Alaaddin BAŞAR
Bizi geri bırakan İslâm mı?
Bir zamanlar sıkça gündeme taşınan ve bugünlerde yeniden nükseden bir hastalık var: Dinin, terakkiye mani olduğunu sanmak ve Hıristiyan ülkelerden geri oluşumuzun sebebini İslâm dininde aramak.
Bu iddiaya cevap vermeden önce, bazı noktalara işaret etmek isterim.
Birinci nokta:
İslâm dininin ilk zuhur ettiği dönemde, Müslümanlar bir süre müşriklerin baskılarına, zulümlerine maruz kalmışlar, daha sonra devlet haline gelmiş ve bir asır öncesine kadar sürekli ilerlemişlerdir. Asr-ı saadetin bir iman, ahlâk, adalet ve huzur asrı olması bunun en güzel delilidir. Daha sonra Endülüs Emevî Devletinin Avrupa’ya ilimde önder olması, Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin hem ilim hem de sanat sahasında ulaştıkları şahikalar bu tür iddialarla örtülebilecek ve saklanacak cinsten değildir.
Burada İslâm ve Müslüman kavramlarını birbirinden ayrı düşünme gereği ortaya çıkıyor. İlerleyen de Müslümanlardır, gerileyen de…
“Bugün sizin dininizi ikmal ettim (kemâle erdirdim). Üzerinize nimetimi tamamladım. Ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim (İslâm’a razı oldum).” (Mâide Sûresi, 3)
O zaman şu sorunun cevabını aramak gerekiyor:
Bütün devletlerden çok ileri olduğumuz dönemlerde mi İslâm’a daha çok bağlıydık, yoksa geri kaldığımız dönemlerde mi?
İslâm âleminin bugünkü hali, İslam’dan değil, onu doğru anlamamak ve güzelce yaşamamaktan kaynaklanıyor.
İktisaden ilerlemiş devletlere baktığımızda şunu görüyoruz: Onların bu üstünlükleri dinlerinden kaynaklanmıyor. Ne Amerika ne de Avrupa dinî esaslarla idare edilmiyorlar. Yıllar önce yapılan bir ankette Alman gençliğinin yüzde doksandan fazlasının ateist olduğu ortaya çıkmıştı. Bugün de durum fazla değişmiş değil.
İleri ülkelerin en tipik özellikleri kanun hâkimiyetini tam sağlamış olmaları ve toplumun düzeni için konulan kurallara herkesin büyük bir hassasiyetle uymalarıdır. Onlardaki terakkinin kaynağı din değil, bu kurallara tam uyulmasıyla toplumda yerleşmiş bulunan genel kültürdür.
Bir diğer nokta:
Geri kalışımızın sebebi olarak İslâm’ı gösterenlerin, “Kur’anın şu hükümleri ve Resulullah’ın şu hadisleri terakkiye manidir” diye yola çıkmaları ve bu iddialarını ispat etmeleri gerekir.
Üçüncü nokta:
Hıristiyanların bizden ileri olmalarınının bizim İslâm’a bağlılığımızdan geldiğini vehmedenlere bir vazife daha düşüyor. O da, bugünkü teknolojinin ve maddî kalkınmanın esaslarını İncil’de arayıp bulmak ve “Biz bunlardan yoksun olduğumuz için geri kaldık” diye bir gerekçe ile ortaya çıkmak. Bunu yapmaları mümkün değil. Zira İncil’de ne iktisadî hayata, ne de devlet yönetimine dair bir tek ayet mevcut değil.
…
Risale-i Nur Külliyatından Lemaat adlı eserde şöyle bir soruya yer verilir:
“Bir zaman bir sâil dedi: “Madem El-Hakku Ya’lu haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir?”
Yani, “Madem ki hak üstündür, ona üstün gelinmez. Kâfirlerin Müslümanlara, kuvvetlinin haklıya galip gelmesine ne dersiniz?”
Bu soruya, dört ayrı yönüyle, çok doyurucu bir şekilde cevap veriliyor.
Bu cevapta, önce, vesileler üzerinde durulur ve bu hikmet dünyasında vesilelerin, sebeplerin çarpıştığına dikkat çekilir. Müslüman olsun kâfir olsun, her kim ulaşmak istediği sonucun ön şartlarını yerine getirir, sebeplerine, vesilelerine tam riayet ederse, başarı onun olacaktır. Hangi üründen, hangi şartlarda, hangi tekniklerle ve nasıl bir planlama ile verim alınacağı bellidir. Bu şartlara kim uyar, bu vesileleri kim yerine getirirse başarı onundur.
Soruda geçen kuvvet kavramına da şöyle değinilir: “Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var.”
Başarılı olmak, düşmanınıza yahut rakiplerinize galip gelmek istiyorsanız kuvvetli olmaya mecbursunuz. Zira, kuvvetin de bir hakkı vardır. O hakkı kim elinde tutarsa, galip gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Çelikle tahtayı çarpıştırırsanız tahtanın mağlup düşeceği bellidir.
İkinci olarak, konu insandaki sıfatlar âlemi yönünden ele alınır. Bütün güzel sıfatlar Allah kelâmında zikredilmiş ve Resulullah (asm) tarafından da en güzel şekilde sergilenmiştir. Şu var ki, uygulamada nefsin, şeytanın ve nice faktörün etkisiyle, bir Müslüman bu güzel sıfatların tümünü hayatında sergilemeyi başaramayabilir. Yine bir gayr-ı müslim, gördüğü eğitimin ve toplum disiplininin bir ürünü olarak bazı güzel sıfatlara sahip olabilir; bunlar ondaki müslim sıfatlardır. Bir iş görüleceği zaman, kalplerdeki inançlar değil, bu sıfatlar çarpışırlar.
Ticaret hayatından bir örnek verelim: Bilgi, dürüstlük, çalışkanlık, mesai tanzimi, prensip sahibi olmak gibi sıfatlar, ticaretin sonucuna doğrudan tesir ederler. Bir gayr-ı müslim, bu sıfatlara sahipse ve bir Müslüman bu sıfatlardan mahrumsa, o gayr-ı müslimin Müslüman’dan daha zengin olması beklenen bir sonuçtur. Burada kâfir Müslüman’a değil, müslim sıfatlar, gayr-ı müslim sıfatlara galip gelmişlerdir. Ve sonuç, sıfatlar âleminde, yine hakkın olmuştur.
Bu konu işlenirken şu çok önemli bir tespitede yer verilir:
“Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir.”
Hayatın hakkı umumidir, şamildir. Yani bu noktada mümin-kâfir, insan-hayvan farkı yoktur. Kime hayat verilmişse ona rızk da verilir. Rızk; imanın ve ibadetin değil, hayatın hakkıdır. Berikilerin hakkı, ahiret yurdundaki ebedî saadettir.
…
Düşüncelerimizi şöyle sürdürebiliriz:
Allah’ın her isminin tecellisi için farklı aynalar, ayrı zeminler söz konusudur. Bunların çoğu, kişinin inancıyla ilgili değildir. Meselâ, Rezzak isminin tecellisinden daha fazla nasip almak isteyen bir çiftçi, bunun için gerekli şartları yerine getirdiğinde tarlasına daha fazla mahsul verilir. Burada kişinin inancına bakılmaz. Yine, Şâfi isminin kendisinde tecelli etmesini isteyen bir insan, hastalığına faydalı ilacı kullanır. Onun şifa bulmasında da inancına bakılmaz. Çünkü ilaç kullanan kişi, Şâfi ismine müracaat etmeyi bilmiştir ve bunun karşılığı olarak kendisine şifa ihsan edilmiştir. Bu yola girmeyen bir insan, kâmil bir mümin de olsa, şifaya kavuşmayabilir.
Buna göre, bir Müslüman, dünya hayatında, İlâhî isimlerin feyzinden faydalanmayı diliyorsa, hayatının o tecellilere layık bir ayna olmasına çalışmalıdır. Bunu yapmazsa sonuç alamaz. Ama aynı mümin ibadet, salih amel ve ihlas şartlarını yerine getirmekle ahiret yurdundaki İlâhî lütuflara nail olabilir.
Bu şartları yerine getirmeyen bir insan ise, dünyada ne kadar başarılı olursa olsun, cennetten nasip alamaz.
Aynı parçada konunun bir üçüncü boyutuna da dikkat çekilir:
Allah’ın iki ayrı kanunlar manzumesi olduğu nazara verilir. Bunlardan birisi insanın iradî fiillerini nizam altına alan Kur’an hükümleridir. Diğeri ise kâinatın ve içindeki eşyanın nizamını sağlayan kanunlardır. Birincisi bildiğimiz şeriattır. İkincisine de şeriat-ı tekvinî deniliyor; tabiat kanunları bu ikinci şeriattandır.
Kur’an hükümlerine itaat ve isyan edenlerin mükâfat ve cezalarını ekseriyetle ahirette görecekleri, tekvinî şeriata uyanların ve uymayanların ise büyük çoğunlukla karşılıklarını bu dünyada görecekleri ifade edilir. Buna göre tekvinî şeriata uymayan bir mümin, cezasını başarısızlık, sefalet, perişanlık olarak bu dünyada çeker. Bu kanunlara uyan bir gayr-ı müslim ise İlâhî iradeye bilmeyerek de olsa uygun hareket etmesinin mükâfatını bu dünyada görür.
Bu üç madde, başarının yahut başarısızlığın temel sebepleridir. Ve olayların büyük çoğunluğu, bu maddelerin biriyle yahut birkaçıyla açıklanır. Şu var ki, bazen bütün şartları yerine getirdiğiniz halde mağlup düşebilirsiniz. Burada İlâhî takdirin gizli bir hikmet cihetini aramakla mükellefiz. İşte cevabın dördüncü bölümünde bu noktaya işaret edilir; konunun kader ve İlâhî irade yönüne dikkat çekilir. Bu maddede, bâtılın kısa süreli de olsa bazen hakka galip gelmesinin, hakkın inkişafına yardım ettiği, onu daha da güçlendirdiği, parlattığı nazara verilir.
Bu bir İlâhî hikmettir. Ve Hak dostlarına, bu sır ile gelen bela ve musibetlerin ilk üç maddeyle bir ilgisi yoktur.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.