Habibi Nacar YILMAZ
Meal okuyarak nasıl Maocu oldum-3
Günlük eğitim hayatımızdaki tecrübelerden sabittir ki duyduklarımızın çok azı aklımızda kalır. Ama gördüklerimiz veya iştirak ettiklerimiz ise, zihnimizde daha kalıcı yer bulur. Onun için birisinin sözünü dinlerken, o sözün bizdeki tesiri ancak onu söyleyenin hayatına yansıdığı kadar olur. Söylediklerini hayatına da dinleten insan, daha inandırıcı olur ve bu sözleri başkalarına daha kolay iletir. Mesela lise yıllarımda seyrettiğim bir pandomimi, bugün bile hiç unutamam. Bazen de hiçbir şey söylememe gerek kalmaz; yaptıklarınla daha kesin ve tesirli konuşmuş olursun.
Bir gün geniş bir caddede ilerlerken, yere çöp atan gençlere bir şey söylemeden, o çöpü alıp kenarda duran çöp kutusuna attığım için; gençlerin aldıkları hürmetkâr ve mahçup tavrı, hiçbir söz yaptıramazdı onlara. Fakat bir bankamatik kuyruğundayken, sigara izmaritini yere atıp ayağıyla çiğnedikten sonra, çöp kutusuna atmayan genç birine, "Keşke böyle yapmasaydın" dediğimde, yediğim fırçayı da unutamam. Böyle çok örnekler yaşamışımdır.
İşte bu yazılarımda söz ettiğim Fahrettin Şahin kardeşim söze değil de daha çok yaşanana, lisan-ı hale, tavırlara bakardı. Ona göre küçük bir hatamız varsa, onu söyler, "Sana yakışmadı" derdi. Küçük hususlara da dikkat edince, bunun nedenini sorduğumda, "Habib kardeşim, sizler büyük, beyaz bir kâğıda benziyorsunuz; üzerinizdeki küçük bir leke, hemen göze çarpıyor. Bu da insanı rahatsız ediyor" derdi. Bundan da anlamıştım ki bizim için kelâmdan önce temsil gelmekteydi.
Said Nursi'yi okuyup tanıdıkça, onu celbeden en önemli hususun; sorularına onun eserlerinde bulduğu cevaplardan önce, Üstadın hayatındaki sadeliğin ve söylediklerini yaşamışlığının birinci sırada olduğunu gördüm. Bu durum, sohbetlere katıldıkça, oradaki insanlarda da müşahede edilince Fahrettin kardeşimiz çok çabuk ısınmış ve bu da anlatılanları kabulde etkili olmuştu.
Fıtraten mükerrem olduğundan, hakikati arayan günümüz insanının; aceleciliği, zahirperestliği de dikkate alınırsa Ebu Cehil gibi yaşayan fakat Hz. Ebubekir gibi konuşan insanın dilindeki ve elindeki biçâre hakikatlere de talip olunmadığını görüyoruz.
Bir hekime gittiğimizde, bazen günlerce tetkikten geçer, sonunda bir cümlelik teşhise ulaşırız değil mi? Ama teşhisi konulan derdin ilacı da bir dakikada bulunup yazılır. İşte teşhisi yapılmadan ya da haddinden geçecek şekilde verilen derman, bazen dert getirebiliyor.
Onun için, geçen asrın başında, "Biz Kur'an'ı İslamların elinden almadıkça veya onları Kur'an'dan soğutmadıkça, onlara hâkim olamayız" şeklindeki planlardan haberi olan Said Nursi; bu çetin geçecek asra, çare ve derman olsun diye planladığı; yaşadığı üç devrin yöneticilerine de sunduğu, fen ilimlerinin ve din ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite üzerinde ısrarla duruyordu. Çünkü ona ızdırap veren yalnız İslam'ın maruz kaldığı tehlikelerdi. Dünyanın mânevi bir buhran geçirdiğinin teşhisini koyan Üstad; milletin ihyasının da ancak milletin ruhu olan dinin ihyasına bağlı olduğunu ifade ediyordu.
"Bana 'Sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor" haykırışı da ona aittir.
İşte Said Nursi'nin karşısında yanan yangında bugün yanan evlatlarım biri rahmetli Fahrettin Şahin kardeşimdi. İkinci cumartesi sohbetinde de bu sefer, "Şeytan şer olduğuna göre, şerri yaratmakla, Allah da benim işlediğim şerlere ortak olmuyor mu?" sorusunu soracaktık.
Bu sefer ders okuyan, dönemin Rize Milli Eğitim Müdür yardımcısı Cemal Şeref Ramazanoğlu Beydi. Soruyu oradaki insanların bakışları arasında yine ben sormuştum.
Cemal Bey, Mektubat eserinden 12. Mektubu açarak okumaya başladı. Kalabalık ve sessiz bir ortamda, insanı saran yumuşak bir ses tonuyla konuşan Cemal Bey'in her bir kelimesi, sanki bir kurşun gibi zihnimizdeki sis bulutlarını deliyor ve her bir kelime, sanki surda bir gedik açıyordu. Bu izahlar karşısında, rüzgarın nereden estiğinin önemi kalmamıştı artık.
"İkinci sualiniz: Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? Cenab-ı Hak şeytanı ve şerleri halk etmiş, hikmeti nedir?Şerrin halkı (yaratılması) şerdir, kabihin (çirkinin) halkı çirkindir."
"Elcevap: Haşa! Halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. (Şerrin yaratılması şer değil, onu işlemek şerdir.) Çünkü halk ve icad, bütün netaice bakar; kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için hususî netaice bakar."
Demek, şeytan şerdir ama onun yaratılması şer değildir. Şeytan, insan ona uyup dalalet çukuruna düşüp günah vadilerinde yüzsün diye değil; onunla mücadele ederek, meleklerden de üstün bir vaziyet alsın diye yaratılmıştır. Şer olan; bu maksatlar için yaratılan şeytana bizim uymamız, onun sözünü dinlememizdir. Buradaki şerlik ciheti, bize aittir. Başka maksatlar için yaratılan şeytana uymamız, şer olmuştur.
"Mesela, yağmurun gelmesinin binlerce neticeleri var, bütünü de güzeldir. Sû-i ihtiyari ile bazıları yağmurdan zarar görse, 'Yağmurun icadı, rahmet değildir' diyemez. Yağmurun yaratılması, şerdir diyemez." Bunun çok örnekleri verilebilir.
Ateş, bize hizmet için yaratılmıştır. Ama bu hizmetçimize elimizi tutarsak, yanarız. Yandığımızda da ateşin yaratılması şerdir, diyemeyiz. Çünkü ateş, elimizi yakmak için yaratılmamıştır, oradaki şerlik, bize aittir. Hizmetçimizi, bize düşman etmişizdir.
Aynı şekilde, bir gübreyi tarlamıza atarsak bize hizmet veren meyvelere faydalı olur. Ama cebimizde gezdirecek olursak, kokar ve bize zarar verir. Buradaki zarar ve şer yönü bize aittir. Yoksa gübre, cebimizde gezdirelim diye yaratılmamıştır.
Bunun gibi, başta şeytan ve bize zarar veren şeyler, bizzat zarar versin diye yaratılmamışlardır. Onların verdikleri zararlara bakarak, onların yaratılmamasını farz edersek; daha büyük şerlere sebebiyet vermiş oluruz.
Yani şeytan ve şer gibi görünen şeyler yaratılmasaydı, netice itibariyle daha büyük bir şer olacaktı.
Netice itibarıyle, yağmur sen zarar göresin diye; ateş, senin elini yaksın diye; gübre, cebinde taşıyasın diye yaratılmaldıkları gibi, şeytan da sen ona tabi olup günahlara girersin, dalalete düşesin diye değildir.
Yağmur, ateş, kar gibi şeyler sana hizmet etsinler diye yaratıldığı gibi; şeytan da kömür gibi ruhlar elmas gibi ruhlardan ayrılsın diye yaratılmıştır. Yani sen en büyük düşmanın olan şeytanla mücadele eder de o sana değil; sen ona binersen; bu en büyük düşmanınla mücadele sayesinde, cenneti ve ebedî saadeti bile kazanabilirsin. Bu yol, sana açık bırakılmıştır.
Şeytanla mücadele etmeyip en büyük düşmanlarını dost edenlerin işledikleri şerler, hususîdir ve burdaki şerlik ciheti kendilerine aittir, onların yaratılmasına ait değildir.
Belki neticede sayıca çok insan, en büyük düşmanını dost kabul ederek şer işlemişse de kemiyetin (sayı çokluğunun) keyfiyete (kaliteye) göre ehemmiyeti yoktur. Siz bin kilo kömürün içindeki bir kilo altını kazanmak için, o bin kilo kömürü yakmaz mısınız?
Bu ve bir önceki dersten anlamış olduk ki hidayeti de, şer olan dalaleti de Cenab-ı Allah yaratmaktadır. Fakat bunları, talep edip isteyen bizler olduğumuz için de mesul olan da mükafatı görecek olan da biz oluyorduk. Kısa bir dünyada hayatımızı sürdürebilmemizi netice veren bir sürü nimeti, hava ve suyu yaratıp bize sormadan imdadımıza gönderen Rabbimiz, sonsuz bir ebedî saadeti netice verecek 'hidayeti' yaratıp bize hediye etmeyi ise, cüz-i irademizi sarf edip O'na yönelme şartına bağlamıştır. Dünyadaki nimetleri birer sebebe bağladığı gibi, hidayetimize vesile olsun diye de peygamberler, kitaplar indirmiş, alimler vazifelendirmiştir. Hidayeti talep etmeyip ısrarla dalaletin kapısını çalan bir insan ise, kendi talebiyle şerre ve dalalete düşmüş olacaktır.
Fahrettin kardeşimle, bundan sonra sohbetlere devam etmiştik. Düştüğü dalalet ve şüphelerden kurtulmuştu. Sonra bunu, yaz tatillerinde gittiği köyünden, Rize'de olan dostlara mektupla da bildirmiş. Tam kırk dört yıl önce yazdığı bu mektuplardan, maalesef benim haberim yoktu. Rahmetli Murat Hutoğlu abimize yazdığı, benden de sitayişle bahsettiği iki mektubu, Murat abinin oğlu dostum Hasan Hutoğlu, bir vesileyle bana ulaştırdı. Bu yazıları da onun üzerine, ona bir rahmet duası olsun diye yazmış olduk
Evet dostlar, bizi bekleyen bir saadet ülkesinde açılmak üzere gönderdiğimiz hayat kaydımızı, hayalen de olsa seyrettiğimizde huzur duyabiliyor muyuz acaba?
Selam ve dua ile.
Yazarın görüntülü sohbetleri: https://www.youtube.com/channel/UClcxDfhJE-MJhh_KbhrKqfQ
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.