Mustafa ORAL
Bir Sen Bir de Denizler Anlar Beni
Emirgân Lahikası
Ruhumun dengesini alt üst eden mektuplarınla seni tanıdıktan sonra, rüyandan eksik bir uyku tamamlamadım. Her rüya bir gece olur, ağrılar dokurdu. Gözlerim rüyanın ağrısıyla ağlamaktan maya tutardı.
Kalbimdeki sözde sevdamı kime yönelteceğimi kestiremezdim bir türlü. Seninle kalbim arasındaki ilişki benim için sevgimin yok edilmesi gerektiğini düşleten bir çelişkiydi. Kalbim bulanır, dalgalanırdı. Kemanı bir çocuk gibi kucaklar, kalbimin durulması için ezgiler söylerdim.
Engin denizlere kulaç atmak isteyen yüreğim, hayın anları yakalamanın peşine düşmüştü. Oysa ruhumun derinliklerinden kopup gelen dalgalar bir goncanın kanadında hep senin kıyına bırakırdı beni. O zaman inzivalar arzulardım. Uzletler, su katılmamış yalnızlıklar, merdümgirizlik hastalıkları düşlerdim.
Seni unutmaya çalıştıkça, bereketli aşk kıssalarını meyve veren mektupların zayıf aklımda çelişkiler oluşturur, en olmadık yerlerimden vururdu beni. Yaralarım küme küme buharlaşır, ruhuma dolar, sonra orada donardı. Zamanın ruhu da kemikleşmiş olduğundan, yaralarımdan acılarımın verdiği hüzün köpürürdü. Günler geçmek de çok titizdi ya, dağlarıma kan gülleri bırakmadan geçmezdi. Güller hüzün renginde kırmızı kırmızı köpürtürdü beni.
Kan gülleri senin hayalini kurmaya sevk ederdi beni. Bense sensiz bir dünyanın hayaliyle deprenirdim. Bana seni hatırlatan her şeyden uzaklaşmaya çalışırdım. Zira anısı kalan her şeyin bir o kadar da acısı kalırdı. Ve ben seni hatırlatan her ne ile karşılaşsam, bildiğim bütün makamlarda perde perde ağlamaya başlardım.
Senden ve seni hatırlatan şeylerden uzaklaşmak isterken, ikinci bir hayatın içinde bulurdum kendimi. Gökyüzünde yalnız bir bulut gibi kaybederdim sesimi. Yollara düşer, Rumeli hisarına gider, Emirgân ’da dolaşır, melül melül dünyayı seyrederdim. Çiçeklerin selamını almaz, kuşların şarkılarına katılmaz, sokakları süsleyen çocukların o güzelim cennet seslerini duymazdım.
Hayatın büyüsü kaybolur, yükü arttıkça artardı. Soranlara “tadım yok” derdim. Emirgân’dan kır kahvelerine gider, çay üstüne çay içer, çayda sıcaklık ve tat arardım bir zaman. Ne üşümem geçerdi, ne de tadım demini bulurdu. Bir o masa, bir bu masa gezer, sonra en ücra bir masaya sinerdim. Kimsenin beni görmesini istemezdim.
Kır kahveleri de yetmez, bu defa gece gezmelerine çıkardım yapayalnız. Kendimi sana nispet ettirmemek gibi garip bir saklambaç oyunu oynardım. Ruhum gittikçe daralırdı. Birden mektupların hatırıma gelir, bir hançer gibi göğsüme saplanırdı. Kanımdan tanırsın, sesimden tanırsın sanırdım beni. Bu sefer beni sana göstereceğini zannettiğim her şeyin gözünden kaybolur, beni senden gizleyecek yerlere deli taylar gibi koşardım.
Olmazdı… Okula, işe, gece gezmelerine, kır kahvelerine, kitaplara, sıra gecelerine... gitmek... Hayır, hiçbir şey senin hayalinden uzaklaştıramazdı beni. Hiçbir yer seni benden alıkoyamazdı. Artık yapamayacaktım. Anlamıştım. Ben sensiz bir hayal kuramayacaktım, sensiz bir rüya göremeyecektim ve sensiz bir hayat geçiremeyecektim.
Bu sabah aynanın karşısına geçtim. Kumral uzun saçlarıma baktım bir zaman. Tarif edemediğim duygularla çalkalandım. Kestirmeye karar verdim. Gidip kestirdim.
Senden bir haber almak için Nejat’a baktım, bulamadım. Refik’e, Murat’a ve Hüseyin’e uğradım. Seni sordum. Üç defa sustu Murat. Hüseyin dua eder gibi diz çöküverdi. “Barla’ya gittiydi” dedi Refik neden sonra.
“Şimdi yollar gerek bana...” dedim. Şehir dar, yollar uzun geldi bana. Yollara vurdum kendimi. Risalelerin ilk talebesi, Mektubat Risalesinin yazılmasına vesile olan Albay Hulusi Beyin atı gibi şaha kalktım. Koştum koştum koştum.
O demir gibi sert yüreğimi yollar ikiye böldü. Haydarpaşa Garına vardığımda bir tren gibi durakladım; yorgun bir at gibi arı duru ağladım ağladım.
İstanbul Denizine baktım. Gece bir mavi mendildi sanki. Gözlerimi sildim. ‘Bir denizler anlar, bir de sen anlarsın beni’ dedim. Neden sonra denizden dağlara, Barla Dağlarına döndüm yüzümü.
Barla’ya gitmek üzere yola koyuldum. Trene bindim. Vagonlarda seni aradım. Yoktun…
Trenden indim. Otobüsü bindim. Bu sefer yollarda izini aradım. Bir kediye süt vermek, bir kuşa yem vermek, bir yetimin başını okşamak geldi içimden. “Bir kuzum olaydı da şu Barla’nın Dağlarında dolaşan kurda vereydim” dedim.
Hüzün ve öfke ile dalga dalga gidip geldim bir zaman. Barla’dan kar toplayıp göğsüme bastım. Kandan bir kartopu, bir top mermisi gibi deldi geçti göğsümü. Arı duru bir deniz oldu her yanım. Duruldum duruldum. İşte böyle karşında durdum.
Daha önce de söylemiştim ya, içimden kopup gelen dalgalar beni hep senin kıyına bırakırdı. Şimdi de öyle oldu.
Ey nur yüzlüm, deniz gözlüm! Sen bana bir el verdin. O el ile içimdeki dalgaları devirdin. Sense şimdi her zamanki gibi hep öyle susuyor, benim deliliklerime gülüp geçiyorsun.
Hani ellerin, ellerin... Ver elini doya doya öpeyim. Ellerinin kapısında öleyim.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.