Misafir Kalem
Biz önce kendimizi sadeleştirelim
Elinde eşyalarını taşıdığı bir sepet. Sırtında yetmiş yerinden yamalı bir cübbe. Cübbenin altında beş yerinden yamalı bir gömlek… Ayaklarında, topukları delinmiş bir çift yün çorap ve yıpranmış bir çift lastik ayakkabı…
Said Nursi’ninsadeliğine hayran olmuşumdur her zaman. Sürgünlerde ve hapishanelerde işte bu sade kıyafetleriyle dolaşmıştı Bediüzzaman. Şimdi çıkmış bazı dostlar, ille de sadeleştireceğiz diye tutturmuşlar. Sadeleştirecek bir şey arıyorsanız, önce yaşantılarımızı sadeleştirelim derim ben.
Tam da bir kavram kargaşasının göbeğindeyiz biz. Sade olan biziz de, karışık olan ya da anlaşılmaz olan Risale-i Nurlar mı şimdi? Ya da sade olan bizim seçimlerimiz ve yaşantılarımız da, anlaşılmaz olan Bediüzzaman’ın yaşantısı ve seçimleri mi yani?
TDKsözlüğü şu anlamları veriyor “sâde” kelimesi için: Süsü, gösterişi olmayan, yalın, gösterişsiz, anlaşılır. Sadeleşmek de, yalın bir durum almak, yalınlaşmak gibi anlamlara geliyor…
Bu anlamları düşündüğümde aklıma şöyle bir soru takıldı. Acaba Risale-i Nur’un dili mi daha sade, yoksa bizim şu anda konuşup yazdığımız dil mi? Sadeleştirmeyle kastedilen halkın çoğunluğunun konuşup yazdığı dille yetinmekse eğer yanılıyoruz demektir. İnsanlarımız günde beş yüz ya da bin kelimeyle konuşup yazıyor.
Böyle bir dile sade demekse imkânsız. Bu dil ancak çorak, kısır ya da yetersiz bir dil olarak adlandırılabilir.
Halbuki Almanya’da 7-12 yaşlarında bir çocuğun sahip olduğu kelime hazinesi en az “5 bin” kelimedenoluşuyor. Üniversite bitirmiş kültürlü bir Alman ise en az 22 bin kelime dağarcığına sahip olmak zorunda.
Konuşulan yetersiz dili olduğu şekliyle sabitleştirmek demek olan “sadeleştirmeyi” tanımlamak için en uygun kelime bize göre “cahilleştirme” kavramıdır.
“Sadeleştireceğiz” diyenlerin iyi niyetini sorgulamıyorum elbette. İyi niyetli olduklarından da eminim üstelik. Ama iyi niyet her zaman için gerçeği bulmak, doğruyu yapmak anlamına gelmiyor.
Sadeleştirme arayışı, orijinalden, esastan, asıldan ve tabii ki gerçeğin kendisinden kaçmaktan başka da bir şey değil. Dilin çoraklığına, kısırlığına, fakirliğine teslim olmaktır sadeleştirme. O zaman bu hareketsadeleştirme değil, bulanıklaştırma, karıştırma ya da melezleştirme tabiriyle ifade edilebilir ancak.
Kaynağından ter ü taze fışkırıp gelen zemzemin tadı elbette mahallemizde içtiğimiz suyun tadına benzemeyecek. Tadı alışkın olduğumuz sulara benzesin diye, o saf zemzem suyunu musluk suyu ile karıştırmak sadeleştirmek midir?
Görüldüğü gibi sade dediğimizde, “kaynağından çıktığı şekliyle” anlamını kastetmeliyiz aslında. Katkısız, karışıksız ve tamamen doğal… Alıştığımız ve konuştuğumuz dil, bu yönüyle zaten sade bir dil değil ki!
Alışkanlığa sade dersek eğer, alışmadığımız, doğal ve kaynağından olana; karışık ve anlaşılmaz deriz elbette.
Risale-i Nur zaten kaynağından çıktığı gibi değil midir? Bin yıllık bir medeniyetin bütün birikiminin sade ve saf özlerini bize öğretmiyor mu? Hem sadelik, gelecekten ziyade geçmişin hakkıdır. Yediğimiz sebzeleri, meyveleri, yumurtaları, içtiğimiz sütleri, suları düşünün. Ne de sadeydi her şey eskiden!
Bundan bir yüz sene önce bütün yiyip içtiklerimiz, daha doğal ya da daha sade değiller miydi? Şimdi ise kimyasal katkılarıyla, hormonlarıyla genlerimize kastetmiş gıdalarla avunuyoruz. Katkı ya da değiştirme, sadeleştirmek demek olsaydı, bugün insanlar katkısız olan, doğal gıdaları ararlar mıydı?
Asla, öze, gerçeğe ve orijinale yaklaştığımız ölçüde sadeleşiriz. Gerçekle aramıza perdeler, yeni kelimeler, teviller koyduğumuzda ise karışır ve bulanıklaşırız. Gün gelir, ne olduğumuzu, nereden geldiğimizi bile unuturuz o zaman…
İnsanların şahsi hayatlarında da durum böyledir. Sadelik, modaya ayak uydurmak ya da estetik yaptırmak değil, olduğumuz gibi görünmeyi başarabilmektir aslında. Eğer maksat insanların Risale-i Nur’dan istifadesiyse, bu niyeti “sadeleştirme” gibi “oryantalizm kokan” kavramlarla lekelemeden de bu işi yapmak gayet mümkündü aslında.
Adına şerh derdiniz, açıklama derdiniz, kelime anlamı derdiniz, o zaman böyle bir kavramın psikolojik ağırlığına mahkum olmazdınız tüm zayıflığınızla…
Hem emin olun, kitaplar yaşanmadan yetersizdir hep! Gideceksiniz, o insanın göreceği şekilde“yaşayacaksınız” gerçekleri. İstediğiniz kadar sadeleştirin. Öğütlerini yaşamadıktan sonra, en sadeleşmiş kitabı adamın kafasına fırlatmanızın hiçbir anlamı yok.
Ama biz başlangıçta çiğniyorsak o kitabın düsturlarını, hangi hizmetten bahsedebiliriz ki? O kitabın müellifi bu eserlerin sadeleştirilmesine karşı çıkmışsa eğer, bu karşı çıkışın rağmına yapılacak icraat, hangi hayırlı sonucu doğurabilir?
Risale-i Nur’un hedefi iman dahil taklidi tüm hareketleri tahkiki hale getirmekti aslında. Mana-yı ismiyle değil, mana-yı harfiyle bakmayı öğretmişti bu eserler… Perde değil, ayna olmak gibi bir hedef koymuştu talebelerine.
Bu hedefleri düşündüğümüzde Risale-i Nur’un, insanları oldukları noktadan daha yükseklere çıkarmak gibi bir derdi olduğunu da görürüz. Böyle derdi olan bir eser, neden dilin değişimleri karşısında yenilgiyi kabul etsin ki?
Nietzche, yazdığı eserlerle Alman dilini geliştirdiğini düşünür. Goethe de Alman dilini şiirselleştirdiğini savunur. Gerçekten de bu insanlardan sonraki Almanca, artık eski Alman dili değildir.
Batıda klasikler adıyla anılan eserler, bütün ağır dil özellikleriyle birlikte klasiklerdir. Öğrenciler, ilköğretimden itibaren bu eserleri okuyarak kelime hazinelerini, düşünce dünyalarını geliştirirler.
En az 25 bin kelimelik bir hazine olan Risale-i Nur, eğer Almanya’da Almanca yazılmış olsaydı, çoktan Klasikler arasına girmiş ve şimdi dahi öğrenciler tarafından rahatlıkla okunup anlaşılıyor olurdu.
Liseye giden bir Alman öğrenci, en az 15 bin kelimeyi konuşup yazabilecek, 50 bin kelimeyi de anlayabilecek bir kelime hazinesine sahip. Bunun yanında Eski Latince gibi bir kaynak dili de tüm ağırlığına rağmen öğrenirler.
Çocuklarımızı bin-2 bin kelimelik bir birikimle mezun etme yanlışlığının bedelini Ömer Seyfettin’in, Said Nursi’nin, Mehmed Akif’in eserlerine ödetmeye hakkımız var mı?
Sadeleştirme demek, Risale-i Nur’un dil boyutundaki mücadeleden mağlup düştüğünü söylemek demektir. Mağlubiyetin sembolü olan sadeleştirilmiş bir kitapla, hareketinizin yenik düştüğünü ilandan başka bir şey yapmış olamazsınız.
Halbuki Risale-i Nur, Endülüs’ün, Beyt’ül Hikme’nin, Selçuklu ve Osmanlı’nın ilmi birikimleri olan binlerce kelimeyi ve terimi altın bir tepside getirip önümüze koydu.
İslam medeniyetinin en şaşaalı dönemlerinden miras olan tohum terimleri; ihlas, mevcudat, kâinat, iktiran, ittihad, mana-yı harfi, ihtizaz, istinsah, ihya, tecelli vb. binlerce kelimeyi, bünyemize serpiştirdi bu eserler…
Hem de bu medeniyet dilinin yaşamasını sağlayacak olan o eskimez “harfleri” muhafaza etmek gibi çok anlamlı bir görevi de omuzlarımıza yükledi
Bugün hiss-i kablelvuku, lisan-ı hâl, ittihad, hizmet, Üstad, talebe, hakikat, şakird, Risale, enaniyet, avam, hubb-u cah, itidal, ilhad, düstur, hüsn-ü zan, farz-ı muhal, medrese, ehl-i iman gibi yüzlerce kelime Risale-i Nurlar sayesinde canlılıklarını halen devam ettiriyor.
Bugüne kadar kadim medeniyetimizin dili toplum tabakalarında yeterince yaygınlaşmadıysa, suçlu olanlar yine biziz. Kendi suçumuzun telafisini, sadeleştirme gibi “kaçışlarda”, “geri dönüşlerde” aramaya hiç gerek yok.
Suçumuz ya da zorunluluğumuz şuydu aslında. Medeniyetimizin dilini evlerimize, sohbetlerimize, düşüncelerimize ve hatta düşlerimize has bıraktık. Gündelik yaşantımızın sınırlarından mümkün olduğunca uzak tuttuk onu.
Şimdi ise imkanlar alabildiğince çok. Medeniyetimizin sade ve tertemiz dilini hayatın tam da merkezinde kullanmanın zamanıdır şimdi.
İşte gerçek “sadeleştirme” de budur aslında. Kaynağımıza, aslımıza ve medeniyetimizin asli diline kavuştuğumuzda, o zaman “sadeleşmişiz” demektir işte… (OD)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.