Ahmet AY
Bir 'yerel dilleri koruma projesi' olarak: Medresetü'z-Zehra
“Eğer bizimle aynı dünyada yaşayan ve ona bakışlarını başka büyük bir dille ifade eden yabancı yazarların eserlerini takdir edebilirsek ‘zevk nesnelliği’ geliştirme yolunda önemli mesafe alırız." (T. S. Eliot)
David Crystal’ın ‘Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür’ kitabının bende bıraktığı izleri yazdığım Ayetlerin Katli isimli yazıda, bir cümlecik ile birşeye dikkat çekip orada bırakmıştım: “Tam burada Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra hayalini; ‘lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak’ gibi bir ‘çok dillilik’ zemininde düşlendiğini anımsayalım...” demiştim. Bu yazıda, o bir cümleciğin içini biraz daha sizinle konuşmak istiyorum.
Öncelikle; bu medrese tasavvuruna dair birkaç sorumu paylaşmam gerek:
1) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece Kürdistan bölgesine yönelik bir tasarım mıydı?
2) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece Türkiye’ye yönelik bir tasarım mıydı?
3) Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sı sadece bu üç dile yönelik bir tasarım mıydı?
Sorularım bunlar. Bu üç soruyu önemsiyorum. Zira Medresetü’z-Zehra’ya yönelik yapılan yorumların bu üç soruya verilen cevapların etkilediği nazarla yakından alakalı olduğunu düşünüyorum.
Örneğin; Medresetü’z-Zehra’yı sadece Kürdistan bölgesine yönelik bir okul tasavvuru olarak düşünenlerin cevapları elbette bölgesel çözüm odaklı olacaktır. Sadece Türkiye için bir formül olduğunu düşünenlerin de tasavvurları ulus-devlet sınırlarından dışarıya çıkamayacaktır. Ama Bediüzzaman’ın mesajının bütün ümmete yönelik bir eğitim formülü içerdiğini düşünenler, ki onlar hiç de az değildir, o zaman ilk iki soruyu aşıp üçüncü soruya cevap vermek zorunda kalırlar:
O halde Medresetü’z-Zehra bu üç dile münhasır bir eğitim metodu mu içermektedir? İlk iki soruda Bediüzzaman’ın ufkunu tam yakalayanlar, üçüncü soruda yeni cevapların arayıcısı olurlar.
Yine örneğin; Bediüzzaman’ın ‘lisan-ı Arabî vacip’ derken din dilini, ‘Türkî lazım’ derken ülkenin en çok kullanılan hâkim dilini, ‘Kürdî caiz’ derken de yaşatılması gereken yerel dilini hedeflemiş ve bölgesel anlamda bunu ifade etmiş olabileceğini söyleyebilirler.
Eğer Bediüzzaman’ın ışığının bütün ümmete, Medresetü’z-Zehra hayalinin de bütün kavimlere ilaç olduğunu düşünüyorsak, bu üçlünün sembolize ettiği anlamı daha derin okumaya ihtiyacımız var gibi. Kafanızı biraz daha kurcalayayım: Mesela; bir Medresetü’z-Zehra da, aynı dönemdeki ismi itibariyle Lazistan’a kurulsa, orada konuşulan caiz dil yine de Kürtçe mi olacaktır? (Bir dostumun acı serzenişiyle: Bugün otuz yaş altında Lazca konuşanabilenlerin sayısı çok azdır.) Veya bu okul/üniversite Türkiye’de değil de Pakistan’da açılsa, lazım dili Türkçe mi kalacaktır?
Bu sorular önemlidir, çünkü ben Gülen grubunun, bu analizi yanlış yaptıkları için, Medresetü’z-Zehra’yı (onlar kendi kolejlerini bir anlamda bu hayalin gerçekleşmesi olarak sayarlar) Türk dilini taşıma aracı sandıklarını düşünüyorum. Türkçenin lazım oluşunu, bölgenin hâkim dilinin lazım oluşu gibi değil; her yerde, her coğrafyada yalnız ‘Türkçenin vacip oluşu’ (Gülen’in bir keresinde ‘lazım’ değil, ‘vacip’ şeklinde ifade ettiği ve sıralamada Türkçeyle Kürtçeye yer değiştirttiği bilinir. Kendisi bu düşüncesini; Hayırhah Arkadaş ve Mâbeyn-i Hümâyûn isimli 14.09.2014 tarihli nağmesinde yinelemiştir) görüyorum çünkü.
Her okulda, her öğrenciye Türkçe öğretmeye çalışıyorlar. Eğitimlerini ise İngilizce veya o bölgenin hâkim dili ile veriyorlar. Yerel dilleri yaşatmakla ilgili bir kaygıları veya gayretleri ise yok. (Halbuki Crystal, yerel dilleri görmezden gelen bir eğitim sisteminin asimilasyon aracı olduğunu, görmezden gelmesinin dolayısıyla yerel dilin yitimini netice vereceğini söylüyor.) Onların eğitim formülünde durum şöyle şekilleniyor: Eğitim dili (İngilizce ve bölgenin hâkim dili) farz, Türkçe vacip, yerel dil mekruh (çünkü yaşatmaya dair gayretleri yok).
Gülen okulları açısından Kürtçe konusuna girmeyeyim, çünkü geçtiğimiz yıllarda, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanlığı yapmış bir ismin Radikal gazetesine itirafıyla, öğrenci evlerinde bile Kürtçenin konuşulmasına sıcak bakmamışlardır. (Cemal Uşşak ve Kürtçe diye aratma yapsanız netten hemen bulunuyor ilgili ifadeler.)
Şimdi, Crystal’ın, yerel dillerin entelektüel zenginliğinin korunmasının ancak eğitim dili haline getirilmesiyle (veya eğitimin yerel dili de sahiplenmesiyle) mümkün olabileceğini söylemesinin ardından Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’sına daha farklı bir gözle bakıyorum. Crystal’ın, Guardian’daki makalesinde ‘bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket’ olarak tarif ettiği; kültürel asimilasyonlar nedeniyle yerel dillerin yok oluşu sürecini durdurmak ve onları yaşatmak çabasının da bir parçası olarak görüyorum onu. Kürdistan’da Kürtçeyi, Lazistan’da Lazcayı, Çerkezlerin diyarında Çerkezceyi vesaire...
Bu önemli birşey. Yerel kültürleri hem yaşatmak, hem de hoşgörülü olmak, bir anlamda Batının sömürge düzenine (tüm sömürge düzenlerine) eğitim diliyle bir meydan okuyuş. Halkı müslüman olan Arnavutluğun, orada Türkçenin, İttihat ve Terakki marifetiyle, eğitim dili olarak dayatılmasından kısa bir süre sonra isyan edip bağımsızlığını kazanması tesadüf mü? Nihayetinde durumumuz Crystal’ın, Crow’dan alıntıladığı gibi: “Gün gelir daha küçük kültürleri ve dilleri korumak için savaşmak, tarih sahnesinden çekilmeden önce bizi insan yapan en önemli şeyleri korumak için savaşmak olur.”
Bence Medresetü’z-Zehra’nın üçlü dil modeli, böyle bir meydan okuyuşun da ifadesi ve projesi.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.