Hüseyin YILMAZ
Bir dostun kaleminden Haluk Dursun!
1987’de çalışma masama buyur edildiğimde girdiğim odada iki masa daha vardı. Birinde Mustafa Özcan oturuyordu, diğerinde Haluk Dursun. Bir nevi yazarlar ve araştırmacılar odası idi girdiğim yer. Genel müdür ve öncelikli olanların odalarına yakın oluşu ile imtiyazlı gibi görünüyordu.
Mustafa Özcan’a bu vesile ile bereketli bir ömür, sıhhat ve selâmet diliyorum. Muhafazakâr câmianın dış dünyayı, bilhassa İslâm dünyasını iyi bilen bu velud kalemi hizmetine devam ediyor.
İlk tanıştığımızda henüz bir “asistan” olan Haluk Dursun ise önceki gün Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Mevlâ taksiratını af, hasenelerinin birini bin etsin. Kabri, Haşir sabahına kadar Cennet bahçelerine bakan bir seyir tepesi huzuru versin inşallah.
Üç yılı aşkın bu iki aziz insanla aynı odayı paylaştık, devrin Zaman Gazetesi’inde. Başladığımızda yine yakınlarda ebediyete geçen merhum Şevket Eygi gazeteyi idare ediyordu. Kısa bir müddet sonra ayrıldı ama biz devam ettik.
Haluk Bey, daha çok araştırma dosyaları ile gazeteye destek veriyordu. Ben de benzer bir şeyi yapıyordum; mülâkat, seri araştırmalar, arada bir birinci sayfada yer bulan yorumlar. Onun için ikimiz de daha çok dışarıda çalışıyorduk. O sebeple de haftada birkaç sefer karşılaştığımızda koyu sohbetlerimiz olurdu.
Meraklı bir insandı Dursun; bilgiye açtı: Eline geçeni okuyor, karşılaştığı her insanı dinliyor, sualleriyle deşip duruyordu. Birbirimizi sever ve hürmet ederdik; oysa farklı dünyalardan geldiğimizin farkında idik. O, geçmişi itibariyle daha çok Ülkücülüğe dayanıyordu, bu sebeplede milliyetçi ve devletçi bir tarafı vardı. Ben ise Nurculuktan geliyordum, sivildim ve önce insan, diyordum. Devlet ve milletten önce ferd… Sıhhatli ferdlerin teşkil etmediği hiçbir millet hükümran, hiçbir devlet selamette olamaz.
Bazen tartışırdık… Sanırım kelime maksadımı tam ifade etmedi: Müzakere ederdik meseleleri. Anlaşamadığımız hususlarda diretmezdi, aldığı akademik terbiye devreye girer bir şekilde bahsi tatlıya bağlardı.
Bir tarafa hafif eğik duran boynunun taşıdığı başı dopdolu idi. Çehresi mütebessimdi, gözleri hep dostça bakardı; gülüşü düşük tonda ama sıcacıktı.
Risâle-i Nurları pek okumamıştı, en azından o zamanlar. Daha sonra bir nebze okuduğunu ve istifade ettiğini biliyorum. Nurculuğu merak ederdi ama bu merak sanki daha çok devlet saikleri istikametinde idi. Bilmekten çok, tedirginliğin yaşattığı bir merak gibi hissederdim, çoğu zaman.
Her suallerine, bütün çıplaklığı ile cevaplar vermem, eğip bükmemem hem hoşuna gidiyordu, hem de hayrete düşürüyordu. Sanki birileri kendisine, “Şu Nurcular bildiğin veya göründükleri gibi değil, dikkat et!” demiş ve inandırmıştı. Bu vehmi birlikte çalıştığımız üç yılı aşkın müddet zarfında kısmen sarstığımı sanıyorum.
Sonra İlhan İşbilen’in Uğur Öztaş’ın yerine gazetenin başına tayin edilmesinin meydana getirdiği tedirgin edici atmosferde önce Haluk gazeteden ayrıldı. Çok yalvardık kalması için, ancak müessir olamadık, işe yaramadı. İtibarının en iyi olduğu bir zamanda gazeteden ayrılmış olmasını bir türlü anlayamadım, kendisi de izah etmedi zaten.
İki ay sonra da ben kapıları çarparak ayrıldım. İlhan İşbilen’in tedirgin edici hoyrat idaresi altında çalışmak haysiyetime dokunacaktı; sevmemiştim. Bu kadar da değil, saksılarımızda onun gelişiyle boy atmaya başlayan “böcek”ler bu şahsın tehlikeli olduğunu söylüyordu.
Genç mesai arkadaşlarım bana da çok yalvardılar, ayrılma, diye. Tamer Korkmaz bunlardan birisiydi. Aziz kardeşim şâir Ekrem Kaftan o günlerin şahidlerindendir.
Zaman Gazetesi’inden ayrılmam genç yaşta gazeteciliğe veda etmeme de sebep oldu. Birkaç yıl kitab çalışmalarından sonra kendimi yirmi beş yıl devam edecek ticarî bir meşgalenin içinde buldum. Kalem ve yazarlığım açısından yirmi beş kayıb yıl da denebilir.
Bu zaman zarfında Haluk Beyle çok az karşılaştık. Ancak her karşılaştığımızda hiç ayrılmamış gibi yaşadık birlikte olduğumuz vakti; dostluğumuz devam ediyordu. Daha çok çocuklarımın Kalem okullarında okuduğu yıllarda o çevrede karşılaşıyorduk. Osman Sezgin Hoca da Dursun’u tanıdığım yıl gönül dünyama girmiş mümtaz bir insan ve ikisi yakın arkadaştılar, Haluk’un son nefesine kadar devam eden takdire şâyân bir arkadaşlık.
Bir veya iki Boğaz gezisine iştirak etmiştik. Haluk’un konuşması kaleminden her zaman daha kuvvetli idi. O kalender yapısıyla tatlı tatlı konuşmaya başladığında bir daha hiç bitmesin isterdik. Derin bilgisi ve edebiyat zevkinin zenginleştirdiği, küçük ırmakların şırıl şırıl akışına benzeyen bu konuşmalar dinleyen herkesi mesteder, bir girdab gibi çekip alırdı; konuşmasıyla büyülerdi Haluk.
Son nefesine kadar tırmanışı iki cenah itibariyle de devam etti. Sadece dünyevî ikbali değil, uhrevî hayatı itibariyle de hep tırmanışta oldu, hep yükseldi. Son yıllarında neredeyse bir dervişin ruhunu taşır gibiydi: Huzurlu, sâkin ve mes’ud. Endişe ve ızdırabları her vatanperverin endişe ve ızdırabları idi. Ülkenin Kürt Meselesi merkezli olarak yaşadığı sıkıntılar ve bölünme ihtimaline karşı yumuşamaya yüz tutmuş milliyetçi tarafının yanı başında boy atan İslâm kardeşliği inancı ile çalışıp duruyordu. Nitekim Hz. Azrail ile mülâki olacağı “vakt-i merhun”un mekânı da o muzdarib topraklar oldu.
Bu “vakt-i merhun” tabirini büyük bir dikkat ve zevkle, ince bir nükte gibi sık kullanırdı: Kararlaştırılmış vakit, kaderî vaktin kaza bulması. Son olarak birkaç yıl önce Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin dünyaya teşrif ettiği Nurs köyündeki mevlidinde kısa bir konuşma yapmak için kürsiye çıktığında bu tabiri bir daha kullanarak Diyanet’in Risâle-i Nurları basmış olmasını bir vakt-i merhun olarak ifade etmiş, hüsn-ü kabul görmüştü.
Konuşmasından sonra ayak üstü beş on dakika konuştuk. Meğerse dünya gözüyle son görüşmemiz olacakmış.
Allah’ın varlığı bütün tesellilerin başıdır, ikinci sırada Haşir’deki büyük diriliş hakikati gelir. Bu iki hakikat, ölüm karşısında direnmemizi temin etse de hüzne düşmekten, kederlenmekten beşeriyet muktezası olarak kurtulamıyoruz. Üzgünüm Haluk!.. Sen yaşarken dünya daha güzeldi. Yine de bir tesellimiz var, çok kalmadı. Biz de geliyoruz. Bu fânî dünyaya ruh ve emellerimiz sığmıyor zaten.
Allah’tan sana rahmet, evlad-ü iyaline sabırlar diliyorum aziz dostum! Dualarımda hep bir yerin olacaktır. İnna Lillah ve inna ileyhirraciun!..
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.