Bulut: Bediüzzaman 28 Şubat'ı 1947'de ihbar etmişti
Araştırmacı-Yazar Mehmet Ali Bulut'un açıklaması
Risale Haber-Haber Merkezi
Araştırmacı-Yazar Mehmet Ali Bulut, Bediuzzaman Hazretlerinin bütün darbelere bir şekilde temas ettiğini ancak 28 Şubat'a hususi atıfta bulunduğunu belirterek, 1947'de yazılan ve 50 yıl sonrasına işaret eden mektubuna dikkat çekti.
Haber 7'deki yazısında Türkiye'de darbelerin iktidara değil, millete karşı yapıldığını vurgulayan Bulut, "Dünyanın her yerinde darbe iktidarı değiştirmeye yöneliktir ve birileri kanlı veya kansız bir şekilde iktidarı ele geçirir ve kendisi iktidar olur. Bizde ise, darbe, özellikle de Cumhuriyet döneminde, halkı dizginlemek, İslam'a yönelimleri durdurmak için yapıldı, yapılıyor, yapılmak isteniyor" dedi.
Türklerin ‘modernzim' adı altında İslam'dan ve milli kimlikten soyundurulduğunu açıklaya Bulut, "Allah'ın Adını yücelten destansı ordusu da ‘laikliğin bekçisi' derekesine düşürüldü. Ordunun vazifesi artık, ‘Müslüman' Türkü milletini bekasını sağlamak değil, onu, Batı'nın istediği çizgide tutmaktı. O yüzden de bir iktidar ne zaman bilerek veya bilmeyerek halkın manevi değerlerine yatırım yapacak olsa, hemen asker devreye girer ona bir balans çekerdi. İşte 28 Şubat, o ayarların en tehlikelisi ve en kapsamlısı olacaktı güya" şeklinde yazdı.
Yazısında sözü Bediüzzaman Hazretlerine getiren Bulut, Risale-i Nur'da 1947 yılında yazılmış bir mektubun 28 Şubat'ı işaret ettiğine değindi. Bediüzzaman Hazretlerinin 50 yıl sonraya bir kaç defa vurgu yaptığını belirten Bulut, yazısını şöyle sürdürdü:
"Bediüzzaman bütün darbelere bir şekilde temas eder ama 28 Şubat'a hususi atıfta bulunur ve “28 Şubat sürecinde sözünün etkili olması için, siyaseti bıraktığını söyler.”
Emirdağ Lahikası'nın birinci kitabının baş tarafında “Adliye Vekili ve Risale-i Nur ile Alakadar Mahkemelerin Hakimleriyle Bir Hasbihal” başlıklı bir mektubu var. O mektup 1947'de yazılmış. Mektupta en az dört kere 50 yıl sonra' diyerek 1997'de ‘dahilde tağut eliyle' gerçekleştirileceğini haber verdiği bir olaya dikkat çeker. O olay ile yapılmak istenen şeyi ‘Türk milletini bütün bütün sukut ettirmek (irabdan düşüremk), islam defterine yazılmış bin yıllık tarihini yok saydırmak ve İslamiyet ile bağlarını kesmek” şeklinde tarif eder.
Osmanlı son dönem aydınlarının, güya ‘hürriyeti getireceğiz' diye, dinde ve sosyal hayatta bir takım laubalilikler sergilemeleri, -hem de daha dinî ve millî ahlak ile yetişmişlerin yüzde ellisi hayatta iken- nasıl dini yok sayan bir rejimin ortaya çıkmasına sebep olmuşsa, cumhuriyetin ilk dönemlerinde -yani 1925-1947 arasında- yapılan din karşıtı eylem ve uygulamaların, 1997'li yıllarında nasıl bir tahribata dönüşebileceğini tahmin etmemizi ister ve şöyle der:
“Elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesli- atisi (gelecek kuşakları), seciye-i diniye ve ahlak-ı içtimaiye cihetinde (din ve ahlak açısından) ne şekle girecek(ler), elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur'ân ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra, o parlak mazisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i atinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip, milleti o dehşetli sukuttan (düşüşten) kurtarmayı en büyük bir millî ve vatanî bir vazife bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.”
Hatta o dönemde tavsiyelerinin dikkate alınması için yirmi yıl önce siyaseti bile bıraktığını ifade eder:
“Risale-i Nur sırf ahirete bakar; gayesi Allah'ın rızası ve ahireti kurtarmaktır (…) Fakat (aynı zamanda) dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir; O hizmet de bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve gelecek kuşakların biçareler kısmını imansızlıktan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslamiyet seciyesinden çıkan bir Müslüman, mutlak bir inançsızlığa düşer, anarşist olur, daha (hiçbir kanun ile) idare edilmez.
Evet, eski İslam terbiyesini alanların yüzde ellisi meydanda varken ve milli ve dini geleneklere karşı gösterilen lakaytlık daha yüzde elli mertebesinde iken bu kadar tahribat yapılabilmiş ise, elli sene sonra, yani insanların yüzde doksanının nefsine mağlup olduğu o yıllarda (1997) millet ve vatan aleyhine ne kadar tehlikeli bir hal alacağı tahmin edilebilir. O belaya karşı (28 Şubat darbesi) bir çare arama çabası, beni, yirmi sene evvel (1926-27) siyasetten ve bu dönemdeki insanlarla uğraşmaktan menetti…)” (Emirdağ Lahikası, s. 21)