse asırlık bir ömür yaşamış annesi için orada bulunmayı bir vefa borcu bilmeme karşılık, şöhreti bol isimlerin cenazesine gelenlerin de zaten bol olacağını bildiğim için burada aynı ‘vefa borcu’ duygusunu yaşamadım ve dolayısıyla bu sebepten dolayı da o gün orada bulunmadım.

Dahası, bilvesile, yakın tarihin, dahası bir bütün olarak İslâm tarihinin serencâmı geçiverdi gözümün önünden.

Sosyal bilimler ve tarih adına edindiğim bilgiler, evet, vatanından sürülmek gibi bir gadre maruz kalmış bu ailenin belki bu açıdan bir ‘vefa’yı hak ediyor olduğunu; ama öte yanda, eğer rejim değişmemiş ve saltanat devam etmiş olsa rejimi değiştirenlerin eliyle gerçekleştirilenin onlar eliyle gerçekleştirilmiş olacağını; rejimi değiştirenlerin değil, onların hayat tarzı ve fikriyatı ile mücadeleye mecbur kalacağımızı düşündürdü bana.

Modernleşmeci Selanik elitlerinin sultasına mukabil, modernleşmeci İstanbul elitlerinin ve onların maddî-manevî önderi durumundaki hanedanın sultasına karşı bir fikrî, fiilî özgürleşme mücadelesine mecbur kalacaktık muhtemelen.

Üstelik, bu hayatı bir de ‘halife’ ünvanıyla yaşamış olacaklarını düşünürsek; katmerli bir kahır düşecekti payımıza muhtemelen.

Sizi belki garip, belki fazla vefasız gelecek ama, yirmi metre ötemizden bir mevta sondan bir önceki durağına doğru ilerlerken, durduğum yerde ben bunları düşündüm.

Bir de, Ehl-i Beyt ile Emevîler arasındaki hilâfet-saltanat mücadelesini hatırladım.

Üstadımın Risale-i Nur’u ‘Hz. Hasan’ın yarım kalan hilâfetinin mütemmimi ve bir manevî veledi’ diye tarif edişini hem de...

O yüzden, modernizm ile İslâm’ı buluşturmanın erdeminden söz etmesiyle meşhur bir sokak komşumuz, az önce dönmüş olduğu cenazeye benim de katılıp katılmadığımı sorduğunda ona bir vakit bir mahkeme reisine Üstadımın verdiği şu cevabı verdim:

“Ben dindar bir cumhuriyetçiyim.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.