Çağrılanlar

Bazı özel insanlar, İlahi bir tensib ile, arşa alınan kararlarla, imamı mübinin pergel ve cetveliyle dünyadaki görevlerine davet edilirler, çağrılırlar. Yahya Kemal, Yavuz Sultan Selim’in nasıl Cebrail, Allah ve Resulullah arasındaki nebevi ve ilahi bir oluşturulma ve çağrı ağı ile dünyadaki kargaşayı düzeltmeye davet edildiğini Selimnamesi’nin birinci bendinde izah eder. Hazreti Yavuz’un tavır ve fiilleri bir beşer gözü ile yorumlanamaz. Osmanlı’yı, Hilafeti ve İslam dünyasını hizaya sokar.

Bediüzzaman da helaket ve felaket asrını çok yönlü düzeltmek için çağrılanlar içinde özel bir insandır. ”Ümmetime soru sormamak şartı ile sana ilim verilecektir“ denir kendisine çünkü onun kılıcı bürhandır, akıl ve muhakemedir. Kılıçlarla hidayeti yayan ümmet yerine bürhan kılıcı ile insanları hakka davet eder. Nice insanlar onun muakeleleri ile içindeki dalaleti kusar, yerine nurani imanı doldurur. Bu bugün artık bir hads-i kati olmuştur. Meyveler ağacın kalitesini ortaya koymuştur. İşte Erzurum Kırkıncı Hoca’nın uğurlama merasimi. İşte Urfa’da Abdülkadir Badıllı, işte Tillolu Said, işte Mustafa Sungur, işte Ahmet Aytimur, işte Abdullah Yeğin serdarlarının uğurlama merasimleri.

Bediüzzaman bir davayı tesis eden insandır. Kitapları tasarımları ilahi tensib ile çizilmiştir, onların dışına çıktığında engellenir. “Vellezi nefsi Muhammeden biyedihi” diyen Allah Resulü (asm) hiçbir fiilinde ilahi tensibin dışına çıkamayacağını beyan eder. Bu asırda Muhammedi görevi üstlenmiş olan Bediüzzaman da eserleri insanlar arasında yayacak ve bunlar için mücadele edecek insanları kendi seçmez, seçilir ve gönderilir.

Bayram Abi’nin köyüne birkaç kere gider, o inadına saf adamı yanına getirir. Nebevi sofranın nimet-i maddi ve manevisini birlikte pişirir, birlikte yerler. Zübeyir Ağabeyi gördüğünde ”kardeşim ben seni ta çocukluğundan biliyorum” der. Hulusi Abi için “müntehabdır” yani ilahi bir irade ile seçilip hizmeti Kur’aniyede kendisine yardımcı, muin olarak gönderildiğini beyan eder.

”Küçük Bekir bir gün hayatına yön verecek bir rüya gördü. Yatağından fırladığında hala şu kelimeleri tekrarlayıp duruyordu: Yaparım efendim, emredersiniz efendim, baş üstüne efendim. Cebelden cebele atlarım efendim, binerim efendim, giderim efendim.”

Dakikalarca süren bu konuşmalardan sonra terler içinde tekrar yatağına uzandı. Oğlunun fevkalade halini seyreden annesi durumu ibretle seyretti ve üzerini şefkatle örttü.

Sabahleyin uyandığında annesinin sorusu üzerine gördüğü rüyayı anlattı. Rüyasında Peygamber Efendimiz (asm) fahri kainatı görmüştü. Onunla birlikte Ebu Cehil’in ordusuna karşı mücadele veriyordu. Efendimiz‘in (asm) yanında Hz. Ebubekir (ra), Hz. Ali (ra), Hz. Ömer (ra) de vardı. Peygamberimiz savaşa katılmak isteyen Küçük Bekir’e miğferini ve zırhını giydirmiş, kafirlere karşı savaşmak üzere emirler vermiş, o da bu emirleri tam bir teslimiyet ile kabul etmişti. Anne onu her Cuma küçük hali ile Mihmandarı Nebevi Eyyüb El Ensariye götürür. Anne oğlunun büyük adam olacağını hissetmiştir, safiyetin tezgahında, maide-i Rabbaniden tagaddi ederek büyür ve görevini üstlenir.

Abdullah Yeğin ağabey 1924’te Kastamonu Araç’ta dünyaya gelir. Anası onun doğumunda fevkaladelikler yakalamıştır ama bize meçhul. Ortaokul öğrencisi iken yanına yaklaşanın büyük zarar gördüğü bir insanın yanına arkadaşı ile gider. Yolda görenin yolunu değiştirdiği adama gider, o küçücük dimağı ile ona sorular sorar. O artık seçilmiştir, dünyevi mansıb için o günün şartlarında önemli olan bir üniversiteyi terk eder, hizmeti seçer.

Bir gün babası Üstad’a sorar, ”Efendim bu Abdullah’ın hali ne olacak?“ Bediüzzaman, “korkma senden iyi olacak” der. Yaşarken ruhunu celbettiği insanlar, ölümünde de ona koşar ahiret yurduna uğurlarlar. Çağrılanlar, yine çağrılmıştır. Meclis Başkanı İsmail Kahraman Beyefendi oradaydı. Meclis başkanı Türkiye’yi temsilen gelmişti oraya çünkü bu ülkenin taşı toprağı Bediüzzaman’ın talebeleri ile alakadardır. Meclis demek Türkiye demektir. Başbakan Binali Yıldırım çelengi ile arzı didar etmişti. Bir önceki başbakan Ahmet Davutoğlu, Bediüzzaman kervanının önemli bir erini uğurlamaya gelmişti. Davutoğlu Beyefendi, “Hutbe-i Şamiye benim rehberimdir” diyen adam. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez başkanımız, Abdullah Abinin Üstada ortaokul çağında sorduğu soruyu sorguladı. Diyanet işleri başkanı da Arapça öğrenirken babası onu Hutbe-i Şamiye’nin Arapçası ile dener. Ne harika bir tevafuk.

Gelenler hem dini hem devleti temsil eden insanlardı. Bediüzzaman’ı kıskanan kendi kendini yiyip bitiren zavat-ı garaib, Bediüzzaman’ı biz sipariş etmedik, onu Allah gönderdi bu asrın gereği olarak. Size kalsaydı Bediüzzaman İstanbul’da boğazda bir yalıda, debdebe, alayiş ve nümayiş içinde doğmalıydı. Bütün büyük insanlar saflığın, temizliğin ve dehasal tohumların saklı olduğu köylerde doğmuşlardır.

Fatih Camii’nin avlusunda toplanan muhibban Sayın Görmez’in kıldırdığı namaz ile Abdullah Ağabeyi gönderdiler makarr-ı saltanat-ı ebedisine. O Fatih Camiiki orada nice eazım geldiler gittiler bu dünyadan göçtüler. Akif’in babası Temiz Tahir Efendi Fatih Camiinin müderrislerindendi. Oğlu ile camiye gider gelirler. Yollarda sağa-sola bakmaz, lügat ezberler. Akif onun için “o benim hem babam hem hocamdır, ne öğrendiysem ondan öğrendim” der.

Bediüzzaman Fatih’in kabri şerifine dua okurken bir küçük çocukla konuşur. Keşke böyle büyük mekanların hafızası olsaydı veya arşivi her büyük olay kaydedilseydi. Fatih Camiinde büyük Yazar Ahmet Mithat’ın da mezarı vardır. O da kendi çapında bir fatihtir. Bu millete okuma saatleri ile dili konuşmayı öğretmiştir. Evinden uzak bir okulda kalırken vefat eder, ailesi cenazeye son anda yetişir.

FATİH CAMİİ

Yatarken yerde ilhâdıyle haşr olmuş sefil efkâr,
Yarıp edvârı yükselmiş bu müdhiş heykel-i ikrâr,
 
Siyeh reng-i dalâlet bir bulut şeklinde mâzîler,
Civârından kaçar, bulmaksızın bir lâhza istikrâr;
 
Ziyâ-rîz-i hakîkat bir seher tavrında müstakbel,
Gelir fevkınden eyler sermedî binlerce nûr îsâr.
  
Derâgûş etmek ister nâzenîn-i bezm-i lâhûtu:
Kol açmış her menârı sanki bir ümmîd-i cür’etkâr!
  
O revzenler, nazarlardan nihan dîdâra müstağrak,
Birer gözdür ki sıyrılmış önünden perde-i esrâr.
  
Bu kudsî ma’bedin üstünde tâban fevc fevc ervâh
Bu ulvî kubbenin altında cûşan mevc mevc envâr. 
 
Tecessüd eylemiş gûyâ ki subhun rûh-i mahmûru;
Semâdan yâhud inmiş hâke, Sînâ-reng olup, Dîdâr!
 
Tabîat perde-puş-i zulmet olmuş, hâbe dalmışken,
O, gûyâ kalb-i nûrânîsidir leylin, durur bîdâr.
  
Evet bir kalbdir, bir kalb-i cûşâcûş-i âşıktır,
Ki cevfinden demâdem yükselir bin nâle-i ezkâr.
  
Nümâyan cebhesinden Sadr-ı İslâm’ın meâlîsi:
O sadrın feyz-i enfâsıyle gûyâ bir yığın ahcâr,
  
Kıyâm etmiş de, yükselmiş de bir timsâl-i nûr olmuş.
Nasıl timsâl-i nûr olmaz? Şu pek sâkin duran dîvâr,
  
Asırlar geçti hâlâ bâtılın pîş-i hücûmunda,
Göğüs germektedir, bir kerre olsun olmadan bîzâr:
  
Bu bir ma’bed değil, Mâ’bûd’a yükselmiş ibâdettir;
Bu bir manzar değil, dîdâra vâsıl mevkib-i enzâr.
  
Semâdan inmemiştir, şüphesiz, lâkin semâvîdir:
Zemînî olmayan bir cilve-i feyyâzı hâvîdir.
 
***
  
Bir infilâk-ı safâdır ki yâr-ı cânımdır,
Sabâhı pek severim, en güzel zamânımdır.
 
Ridâ-yı leyli henüz açmamıştı dest-i semâ;
Sabâ da hâb-ı sükûndan ayılmamıştı daha,
  
Fezâ yı rûhda aksetti, es-salâ perdâz
Müezzinin dem-i mahmûru, bir hazîn âvâz.
  
İçimde cûş ederek lücce lücce istiğrâk,
Ezânı beklemez oldum; açılmadan âfâk,
  
Zalâmı sîneye çekmiş yatan sokaklardan
Kemâl-i vecd ile geçtim. Önümde bir meydan
  
Göründü; Fâtih’e gelmiştim anladım, azıcık
Gidince, ma’bede baktım ki bekliyor uyanık!
  
Sokuldum artık onun sîne-i münevverine,
Oturdum öndeki maksûreciklerin birine.
  
Fezâ-yı ma’bedin encüm-nümâ meşâ’ilini,
O lem’a lem’a dizilmiş ziyâ kavâfilini
 
Görünce geldi çocukluk zamanlarım yâda…
Neler düşündüm o sâ’atte bilseniz orada!
  
Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece,
Sizinle câmi’e gitsek çocuklar erkence.
  
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun,
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”
 
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi.
Namâza durdu mu, hâliyle koyverir peşimi,
 
Dalar giderdi. Ben artık kalınca âzâde,
Ne âşıkane koşardım hasırlar üstünde!
  
Hayâl otuz sene evvelki hâli pîşimden
Geçirdi, başladım artık yanımda görmeye ben:
  
Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak;
Vücûdu zinde, fakat saç, sakal ziyâdece ak;
  
Mehîb yüzlü bir âdem: Kılar edeble namaz;
Yanında bir küçücek kızcağızla pek yaramaz
  
Yeşil sarıklı bir oğlan ki: Başta püskül yok.
İmâmesinde fesin bağlı sâde bir boncuk!
  
Sarık hemen bozulur, sonra şöyle bir dolanır;
Biraz geçer, yine râyet misâli dalgalanır!
  
Koçar koşar duramaz, âkıbet denir “âmîn”
Namaz biter: O zaman kalkarak o pîr-i güzîn,
  
Alır çocuklar, oğlan fener çeker önde,
Gelir düşer eve yorgun, dalar pek âsûde
  
Derin bir uykuya…
Derken bu hâtırât-ı lâtîf
 
Çekildi aslına, artık hakîkatin o kesîf
Likâsı başladı karşımda cilve eylemeye;
  
Zaman da kalmadı zâten hayâli dinlemeye:
Sağım, solum, önüm, arkam huşû’a müstağrak
  
Zılâl-i âdem iken, bir sadâ bülend olarak,
O kâinât-ı huzu’u yerinden oynattı;
 
Fezâ-yı mahşere döndürdü gitti eb’âdı!
Sufuf ayakta müselsel cibâl-i velveledâr
 
Gibiydi. Her birisinden duyuldu sîne-fıkâr,
Birer enîn-i tazarru ; birer niyâz-ı hazîn,
 
Ki kalb-i rahmeti sızlattı şüphesiz o enîn!
Eğildi sonra o dağlar Huzûr-i İzzet’te;
 
Göründü sonra o dağlar zemîn-i haşyette!
İnayetiyle Hudâ kaldırınca her birini,
 
Semâya doğru o dağlar da açtı ellerini.
O anda koptu yüreklerden öyle bir feryâd,
 
Ki rûhum eyliyecek tâ ebed o dehşeti yâd.
Kesildi bir aralık inleyen hazin âvâz…
 
Ne oldu Arş’a kadar yükselen o sûz ü güdâz?
O çûş içindeki îman?
 
Evet, hurûş ederek işte rahmet-i Subbûh,
Bütün yüreklere serpildi kubbeden bir rûh:
Rûh-i itmînan.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.