Hüseyin YILMAZ
Bir gâye-i hayâlim var: Bediüzzaman’ı yazmak
Sokrat, konuşmak için doğmuştu; mütemâdiyen konuşuyor, durmadan anlatıyordu. Yazmakla başı hoş değildi, yazamıyordu. Düşünmüyordu ki, yazıya dökmedikleri bir kelebeğin ömrü kadar kısa yaşayacaklardı; derbeder ve zayıf üç beş hâfızada devam eden kısacık ve zayıf bir ömrü olacaktı düşüncelerinin.
Ama öyle olmaz... Antik Yunan Felsefesi’nin kurucusunun ismini de düşüncesini de bir şâkirdi bâkileştirir: Efllatun... Üstadının efkâr ve hayatının kalemi olur şâkird... Eflatun’un kendisine has düşünceleri de vardır, ama daha çok hocasının açtığı yoldan ilerler. Bir takım tevsi ve şerhlerle Sokrat ve düşüncesinin anlaşılması için mücâdele verir.
Bediüzzaman Said-i Nursi, Sokrat’ın hatasını tekrarlamaz, bütün düşünce ve maksadını bir kuyumcu hassasiyetiyle yazıya döker. İkinci Said devrinin şartları da yazıyı bir zaruret haline getirmiştir, doğru. Ama ondaki yazma cehdi İkinci Said’le başlamaz. Müellif doğmuştur o... Eski eserleri ve gazete makaleleri ortada.
Eseriyle şahsı arasında kurduğu münasebeti yüklediği misâl, emsâlsiz bir tevazuu resmeder:
“Lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.”
İlâhî mazhariyetteki sonsuz rahmeti anlatan bu mutlak hâkikat, Üstâd’ın göz kamaştırıcı hayat ve şahsiyetini görmezlikten gelmemizi iktiza etmez. “Haklısın ya Üstâd!” mânâsına gelecek bir teyid, yalnız kelâmındaki derin hakikat ve tevazuunun hudutsuzluğunu anlamamak değil, aynı zamanda bedihî bir hamâkat ilânı olur.
Bediüzzaman’ın hayat ve şahsiyeti de en az eserleri kadar muhteşem, en az eserleri kadar yol göstericidir. Risâle-i Nur bayrağı ancak onun keskin deha, sarp irâde ve emsâlsiz şahsiyetinin burçlarında dalgalanabilirdi. İlâhî hikmet, kesif ormanların haşmetli ve yüksek ağaçlarını kollayan yıldırımlar gibi, asr-ı âhirin necat kapısı Kur’an tefsirini bu büyük şahsiyete yükler.
Bediüzzaman’ın hayatı bütün detayları ile bilinmeden, hâdiseler karşısında ortaya koyduğu tavrın unsurları bütünüyle anlaşılmadan Risale-i Nurları da hakkıyla anlamak mümkün olmaz. Bediüzzamanın muhteşem hayatıyla münasebetleri kesilmiş bir Risale-i Nur Külliyatı mürur-u zamanla dâvâ vasfını kaybedip bilgi dağarcığı derekesine düşer.
Divan-ı Harb’de Şeriat istemek isnadıyla idamla yargılanırken, “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zirâ, şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir” deyip beşer târihinin ender kaydettiği bir müdafaanın akabinde beraatle çıktığı mahkeme kapısından “Zâlimler için yaşasın Cehennem!” diye haykıran bu yalçın irâde ve muhkem kahramanlığı görmezlikten gelirseniz hâdiselerin hercümerci içinde yol alma cesaretinizi kaybedersiniz.
Rus kumandanının önünde ayağa kalkmayıp idamı göze alan, bir milleti tepeden tırnağa inanıp yaşadıklarının zıddıyla değiştirmeye kararlı M. Kemâl’e şiddet ve hiddetle karşı koyan Üstâd’ın bır kır gezisi için evinden çıkmış iken bir nefer veya polisin “Evine dön!” deyişine bir çocuk safvet ve mutîliği içinde itaat etmesinin sebeb ve hikmetlerini bilmezsek Risale-i Nurları da doğru anlayamayız.
Girdiği hapishânelerde tâlebelerini korumak için gösterdiği fedâkârlığın her türlü kahramanlığı gölgeleyecek cesamet ve ulvilikte olduğunu unutur veya bilmezsek dâvâsının cihânşumûl semâsındaki yıldızların ışıltısı söner. Hakikatın büyüklüğü ve aklın ihatasızlığı sebebiyle keşfedemediğimiz hakiktalere ancak hayatının muhteşem yol göstericiliğinde ulaşabiliriz.
Geceleri sabahlara kadar dünyânın bütün ızdırablarını aksettiren eninlerle niyâzını, şems-i tâbân gibi gözlerini birer gözyaşı pınarına çeviren elemlerinin tazyikiyle ağlayışını görmezlikten gelirseniz, bu büyük mücahidin parlak dâvâsı ışıltısını kaybeder, sönükleşir.
Risâle-i Nur’un Üstâd’ın hayat ve şahsiyetiyle münasebeti kesilse, Nurculuk hareketi mevte mahkûm olur. Risale-i Nur hakikatleri muhteşem bir dâvânın nizamnâmesi olmaktan çıkıp ukâla sohbetlerinin gevezeliklerine malzeme olur... Bilir ama bildiğinizi yaşayamazsınız.
Bir gâye-i hayâlim var: Bediüzzaman’ı yazmak... Roman tadında, roman gibi, nakış nakış, düğum düğüm işlemek istiyorum... Yıldız parlaklığında yaşanmış bir hayatı, ışıltılı kelimelerin büyüleyici dünyasında bir Sinan eseri gibi inşâ ile kıyametle yaşıt bir ömre mazhar etmek istiyorum.
Yılmaz bir cehd ve gayret, kılı kırka yaran bir dikkat, sabır kahramanlarını gıbta ile baktıracak bir sabır ve bir yığın imkân ister... Yapabilir miyim, tâkat getirebilir miyim? Bilmiyorum... Dedim ya: Gâye-i hayâl...
Murad-ı İlâhî de bu istikamette ise, niçin olmasın?.. Fânî ömrümün bâki bir semeresi olacak bu maksadın tecellisi için mü’min kardeşlerimden dua istesem, çok şey mi istemiş olurum?
Murad-ı İlâhîye de zemin teşkil edecek makbul ve gönülden dualarınızı rica ediyorum. Kim bilir!..
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.