Hüseyin YILMAZ
Bitmeyen 'Buhranlarımız!'
Said Hâlim Paşa, son devir Osmanlı Sadrazamlarının en parlak simâlarından: Mütefekkir, âlim ve devrinin şartlarına göre Doğu Kadar, Batıyı da iyi bilen bir zülcenaheyn! Osmanlının sekerât ürpermeleri geçirdiği devrin yol gösterici düşünce hareketlerinden “İslamcılık”ın hararetli bir müdafii.
Batıperest Osmanlı aydınının kendi devletini yıkmak için hamle üzerine hamle yaptığı günlerde, Osmanlı kalmakta ısrar edip bedelini de dünyevî saâdet ve hayatıyla ödeyen Said Hâlim Paşa, bir cihette çöl çocuğudur. 1863’te Kahire’de hayata gözlerini açan Said Hâlim, uzunca bir devir Osmanlı’ya kök söktürüp ecel terleri döktüren Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu. Babası Hâlim Paşa, Kavalalı’nın dördüncü oğludur.
Lozan’da Siyasal Bilgiler okuyan Said Hâlim, altı dili edibâne bir vukufiyetle kullanır: Arapça, Farsça, İngilizce, Almanca, Fransızca ve Türkçe. 11 Haziran 1913’de bir suikasda kurban giden Mahmud Şevket Paşanın yerine Sadrazamlığa getirildiğinde henüz elli yaşındadır. Devrin bir çok aydını ve devlet ricâli gibi, İttihad ve Terakki’nin saflarında yer alması, Said Hâlim Paşanın asıl tâlihsizliğidir. Nitekim hiçbir şekilde Devlet-i Aliyye’nin girmesini istemediği Cihân savaşına girmesi de ordu ve devlete hâkim vaziyetteki fırka paşalarının bir emr-i vâkisi iledir. Savaşa girdiğimizi sonradan öğrenir paşa.
Hasım ve muarızları kendisini İttihad ve Terakki’nin kuklası olmakla tahkir ve tenkid etseler de, şurası bir hakikat ki, bu İslâm havarisinin yalnız başına o devrin bütün yıkıcı şartlarına galib gelmesini beklemek, temenni için bile hayli uçuktur. Zirâ, cihân devletinin yıkılışı bir kaç asır önce başlamış ve hayatını noktalamanın vakti gelmiştir.
1917’de Sadrazamlıktan ayrılmasına rağmen 1919’da İngilizlerin Malta sürgünleri arasında yer alır. Bir müddet sonra serbest kaldığında ise ne işgâl altındaki İstanbul’a dönebilir, ne de Anadolu’ya geçmeyi göze alabilir. Yerleştiği Roma’da, evinin önünde, 18 Aralık 1921’de bir Ermeni komitacının alnına sıktığı tek kurşunla hayata veda ettiğinde elli sekiz yaşındadır henüz. Allah rahmet eylesin.
Said Halim Paşa ve Yalısı
İstanbul’u bilenler için Said Halim Paşa ismini yaşatan eser, göz kamaştırıcı risâlelerini bir arada toplayan “Buhranlarımız” adlı kitabı değil, bugün de Boğaz’ın en güzel yalılarından olan Yeniköy’deki muhteşem yalısıdır. Said Halim Paşa’nın hâtırası ile irfân ve düşünce dünyasına hürmeten bir irfân müessesesi olması gereken bu eşsiz tarihî eserin ticârî bir müessese olarak işletilmesi ise tam bize göre bir hoyratlık, bize mahsus bir kadir nâşinaslıktır.
Yalısını devrinin bütün aydın ve âlimlerine açan Paşa, Rus esaretinden dönen Bediüzzaman Hazretlerine de yalıda ikamet etmesini teklif eder. Maksadı, Bediüzzaman’ın misafirliği ile yalıyı canlı bir irfân ocağına çevirmekdir. Hemen her fâninin sevinçle karşılayacağı bu daveti, karşılıksız hiçbir hediye almayan, devlet ricali ile de arasına belli bir mesafe koyma itiyadında olan Üstad, kibarca reddeder.
Said Hâlim Paşa’yı yâdetme vesilem, son günlerde bir daha okuma ihtiyacı duyduğum parlak eseri. Buhranlarımız’ı Ertuğrul Düzdağ sadeleştirmiş; Tercüman, Binbir Temel Eser serisi içinde neşretmiş. Tercüman kapandıktan sonra İz Yayıncılık kitaba kapılarını açmış.
İslâmcılık düşünce hareketine içeriden tutulmuş bir ayna vazifesi de gören bu göz kamaştırıcı eseri, bu topraklarda yaşayan herkesin okumasını arzu ederdim. Zirâ, tarihin en büyük ve en parlak devletlerinden Osmanlı’nın, devletimizin yıkılışa giderken nasıl bir düşünce ve ruh hâli içinde olduğunu ortaya koyan, mantık ve muhakeme açıkları bulunmayan, çarpıcı tesbitlerle dolu bir hazineden farksız bu kitabdan öğrenebileceklerimiz hâlâ çok hayatî ve çok elzemdir.
Said Hâlim Paşa’ya Allah’dan rahmet dilerken, onun bayraklaştırdığı mefhumlardan “Manevî Vatan”a dair söyledikleri ile bahsi noktalayalım:
“Yine öğreneceğiz ki, her milletin millî kanun ve an’aneleri, üzerinde yaşadığı topraktan daha kıymetli bir 'mânevi vatan' meydana getirirler. Çünkü, insan topluluklarını bir millet haline getiren onlardır. Başka bir kavmin tahakkümü altına düşen millet, arazisini değil, kanun ve an'anelerini kaybettiği için istiklâlinden olur. Üzerinde yaşadığı toprağı çoğu zaman terke mecbur olmadığı ve belki de ondan daha da fazla istifade ettiği halde esirdir, çünkü millî değerlerini kaybetmiştir.
“Bizim gibi vatan toprağını korumak uğrunda asırlardan beri, kanını cömertçe dökmüş olan bir milletin, 'manevî vatan'ına karşı ilgisiz kalıp, sevgisizlik ve saygısızlık göstermesi tasavvuru güç, anlaşılmaz bir hatadır.” (Buhranlarımız)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.