Bir rüyaydı zaman

Barla Dağlarında kolları başaklanmış kestane ağaçlarını sele serpe seyrederken, sürülen tarlalar gibi içimin topraklarının atıldığını hissettirecek bir olay yaşadım. Ya da yaşadığımı sandım; bilmiyorum.

Rüzgârın aramızda sıcak bir dost gibi gezdiği bir temmuz ikindisiydi. Güneş bir kağnı gibi ufuklara doğru yol alıyordu.

Mustafa Sungur ismindeki şakirdin biri güneş gibi ağır ağır yanıma yanaşarak, ay yüzlü ayalarındaki kestaneleri avucuma boşalttı. Veli gibi bir nefes aldıktan sonra, derviş sükûnetiyle  “Bunları Üstadımız gönderdi.” dedi.

Ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırdım. Teşekkür ederim, demek istedim, fakat kestanelerin sırrını aramak fikri dalga dalga içimde yayılmaya başlayınca onu da unutuverdim.

Az sonra ihtiyarsız bir şekilde üzerinde Üstadımın kokusu tüten kestaneleri yavaşça yere serdim. Kestane gözlerimle onları seyre koyuldum. Hasta kediler kendilerine şifa olan çiçeği bulduğunda nasıl gözlerini o çiçeğe sürerse, ben de sanki hastalıklarıma şifa bulmuş gibi gözlerimi kestaneler üzerinde gezdirdim, gezdirdim.

Gözlerim kestanelere değince, sanki ruh üflenmiş gibi birden canlandılar. Günlerdir örüklü bir at misali iplerinden bir bir boşandılar. Coşkuyla şaha kalktılar. Hayalimin yaylarında bir bayrak yarışındaymışçasına koşmaya başladılar.

Bana kalırsa atın dorusu, kadının durusu evladır. Ben atlardan renkliyi, kadınlardan sessizi tercih ederim. Bana öyle geliyor ki, atta renk çeşitlilik, kadında sessizlik bir duruluk, bir derinlik fikri veriyor insana.

Neyse; ben de hayalimin hızına yetişebilmek için nefs rengine bürünmüş aklımı ve hayalimi bir at yaptım. Benim bir tarafım Mevlevi, diğer tarafım Bektaşidir ya güya ben de at evindeki bir seyistim. “Ata et, ite ot verilmez” diyen İslamköylü Hafız Ali’yi hatırlayıverdim birden.

Evet, ata ot vermek lazım; ama bu da yetmez. Ata eşeğin artığını da vermemek lazım, dedim. Bu düşüncenin sevkiyle ata el değmemiş, göz görmemiş otlar verdim. Otu yerken kalp şeklindeki tımar ile atın tımarını yaptım. Tımar bitince üzerine eğeri attım. Eee, ne de olsa ata dost gibi bakmalı, düşman gibi binmeli.

Baktım; içim at meydanı. Baktım; ben sanki doru bir atım. Baktım; ben sanki duru atın üzerinde bir Köroğlu’yum. O zaman atımı kırbaçladım.  Belki bu kırbaçlar atı terbiye edebilirdi. Değil mi ki at arıklıkta, yiğit gariplikte gümrahlaşır.

Girdiğim yol zor bir yoldu; biliyorum. At, at oluncaya kadar sahibi mat olurmuş. Bunu da biliyorum. Ama şunu da çok iyi biliyorum ki atlar adımına göre değil, adamına göre yürür. Gayret edersem bu atları yola getirebilir, adımlarıma ayak uydurtabilirim herhalde. Maksat, attan düşmeden ve onu çatlatmadan menzile varabilmek.

Kırbaç darbelerini yiyen aklım ve hayalim deli taylar gibi koşmaya başladı. Başlangıçta gürül gürül vecd veren koşular, çok geçmeden çığlık çığlığa vehimlere dönüştü. Vehimler atı hızlandırdıkça hızlandırdı. Bir ara dengemi kaybeder gibi oldum. O zaman yüzümü atın boynuna doğru yaklaştırdım. Yelelerine yüzümü dayadım. Bereket, gem hala elimdeydi. Ama az sonra elimden kaçtı. Artık beni at üzerinde tutan tek şey üzengilerdi. Aklım ayaklıkta, aklım ayaklarımda kalmıştı. Ayağım baş, ayağım akıl olmuştu. Şimdi yapılacak olan tek şey atın yorulup, durmasını beklemekti.

Ne kadar sonradır; at keşişleme kesmişçesine durdu. Yağmur öncesinde çıkan kasırgalar misali ekseni etrafında dönmeye başladı. Bir rüyalık zaman geçtikten sonra kasırga durdu, at dindi, duruldu. Avrattan vefa gelmese de attan geliyor işte.

Atın üzerinde yavaşça doğruldum. Baktım, kestaneler de durmuş, durulmuştu. Attan inip kestanelerin üzerine bindim.

Cephedeki kumandan gibi uzaklara bakıp, kestanelerin niçin bana yollanmış olabileceğini düşünmeye başladım. Her ne kadar bunların görünüşteki değeri benimkilerine göre çok düşükse de Üstadımın böyle işlerle bizim kavrayamadığımız sırlar güdebileceğini hatırdan uzak tutmamak gerekiyordu. Zira böyle durumlarda bir şeyin ne olduğu ve bundan ne kadar gönderildiğinden çok, bu şeyi kimin, niçin yolladığı önemli olmalıydı.

Üstadım benim gibi utançla kendini koruma şehveti olan biri değildir. Her tenseverlik ecellerinde kendini uykuya doğramaz. Hiç kimseye benzemez. Kimse de ona benzemez. Malı mülkü çoktur; kimseye muhtaçlığı yoktur. Kimseden bir şey almaz.  Herkese bir şey vermeye çalışır. Ama kime neyi, niçin ve ne kadar vereceğini gayet iyi bilir.

En güzel kestaneler onun bahçesinde yetişir. O kimseye benzemediğine göre bana yolladığı kestaneler de bendekilere benzemez. O halde bu kestaneleri ben kendimdekiler için bir emsal, bir numune olarak kabul etmeliyim.

Evet, Üstadımın gönderdiği bu kestaneler bana hep onu hatırlatacak, hep onu andıracak. O halde ben bu hatırlamayı ve anmayı çoğaltacak şeyler yapmalıyım. Kestanelerin sırrını keşfetmeyi ve kestaneler tarafından fethedilmeyi sağlayacak bir hale kendimi şimdiden ayarlamalıyım.

Padişahların bir şehri fethettiklerinde, ilk önce oradaki en büyük ibadethaneyi camiye çevirmesi gibi, ben de işe, antika dükkânımı müzeye çevirmekle başlayabilirim. Kestaneleri müzeye koyarak, bütün köylünün ziyaretine açabilirim. Böylece Üstadımı tanıdığımı, Üstadımın da beni tanıdığını herkese gösterebilirim.

‘Bunları Üstadımız, size, azalığa alındığınızı bildirmek için, bir davet, bir okuma maksadıyla yolladı.’, dedi Mustafa Sungur. Onun yanımdan ayrılmadığını o zaman fark ettim.

‘Ama nasıl olur, benim kalbim henüz medrese-i nuriyenin kütüğüne bile kayıtlı değilken?’ dedim tıklım tıklım sevinçle.

Mustafa…

Mustafa tıklım tıklım bir sevda…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum