Ahmet AY
Bizim mahalleye neler oluyor?
"Bence yol ikidir: Mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver'e, Venizelos ile beraber Said Halim'e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir." Münazarat'tan.
Bir askerlik anısıyla başlayayım. Fakat önce kışladaki düzenimizi azıcık çıtlatmam gerek. Efendim, biz, üçü hizmet ve biri de muhafız bölüğü olmak üzere, dört bölük aynı albaya bağlıydık. Bu bölüklerden üçü aynı binada kalırdı. Benim dahil olduğum üçüncü hizmet bölüğüyse başka bir binada ikamet ederdi. Neyse, gel zaman git zaman, muhafızdan birisi karıştığı bazı olaylardan dolayı bizim bölüğe yollandı. Bu arkadaşın, eğer muhafızda kalırsa, başına birşeyler gelmesinden korkuluyordu. Sonra, nasıl olduysa bu durum unutuldu, yeni alınan kararla bütün birliklerin aynı binada komutanlık saatine katılması emredildi. Doğrusu aradan bir parça da zaman geçtiği için kimse endişelenmedi. Toparlandık gittik.
Tabii 'komutanlık saati' denilen derse gidilir gidilmez başlanmaz. Öncesinde isteksiz askerler ağır ağır kantinde toplanırlar. Fakat o da ne! Biz kantine gidince pek de isteksiz olmayan askerlerle karşılaştık. Sonra anlaşıldı ki bunların istekleri komutanlık saatine değilmiş. Muhafız birliğinden malum arkadaşı almaya gelmişler. Kendi bölgelerine götürüp hınçlarını alacaklar. Tabii bizim bölüğün kabadayıları da bu işi izzet-i nefislerine sığdıramadılar. "Siz kimsiniz lan bölüğümüzden adam alıyorsunuz!" diye başlayan diyalog birkaç dakika içinde kavgaya dönüştü. Kantinde sandalyeler havada uçuşmaya başladı.
Hülasa: Muhafız birliğinin komutanı gelip olayları durdurdu. Ancak bizim çavuştan da kendi bölüğünden kavgaya karışanları teslim etmesini istedi. Bizim çavuşsa, normalde kendisinden beklenmeyen bir aslanlıkla, çünkü hiç öyle birisi değildi, 'böyle birşey yapmayacağını, komutasındaki askerlere cezayı ancak kendi komutanlarının verebileceğini' söyledi. Yediği tokada rağmen de tavrından dönmedi. Muhafızın komutanı da bir-iki daha küfrettikten sonra, baktı mesafe alamıyor, üstelemedi. Bizi kendi bölüğümüze dehdehledi.
Ertesi gün içtimada bölük komutanımız dünkü kavganın sorumlularının tek tek karşısına dizilmelerini emretti. Önce çavuş çıktı. Sonra kavgaya karışan erler çıktı. Sonra da 'kavganın yüzünden çıktığı' arkadaş çıktı. Komutan sordu. Dinledi. Doğrusu ben arkadaşların kesin bir ceza alacağını düşündüm izlerken. "En azından birer tokat yerler!" diye tahayyül ettim. Fakat, arkadaşım, hiç sandığım gibi değil. Bambaşka birşey oldu. "Aferin aslanlarım!" dedi komutan. "Bu çocuk it de olsa artık kapımızın itidir. Cezasını biz veririz. Başkasına teslim etmeyiz. Gözlerinizden öpüyorum. Varolun. Bir daha olursa aynısını yapın. Arkanızdayım."
Bu mevzu bana Bediüzzaman Hazretlerinin 'kardeşlik hukukunu' üzerinden anlattığı aşiretleri anımsattı. Yerinden alıntılayayım: "Medar-ı ibret bir hikâye: Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi."
Devamında verdiği dersse işte tam bugün hatırlanması gereken cinstendi: "İşte, ey mü'minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? (...) Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal'an, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal'a-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl."
En son Ebubekir Sofuoğlu Hoca vakasında da aynı soruyu sordum kendime: Bizim mahalleye neler oluyor? Neden karşı mahallenin saldırılarında kendi öz-bir kardeşini dövmekten zevk alan grupları-bireyleri var? Nasıl bu kadar ağız suyu akıtılarak bu işler yapılabiliyor? Doğrusu ben de Bediüzzaman'ın verdiğinden isabetli bir cevap bulamadım. Bulamıyorum. Galiba 'ahirzaman müslümanı' askerini başkalarıyla birlikte dövmekten keyif alıyor. Mahallesinin şuuruna, ahlakına, kardeşliğine, izzet-i nefsine sahip değil. Hatta öylesine de şehvetle peşindeki bu işin 'kardeşinin hakikaten ne söylediğine' dönüp bakmıyor bile. Bu fecaat durum, tıpkı yukarıdaki metnin devamında mürşidimin dediği gibi, Deccal'e-Süfyan'a karşı mağlubiyetimizin hiç sonlanmamasına sebep oluyor. Çünkü bizim bölüğün bir kısmı karşı tarafın gönüllü askerleridir. Düşmanına karşı düşmanıyla hücum eden elbette ikbal elde edemez. Cephelerimizin bu kadar sık düşmesinin sebebi de budur. Sayı azlığından kaybediyor değiliz. Fakat halimize bakan 'aynı bölüğün askerleri' de demez. Halimiz şuncadır arkadaşım.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.