Erdem AKÇA
Borçlanma ve faiz
Geçmiş ve günümüzün iktisadî problemlerinin birçoğunun kaynağı olan faiz, borçlanma müessesesinin su-i istimalidir. Borçlanma, hakikat noktasında bütün ekonomiler için olmazsa olmaz bir şart ve ebedî değişmez bir kanundur. Bir ekonomide borçlanma düzenli ve aktif işledikçe piyasalar taze ve akışkan bir sermaye kaynağı elde ettiği için canlanır ve o ülke de kalkınmaya başlar.
Bir ekonomide var olan borçlanma sisteminin koruyucu sigortası ve onu ayakta tutan unsur, taraflar arasındaki güven duygusudur. Bu güvenin menbaını, doğruluk ve ahde vefa teşkil eder. Din, bu noktada insan fıtratının eğilip bükülmeye müsait plastik yapısını hesap ederek borçlanmayı yazılı hale getirip borcu resmîleştirmeyi emreder. Tâ ki taraflar arası güven tam manasıyla hâsıl olsun ve muhtemel mağduriyetler yaşanmasın.[1] Ekonomi ve medeniyetler tarihi şahittir ki, verilen sözün sened olarak algılandığı ve sözünü yerine getirmenin, namus ve din[2] olarak görülüp yaşandığı bütün piyasalar huzurlu ve yekpare bir bünye gibi çalışmıştır. Bu noktada Hz. Peygamber’in (ASM) “Dürüst tüccar, mahşerde peygamberler, sıddıklar ve şehidler ile beraber diriltilecektir ”[3] sözü muazzam bir sosyal hakikati bildirip önemine dikkat çekiyor. Osmanlı devleti, dürüst tüccar ve esnaflarını Âhilik teşkilatı ile yetiştiriyordu.
Buna mukabil yalan mikrobunun girdiği toplum ve ekonomilerde, taraflar arası güven kalamaz. Borçlanma, ekonomiler açısından zaruri bir ihtiyaç olduğu için tefecilerden borç almak bu durumda mecburi bir hal olarak ortaya çıkar. Tefeciler ise, borç alanın yalancılıkla kendisine zarar vermesini engellemek için, alacaklarını temin etmede mafya ve çetelerle iş birliği yaparlar. Bu açıdan tefecinin faizinin varlık sebebi ve beslendiği ana kaynak tüccarların yalanları ve sözlerinde durmamaları olduğu gibi, mafya ve tahsilat çeteleri gibi yeraltı dünyasının karanlık ve kirli yapılarının varlık ve devam sebebi de yalan ve sözünde durmamadır. Bu açıdan ekonomiyi düzeltecek ve faiz belasından kurtaracak ana unsur doğruluk ve güvenin toplumda ihya edilmesidir. Herhangi bir ekonomide bir birine güven unsuru yerleştikçe, kişiler arası borçlanabilme potansiyeli de artar. Bir ekonomide borçlanma ve borçlanabilme potansiyeli arttıkça, piyasa daha da canlanır ve uluslararası sermaye akışı için dahi cazip bir saha hâline gelir. Fakat yalanların doğurduğu güvensizlik ortamı, borçlanmayı azalttığı gibi piyasadan yerli ve yabancı sermayenin kaçışına da yol açar.
Hibeler ve geri ödemesiz krediler, borçlanma kadar ekonomiye likit kaynak temini açısından önemli diğer kaynaklardır. Çünkü devlet, durgunlaşan ve monotonlaşan ekonomik yapıyı verdiği hibelerle açar. Faize dayanan kapitalist ülkelerde dahi hibe çok mühim yer tutuyor. Yapılan bir araştırmaya göre Amerika Birleşik Devletleri’nde 1980 yılında yapılan 299,1 milyar dolarlık yatırımın sadece 28,2 milyarlık kısmı faizli kredi yoluyla gerçekleştirilmiştir.[4] Yani %10’dan daha az… Demek ki faizsiz krediler, hibeler ve devlet destekleri kapitalist Amerikan ekonomisinin sıcak para kaynaklarıdır.
Evet âtıl duran sermayenin ekonomiye katılmasının fıtrî yolları borçlanma, hibeler ve geri ödemesiz krediler olduğu gibi en büyük ve güçlü bir dinî yolu da zekâttır. Zekât, üretilen maldan ve ticârî kârdan alındığı gibi, birikmiş emek olan durağan mal ve paradan da alınır. Semavi dinler, zekât müessesesiyle gelir dağılımındaki uçurumu kapattığı gibi, ihtiyaç sahiplerinin iç dünyasında zenginlerin mal ve servetlerine karşı olumsuz duygular uyanmasını da engeller. Bu olumlu hal ise, toplumsal barışı sağlar. Zekât, elinde parayı tutmayıp harcayacak konumda olan kişilere verilmesiyle piyasa bünyesine taze bir kan şırınga etmek gibidir. Bu şekilde ekonominin canlanmasına vesile olur. Zekât aynı zamanda, ferdler arasında güveni tesis edecek bir özellik de taşıyor. Çünkü fakir bir kişiye, merhamet ile yaklaşıp zekât ile ihtiyacını gideren bir zenginin meşru kazancına karşı o fakir hürmet hissettiği gibi, onun hayırseverliğini de sevip takdir eder. Zekâtını düzenli şekilde vererek fakirlerin ihtiyaçlarını gideren bir zengine karşı ister istemez bütün insanlarda bir güven duygusu oluşur. Bu açıdan Kur’an çarpıcı bir ifadeyle zekâtlar için “ sadaka ” der.[5] Yani Allah’a verilen tevhid sözüne, “ Mülkün Allah’a ait olduğu ve kendisinin ise bu mülke bir emânetçi olduğu ” inancına sâdıklığın bir göstergesi... Zekâtın sadaka yönüyle verdiği sadâkat havası, toplumda güven ortamı hasıl eder. Bu güven ortamı ise, piyasayı günden güne hem diriltir hem gençleştirir.
Nasıl ki bedende bulunan kanın dolaşım hızı bedenin dirilik ve gençlik seviyesini gösterir ve bu da, kalp atış hızı ile belli olur. Yaşlıların kalp atış hızı yavaş iken, bebeklerin ve gençlerin daha fazladır. Aynen öyle de bir piyasanın gelişmeye açıklığının, gençliğinin ve gelişebilirliğinin göstergesi de piyasada paranın dolaşım hızıdır. Bu dolaşım, piyasada diriliği ayakta tuttuğu gibi, devletin yeni para basmasına ihtiyacı da ortadan kaldırır. Bu sayede fazla para basmanın sebep olduğu enflasyonu da engeller. Ayrıca piyasadan parayı emip durgunluk veren ve tedrîcen öldüren faiz oranlarını da düşürür.
Evet tedavülde 40 trilyon Türk Lirası bulunduğunu var sayarsak, paranın dolaşım hızıyla bu para yılda 10 defa el değiştirse, piyasada 400 trilyon Türk Lirası var görünür. Bu şekilde piyasada hakikaten mevcut olan 40 trilyon TL, ülke ekonomisine ve fertlerin bütçesine 400 trilyon TL olarak yansır. Dolaşım hızı eğer 2 ise, ülke ekonomisi 80 trilyon şeklinde görünür. Bu açıdan piyasaya parayı çekmek ve onu kan dolaşım sistemi gibi süratli işletmek ekonomi bilimi açısından çok önemlidir. Dolaşım hızının yüksekliğinin oluşturacağı görüntü, Türk lirasına karşı talebi artıracaktır. Çünkü canlı ve akan bir piyasa, yatırımı çeker. Piyasa ise, TL üzerine döneceği için yatırımda kullanmak üzere Türk Lirası talebi olacaktır. Para miktarı ise, sabit olduğundan artan talep, paranın kıymetini yükseltecektir. Bu ise, kur seviyesini düşürür. Bu da, Türk Lirasının uluslararası piyasalarda değerini artırarak Türkiye’yi diğer ülkelere karşı daha güçlü ve zengin kılar. Bu haliyle, ekonomi genç ve kuvvetli bir bünye haline gelir.
Ekonomiyi canlandıran ve piyasaya sıcak para aktaran diğer dinî unsurlar ise sadaka[6], infak ve bağış gibi kanallardır. Bu açıdan İslamî ekonominin likit kaynakları dünyevi ekonomilerden daha fazladır.
Borçlanma ve kardeşleri âtıl sermayeyi piyasaya kazandırıp ihya etmesine mukabil faiz ve türevleri, diri olan piyasadan parayı çektiği gibi insanları tembellik ve rehavete de atarlar. Faiz, ayrıca üretim maliyetlerini artırıp kendini risksiz bir geçim kaynağı olarak sunduğundan, ekonomik bünyelerin can düşmanıdır. Bu açıdan piyasanın canlılığını, insanların faaliyetini ve üretkenliğini isteyen ve doğruluk üzerine kurulan bütün semavi dinler, faizi haram kılmışlardır. Doğru ve yalanın karışık olduğu bütün beşerî sistemler ise, mecburen izin verdikleri faiz sisteminin sancılarını daima çekmiştir.
Fâiz müessesesinin insanlık tarihinde başlama sistematiğine Hz. Peygamber (ASM) Veda hutbesindeki şu ifadesiyle işaret eder: “Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. ” Her bir insan, gerek “ ihtiyat akçesi ” mantığıyla gelmesi muhtemel kara günler için, gerekse daha büyük iş fırsatları elde etmek ve yatırım yapabilmek için birikim yapar. Bu manada birikim yapmak, insanlık dünyasındaki değişmez bir kanundur. J. M. Keynes, insanlığın daha çok kötü günlere tedbir olsun diye birikime yöneldiğini vurgular. Fizyokratlar ve Merkantilistler[7] ise, yatırım amaçlı olarak birikim yapıldığını savunurlar. Yapılan bu birikimin muhafaza edilmesi, sermaye birikimiyle birlikte gündeme gelen zaruri bir sonuçtur. Evde veyahut iş yerinde tutulan kasalar, yapılan gizli düzenekler ve muhafaza araçları bu biriktirilen sermayeyi koruma gayelidir. Ta ki her toplum binasında bulunan hırsız fareler kirli ellerini onlara uzatmasınlar. Kendi imkânlarıyla bu sermayeyi koruyamayacağını düşünen kişiler, belirli bir koruma ve muhafaza bedeli karşılığında sermayelerini bir “yed-i emin”e [8] teslim ettiler. Şu anki bankalar dahi açtıkları mevduat hesapları, kıymetli taşlar ve değerli evrakları saklayan kasaları ile aslî kuruluşlarının bir yed-i emin ekseninde olduğunu gösteriyorlar.[9]
Yed-i eminler ise, zaman içinde ellerinde biriken sermayeyi gerek kendi tercihleriyle gerekse kendilerinden talep edenlerin ısrarı sonucunda riske girerek borç olarak verdiler. Borç verilen miktarın kullanma bedeli olarak da borcu alan kişiden ekstra para talep ettiler. Ekonomik manada fâiz, bu kullanma bedeline verilen isimdir. Bu şekilde faiz uygulaması tarihte başlamış oldu. Hz. Peygamber (ASM) faiz ve yed-i emin ilişkisini vurgulayarak, problemin tarihî kaynağını birkaç kelimede gözler önüne seriyor.
Fakat bir kişinin kendine emanet edilen mal ve parayı sahibinin izni olmadan kullanma hakkı yoktur. Eğer kullanıp onun sermayesini zarara uğratsa bu bir hıyanet olduğu gibi, onunla kendi lehine bir kazanç elde etmesi de bir zulümdür. Sermaye kiminse, kâr onundur. Hz. Ömer’in (RA) oğlu Ubeydullah kendisine emanet edilen Hazine’ye ait zekât malıyla ticaret yaparak kâr elde eder. Zekât malı ve kârı ile Medine’ye gelen Ubeydullah’ın kârı kendine ayırıp anaparayı Hazine’ye vermek istemesi üzerine Hz. Ömer (RA) müdahale eder. Sermâye kiminse kâr onundur, mantığıyla tamamını alarak Hazine’ye koyar.
Bu ve benzeri durumlardan dolayı yed-i eminler, yaptıkları bu işi meşrulaştırmak için sermaye sahibine “kâr payı ortaklığı” teklif ettiler. Bu sayede faizli kredi sistemi tam manasıyla ortaya çıkmış oldu.
Hz. Peygamber’in (ASM) Medine’de en çok mücadele ettiği kesim, semavi dine mensup olmalarına rağmen ticarî hayatı faiz ve sermaye ile avucunda tutan Yahudilerdi. Tarih boyunca faiz sancısını bütün insanlığa çektirenlerin başında da Yahudiler ve faiz lobisi gelir.
Evet, iktisat tarihini incelediğimizde görüyoruz ki, tarihteki ilk resmi bankerler Lombardiya’lı Yahudilerdir. Şu an dünyada mevcut faiz lobisinin hâkimi olan kesim de Yahudi milletidir. Yahudiler faiz lobisini kurmaya, faiz ve bankacılık gibi yollarla gayr-ı meşru servet edinerek dünyada tutunmaya ve varlıklarını devam ettirmeye kendi kendilerini mecbur ettiler. Çünkü M.Ö. 6 yüzyılda yaşadıkları meşhur Babil sürgününden sonra sürgüne giden Yahudiler, sürgüne gitmeyen Yahudilere 2. sınıf insan muamelesi yaptılar. Ayrıca bir kişinin hakiki Yahudi olabilmesi için Yahudi bir kadından doğmayı kesin bir şart olarak kabul ettiler. Doğumlardaki kız ve erkek oranlarının yaptığı sınırlama, diğer milletlerin saldırıları ve savaşların da çoğalmayı engellemesi Yahudileri azınlık bir ırk olarak kalmaya mecbur etti.
Sosyolojik bir kanundur ki, bir millet ve devleti dünyada tutan ya nüfusu veya servetidir. Yani ya askerî gücü veya ekonomik gücü… İbn-i Haldun’un ifade ettiği üzere çoğalan nüfus, bir millete askerî güç verdiği gibi, taze iş gücü kaynağı ve zaruri ihtiyaçlarla büyüyen bir piyasa da hediye eder. Nüfusu çoğalamayan bir milletin varlığını devam ettirmesi için mal ve sermaye birikimine yönelmesi mecburdur. Tâ ki güçlü olsunlar. Yahudiler bu mecburi yola girdiler. Haklı ve meşru kazanç ve birikim ise, emek ve sanatla elde edildiği, bu ise işgücü ve nüfus çokluğuna dayandığı için sermaye birikimine ve gücüne muhtaç olan Yahudiler mecburen haksız ve kolay kazanç yolları olan[10] tefecilik, faiz ve saire yollara başvurdular. Bu suretle asırlarca biriken kirli kazançları ile dünya siyasetine hâkim olmaya çalıştılar. Kur’an çok açıkça bildiriyor ki: “ İsrâil oğulları kurdukları ve işlettikleri faiz lobisi ile 2 büyük fesat olan dünya savaşlarının sebebi olacaklar. Bu savaşların ilkinde suçlu olarak onlardan şüphelenilecek ve câsuslar onları araştıracak. Fakat 2. fesadda kesinlikle ve kötü bir şekilde katledilecekler. ”[11]
Yahudiler, mukaddes kitapları olup onların Allah ile aralarındaki ahid olan Tevrat’ta, Nebi Hezekiel tarafından bütün herkese karşı haramlığı açıkça ifade edilmesine rağmen faizi, yalnızca kendi aralarında haram saydılar. Başka milletlerin mallarını faizle yemeyi kendilerine mübah görüp büyük felaketlere yol açtılar. Kurdukları faize dayalı bankacılık sistemini bütün dünyaya yaydılar. İslam âlemi de, banka müessesesine direnemedi; ya aynen veya finans kurumu şeklinde faizden arındırmaya çalışarak kabul etti.
Evet faizde bir kazanç vardır. Fakat bu kazanç, ticarî kazanç ile aynı değildir. Faiz kazancını, ticarî kazançtan ayıran en önemli kriter faizde zarar ihtimalinin olmamasıdır. Faizde kişi sermayesini iç içe kaleler şeklinde garanti altına alır. Fakat ticarette kâr ve zarar, servet ve iflas şeklinde bütün ekonomik hakikatler kendilerini gösterirler. Bu cihetten faiz, haram; ticaret helal kılınmıştır.
Ticaret, dinin ruhuna uygundur. Çünkü ticaretin getirdiği servet birikimi ve kazanç, insan fıtratını memnun edip şükürle güçlendirir. Servetin erimesi ve zarar etmek ise, insan fıtratını terbiye eder ve maddeci nefsi aştırarak kişinin ticaretine kutsallık kazandırır. Daima kazanan bir sistem, Cehennem[12] gibi bencildir. Daima yutmaya, almaya ve biriktirmeye çalışır. Devamlı kazanan faiz sistemi bu haliyle uzayı kendi içinde düren ve katlayan bir kara deliğe ve bencil bir Cehenneme benzer. Buna mukabil ticaret müessesesi, kâr-zarar şeklinde alıcı-verici yapısıyla zikzaklar çizen bir kalp grafisi ve nefes alıp veren bir beden gibidir. Hayattaki zikzaklar canlının bünyesini sabır-şükür içinde işlettirdiği ve geliştirdiği gibi, ekonomideki kâr ve zarar zikzakları, daralma ve genişlemeler de piyasayı güçlendirip dirençli ve diri tutuyor.
Faizin, dış dünyada da yeri yoktur. Çünkü faiz, devamlı büyümedir. Oysa kâinattaki İlahî düzen ve ekolojik yapıda devamlı büyüme ve gelişme yoktur. Canlı bünyeler, bir bina gibi belirli bir noktaya kadar büyürler. Sonrasında o bünye meyvesini verir ve küçülmeye başlar. Cansız nesneler ise yıldızlar gibi, küçülerek varlıklarını devam ettirirler. Bu açıdan faiz sistemi, kâinat ve fıtratta yeri olmayan bir uygulama ve fuhuş gibi kötü bir yoldur. Bundan dolayı fıtratın dili ve şuurlu hali olan semavi dinlerin tamamı faizi reddeder ve yasaklarlar.
Bu faiz-ticaret farkına dayanarak rahatlıkla diyebiliriz ki, bir kurum isterse adı İslamî Finans olsun, kendisine para yatıran kişiye “Kâr-Zarar Ortaklığı” şeklinde bir beyanda bulunarak imza almıyorsa vereceği ekstra para kâr değil, faizdir. İslamiyet bir tarafın sermaye diğer tarafın emek ortaya koyarak oluşturacağı bir işbirliğini kabul eder. Buna “mudârebe” adını verir. Fakat mudârebede, kâr da zarar da ortaktır. Bir finans kurumu mudârebe usulüyle çalışıyorsa katılımı câiz; kâr-zarar beyanı yapmayıp mevduat sahibine devamlı kâr veriyorsa kazancı şüpheli ve fâize yakındır, denilebilir.
Ekonomistlerin birçoğu fırsat maliyeti ve sermayenin potansiyel büyüme özelliğinden yola çıkarak, faiz gelirini meşru göstermeye çalışırlar. Fakat bu, tutarsız ve birçok yönden de akla zıttır. Çünkü meşru yolla elde edilmiş tertemiz ve üstünde kimsenin hak iddia edemeyeceği bir kazancı faizin kirli çamuruyla bulaştırmak ve haksızlığa alet etmek geçmiş emeklerini zayi etmektir. Hem elde ettiği meşru sermayeyi ölü ve durgun bir birikim aracı olan altın, gümüş, nakit para gibi çoğalmayan nesneler ile stoklamak diğer bir ekonomik zaaf ve şuursuzluktur. Çünkü koyun ve keçi gibi, hem kısa sürede üreyebilen, hem geometrik seri şeklinde çoğalan, hem eti-sütü-kılı ve saire her yönüyle bir bereket ve ürün fabrikası konumunda olan canlı ve çoğalabilen malları kendine birikim aracı yapabilirdi. Bu şekilde bir birikimle, et ve süt gibi besleyici, kıl ve deri gibi koruyucu malzeme ve maddeleri o canlı ve üreyen sermayeden elde etmek fırsat maliyetini azalttığı gibi, elde edilen yavrularıyla da kişi sermayesini katlar ve çoğaltır. Böyle bir birikim insanlığın zaruri ihtiyacı olan bu madde ve malzemeleri sonuç verdiği ve bunlar kısa sürede nakde çevrilebilecek bir konum arz ettiği için de likiditesi yüksek bir mal gibi manzara sergilerler. Bu açıdan kazancını canlı sermaye yapmak, birikim içinde birikimdir.
Evet, evet, evet… En büyük ve ölmez ticaret hayata, hayatın kalitesini sağlayacak maddi ve manevi ürünlere yatırım yapmak; birikimini de, yine hayatlı nesnelerle yapmaktır.
Bazıları ise enflasyon rakamlarını, faizi meşrulaştırmak için gerekçe göstermeye çalışıyorlar. Bu da tutarlı bir çözüm olamaz. Çünkü enflasyon arz ve talebe göre artıp azalabiliyor; pozitif çıkabildiği gibi negatif de çıkıyor. Bu ise, sınırı belirsiz bir durum oluşturuyor. Sınırı belirsiz bir mesele hakkında, kesin hüküm verilemez. Bu açıdan bazı İslam âlimlerinin enflasyona dayanarak “Paranın alım gücünü koruyacak derecede faiz almak câizdir” sözü tutarsızdır. Ayrıca Hz. Peygamber (ASM) döneminde de arz ve talep kanunu geçerli idi. Medine’de dalgalanan bir piyasa ve enflasyon vardı. Fakat O (ASM) narha müdahale etmediği gibi narhı sebep gösterip faize asla izin vermedi. Din eğer zarar kesin ise, zarara uğrayanı korumak ve tedbir almak ister. Enflasyonda ise, %100 kesinlik arz eden bir zarar durumu bulunmuyor ki, faize cevaz verilebilsin.
Mısırlı Abdülaziz Çaviş, Reşid Rıza ve diğerlerinin Âl-i İmran suresi 130. âyetteki “ed’afen mudaafaten” ifadesini “kat kat riba” [13] şeklinde anlayarak “İslam’ın yasakladığı faiz sadece katlamalı faizdir; katlamalı olmayan faiz alınabilir” şeklinde verdikleri hüküm Kur’anın bütünlüğü ve din açısından tutarsızdır. Çünkü bu ifade “kat kat zayıflatılmış haliyle riba” olarak da anlaşılabiliyor. Yani faizin en küçük haliyle dahi haramdır, demek istiyor. Zaten bu âyet ribayı kesinlikle yasaklayan âyetlerin arkasından gelmişti. Mantık ve usul-u fıkıh ilmine göre “Faiz yasaktır” denildiği zaman faizin ileri seviyesi olan “Katlamalı faiz de yasaktır” denilmiş olur.[14] Fakat insanların iç dünyasında enflasyon gibi bahanelerle “Küçük oranlı ve kişinin alım gücünü koruyacak derecede bir faiz alması caiz olabilir mi?” sorusunun zihne gelmesi mukadderdir. Âyetin bu tarzda anlaşılması o mukadder soruya cevap olması itibariyle daha tutarlı, daha doğru, Kur’anın bütünlüğüne ve Hz. Peygamber’in (ASM) sünnetine daha uygun ve yakın bir anlayıştır. Bu tarz bir anlayış Arapça grameri açısından ve kelime kökü itibariyle da gayet mümkündür.[15]
İslam fıkıh uzmanları fâizle ilgili âyetlerin yasaklama sürecini inceledikleri zaman gördüler ki: Nüzul tarihleri farklı olan bu âyetler, faizin yasaklanmasında tedrîcî bir yol takip ederek faize karşı önce sitem ve ta‘rizde bulunmuş, daha sonra açık ve kesin bir ifade ile onu yasaklamış ve faizde ısrar etmenin Allah’a ve Resulü’ne bir nevi savaş açma olduğunu bildirerek veya faiz uygulamasının farklı yönlerine dikkat çekerek bu yasağı teyit etmiştir. (DİA, Faiz maddesi.)
Prof. Dr. Hayreddin Karaman ve benzeri âlimlerin, “Mesken, insan için zaruri bir ihtiyaçtır. Zaruri ihtiyaçlar ise, haramı helal eder. Bu açıdan zaruri ihtiyaç olan bir meskeni satın almak için faizli tüketim kredisi çekmek caizdir” fetvası, dinin kutsallığı ve bütünlüğüne zıttır. Çünkü insan için, bir meskende yaşamak ve barınmak zaruri ihtiyaçtır. Mesken sahibi olmak değil… Hayreddin hocamızın, hükmün menâtı (dayanağı) olarak “zaruret”i değil de mesken lafzındaki “sükûnet”i alması çok şaşırtıcı… Ev, aynen yiyecek-içecek gibi hayatî olması ve hususi manada canlılığı koruması açısından zaruridir. İnsan eğer barınamazsa soğuk ve sıcağın etkisiyle ölebilir. Bu fıkhî kuralın ana dayanak noktası güçlü ölüm riskidir. Bu açıdan Hayreddin Hocamızın evin sükunet vericiliğini zarurete dayanak göstermesi kökle değil dalla uğraşmak gibidir. Kişinin evini kişiye sükûnet bulacağı mesken haline getiren şey, Hocamızın dediği gibi, evi satın almakla gelecek endişesinden sıyrılmak değildir. Kişiye evini mesken kılan asıl unsur, imanın verdiği kuvvet ve nur ile Allah’a tevekkül etmek ve teslim olmaktır. Ömrü boyunca kirada yaşayan ve Allah’a imanın verdiği sükûnetle kiraladığı her evi kendisi için meskene dönüştüren sayısız Müslüman’ın varlığı bu fetvayı ıskat ediyor.
Hayreddin Hocamızın “Tüketim kredisi genelde caiz değildir ama faizli üretim kredisi çekmek caizdir” sözü iktisad bilimi ve dinî açıdan tutarsızdır. Çünkü üretim amaçlı kredi çeken bir kişinin yapacağı yatırımın kötü sonuç vermesi de muhtemeldir. Bu durumda yaşayacağı zarar ikiye katlanacak... Borç alan kişi böyle bir durumda hem borcu hem faizini ödeme külfeti altında ezilecek. Dinin ruhundaki şefkat bu mağduriyete müsaade edemez. İslam’ın devlet hazinesinin temel bir kaynağı olan zekât, borç yükü altında ezilip iflas eşiğine gelenlere[16] verilebildiği gibi, hibe tarzında veya borçlanma şeklinde faizsiz olarak, iş teşebbüsünde bulunanlara da verilebilir. Ayrıca faize bulaşmaktan kaçma ve kaçınma bir takvadır. Takva niyeti ekseninde kişi ve kurumlardan borç aramaya başlayan bir ticaret erbabı mutlaka bir iş ortağı veya finansör bulacaktır. Kur’anda kesin bir vaad-ı İlâhî var: “Siz takvalı olun, Allah sizin bir çıkış yeri açacak.”[17] Bu manada üretim kredisinin alternatif çözümleri bulunabildiğinden… Hem kredi çekeni daha ağır bir yük altına sokabildiğinden ve bu sıklıkla vaki olduğundan… Hem faize başvurmakla Allah’a ve Resulü’ne savaş açma durumuna düşüldüğünden ve bu feci halden takvayla kaçınan kişiye İlâhî destek vaadi bulunduğundan… Ayrıca kişi elde ettiği emeğe dayalı meşru kazancını faiz ödemesinde kullanarak kirlettiğinden dolayı üretim kredisi caizdir, denilemez.
Mezopotamya’da kurulan Babillerin meşhur Hammurabi kanunlarından, Eski Mısır’ın ve Roma’nın kanunlarına, tâ günümüzdeki semavi ve beşeri bütün geçerli hukukî sistemlerine ve ekonomik doktrinlere kadar hiçbir yapı faizi bir hak olarak görmemiştir. Daima ona bir sınır çizmeye, onun yayılmasını engellemeye ve elinden geldiği durumlarda tamamen onu kaldırmaya çalışmıştır. Pakistan ve İran’da olduğu gibi… Semavi dinler, faizin sebep olduğu ihtilaller, mağduriyetler ve haksızlıklara da dayanarak onu tamamen kaldırmış ve onun yerini dolduracak unsurları da ekonomiye hediye etmişlerdir: Zekât, sadaka ve infak gibi… İktisad tarihini ve ekonomik doktrinleri derinlemesine inceleyen, dünya genelinde görünen ekonomik bütün problemlerin, sosyal sıkıntıların, ihtilal ve kargaşaların temellerini araştıran Bediüzzaman Said Nursi ekonomik hastalıkların temelinin teşhis ve tedavisini şöyle yapar:
“Bütün muavenet ve yardım nevilerini hâvi olan zekât hakkında, sahih olarak Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan اْلاِسْلاَمِ قَنْطَرَةُ اَلزَّكَاةُ[18] hadis-i şerifi mervidir. Yani, Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde ( sosyal yapısında ) intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına ( kalkınmalarına ) engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir.
Evet, zekâtın vücubu (zorunlu kılınması) ile ribanın hurmetinde (haram kılınmasın da) büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.
Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sahifeyi lekelendiren beşerin mesâvisine (kötülüklerine), hatâlarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilâller, fesatlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.
Birisi: "Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!"
İkincisi: "Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim."
Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekâttır.
Nev-i beşeri umumî felâketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır. (Faizin haram kılınmasıdır.)”
Günümüz Türkiye’sini ve İslam dünyasını incelediğimiz zaman görürüz ki faizle en büyük ve köklü mücadeleyi başlatan ve bilfiil bunu yaşayan Bediüzzaman ve talebeleri ile onların usulüyle dine hizmet eden diğer gruplardır. Çünkü Bediüzzaman’ın temel aldığı kudsî iman hizmeti, şefkatli ve güvenilir ferdler yetiştiriyor. Şefkatli bir mümin, başkalarına faiz ile zarar veremez. Güvenilir bir mümin ise, aldatılsa da aldatamaz; cüz’î menfaati için yalana tevessül ederek imanına ve İslam ekonomisine zarar veremez.
[1] Bakara sûresi, 282. Bu âyet meşhur ismiyle Müdayene ( borçlanma ) âyetidir.
[2] İbn Hanbel, III, 134.
[3] Sünen-i İbn-i Mâce, Ticâret, 1.
[4] DİA, Faiz maddesi.
[5] Tevbe suresi, 60.
[6] Zekât manasında değil, bilinen manasıyla sadaka…
[7] Merkantilistler, İngiltere’de Sanayi Devrimi’nin başlamasına yol açan tüccarların oluşturduğu sermaye birikimi akımıdır. Fizyokratlar ise, Fransa’da Tarım Devrimini başlatarak sermaye birikimine vesile olan toprak sahiplerinin teşkil ettiği akımdır.
[8] Bu yazıdaki yed-i emin, güvenilir el manasıyla hukukta kullanılan belirli bir kişi ve müessese manasında değil, herhangi bir güvenilir kişi manasında kullanılmıştır. Câhiliye döneminde Hz. Peygamber’in (ASM) amcası olan Abbas, Mekke toplumu için bir yed-i emin idi. Bu yüzden Hz. Peygamber (ASM) ilk Onun faizini kaldırıyor.
[9] Mevduat, emanet edilen para, altın veyahut kıymetli evraklar demektir.
[10] Kur’an ve Arapça, kumarın kolay bir kazanç yolu olduğunu ifade etmek için onu yüsr ( kolaylık ) kökünden gelen meysir diye isimlendirir. Kumar sektörünün Yahudiler ile bağlantısı araştırmaya değer bir konudur.
[11] İsra suresi, 4-7. Âyetlerdeki “
[12] Cehennem der ki: “ Daha yok mu? ” ( Kaf suresi, 30 )
[13] Arapça’da fâiz kelimesi, artan, çoğalan demek. Bizim anladığımız manada faizi kasdeden kelimesi ise, “ riba” dır. Ki kelime kökü itibariyle fazlalık, nema, artma, çoğalma; yükseğe çıkma; (beden) serpilip gelişme manalarına gelir.
[14] Anne-babaya “ Öf! ” demeyi yasaklayan bir sisteme, anne-babaya karşı daha çirkin bir saygısızlık için neden bilgi vermiyorsun, denilemediği gibi…
[15] Âyeti bu şekilde anlayabilme konusunda anahtar, son devir İslam âlimlerinden ve bir hukuk mütehassısı olan Nakşibendî şeyhi Süleyman Hilmi Tunahan Hz.leridir. Çünkü O, meşhur “ Mümin, bir kötülüğü görse eliyle düzeltir ” hadisindeki “ ed’af ” ifadesini; hadisi devlet boyutlu ele alıp incelediğinde “ en katmerli ve güçlü ” olarak okuyup metin tutarlılığı içinde ele alır. Bu tarz “ ed’af ” lafızlı ibarelerin 2 türlü ele alınabildiğini bize ders verir. ( Mehmed Emre, Hatıralarım, 54-55 )
[16] Tevbe suresi, 60.
[17] Talak suresi, 2.
[18] "Zekât, İslâmın köprüsüdür." el-Münzirî, et-Terğîb ve't-Terhîb, 1:517.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.