Şahin DOĞAN
Cami Avlusu, Hüzün ve Melenkoli
“Manzaranın güzelliği hüznünde yatar.”(Ahmet Rasim)
Camileri dolaşmak, avlu ve haziresinde eski bir halının üzerinde bir müddet bekleyip maziye doğru manalı bir yolculuğa çıkmak, orada kendinden önce yaşam sürmüş çilekeş ve muzdarip insanların mermere, avluya, hazireye, mezar taşlarına, kubbeye, mihraba sinmiş gölgelerini görmeyi istemek ve o güzelim ve munis mimarinin bir parçası haline gelmeye çalışmak…
Amacı buydu belki veya daha başka bir şeydi. Tarihi yapıların silüeti ile kendi ruhu arasında inanılmaz benzerlikler vardı. O da eskiydi, maziydi, bir masalı vardı, geçmişte kalmıştı. Bedeni bu zamanda yaşıyordu ama ruhu, duyguları, hisleri mazideydi daima. Onun karanlık labirentleri içinde dolaşıyordu usulca.
Bir Aralık günü, yer Şanlıurfa Yusuf Paşa Camii. Tabutların en fazla kalktığı cami. Vakitlerden ikindi. Kasvetli, kederli ve boğucu bir hava. Mahveden bir hava. O, ikindi namazından sonra adeti olduğu üzere son cemaat mahallinde oturuyor ve kendince bazen sabit gözlerle bir noktaya bakıp derin derin düşünüyor bazen de gelip geçen insanların telaşlı ve tedirgin hallerini seyrediyordu. Tuhaf ve tanımsız bir mutluluk veriyordu bu seyir ona. Hafif bir melenkolinin ardından baktığı için böyle sevimli geliyordu, kim bilir.
Yine bu vaziyette iken bir ara büyük bir kalabalığın telaşla cami avlusunu doldurduğunu gördü ve kalabalığın kolları arasında musalla taşına getirilen bir tabut. Cemaat tabutu kolları arasında telaşla dolaştırırken o, yerinde hiç kımıldamadı, sabit gözlerle, tabuta, onun içindeki beyaz kefene sarılmış ölüye, kefenden dışarıya sızmış kırmızı kana, insanların homurdanışına, ağlayışına, ölümü hatırlayışına, sahici veya yalancı hüzünlerine ve hepsinden daha çok mahveden havaya baktı.
Tabut taşınırken, gökyüzü kül rengi bulutlarla kapanık, yağmur hafif hafif yağıyor ve taneleri tabutun üstündeki kirli battaniyeyi ıslatıyordu. Şöyle geçirdi içinden: yağmur latif, bulut latif, hava latif, manzara latif, bu kadar güzel, munis ve bayıltan bir havada insan nasıl ölür? Daha doğrusu ölür mü insan? Böyle bir havada yakışır mı insana ölmek?
Bu kadar güzel ve revnak bir havada ölmek… Hayata elveda demek… Gökyüzünü, yıldızları, yorgun akşamları ve bu akşamlarda söylenen şarkıları, küçük çocukların acı tebessümlerini, cuma saatlerini, sonsuzlukta Allah’a uzanan ezan seslerini, esrarlı geceleri, yasak sevişmeleri, tehlikeli ilişkileri, çekici günahları… Hepsine elveda demek hem de insanda delicesine yaşama istediği uyandıran böylesi çılgın bir havada. Ama ölüme doğru yürürsün çaresiz, yaşamak dedikleri budur belki, ölüme doğru kısa bir yürüyüş, yok olmaya doğru bir seyahat…
Bütün cemaat ölüyü son yolculuğuna uğurlamak için çırpınırken o, tabut ile hava arasındaki anlamlı uyumsuzluğu düşünüyordu. Böyle bir şey olabilir miydi? Ama bunun adı hayattı ve her an her şey olabilirdi.
Yine aynı yerde Ramazan’ın yirmi yedinci günü ikindi namazı sonrası, mukabele okunuyor, insanlar çok halis niyetlerle bu okunan mukabeleyi dinlemek için akın akın camiye koşuyor. Yine musalla taşında bir tabut, içinde biraz sonra gömülmeyi bekleyen zavallı bir ölü. O, aynı nerde oturuyor ama bu sefer cami avlusunu dolduran kalabalığı seyretmiyor, elinde Franz Kafka’nın “Dava” isimli kitabı üzerine eğilmiş okuyor. Tane tane, sindire sindire, empati yapa yapa okumaya çalışıyor. Hayatta çok önemli bir şeyini kaybetmişcesine ve onu mutlaka bu kitapta bulmak istercesine okuyor. Bir ara başını kitaptan kaldırdı, çevresine baktı: Hafız tarafından acıklı bir ses tonuyla okunan Kur’an-ı Kerimler, musalla taşında uzanmış bir an evvel gömülmeyi bekleyen her şeyden habersiz zavallı bir ölü, onun etrafında hüzünlü gözlerle cami avlusunu dolduran bir kalabalık, asude bir yalnızlık içinde bulunan kendisi ve elinde tuttuğu garip kitap. Ne tuhaf! Kur’an, ölüm, yalnızlık, melenkoli, Franz Kafka ve bunalım.
Bütün cemaat ölüyü son yolculuğuna uğurlamak için hummalı bir şekilde çırpınırken o, cami, mukabele, tabut, kalabalık, kendi hali ve Kafka ile arasındaki anlamlı uyumsuzluğu düşünüyordu. Böyle bir şey olabilir miydi? Ama bunun adı hayattı ve her an her şey olabilirdi. Şair olsaydı bu manzaraları ebedileştirebilirdi belki ama şair değildi, birkaç mısra dizecek bir kabiliyetten de yoksundu. Yazık ki şiir dışında bu manalı manzarayı anlatabilecek bir şey de yoktu!
Neylersin ölüm herkesin başında,
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misâli o musalla taşında.
Kısacası ölüm var ey kari! ‘Ölümle hayat, iki cam ustası gibi karşılıklı oturup aynı kürenin içine üfleyip dururlar. Bir kararır kürenin içi, bir rengârenk cıvıldaşır. Ölüm gelir dokunur, anlarsın ki hayat bir saçmalıktır. Birden bütün renkler solar, silinir, yok olur. Kavgalar, kızgınlıklar, öfkeler ateşe tutulmuş incecik bir cam gibi eriyerek biçim değiştirir. “Ne anlamı var” diye sorarsın. “Bir anlamı yok aslında”dır bunun cevabı. Ölümün varlığını hissettiğinde hayat bütün manasından soyunur. Çıplak ve sıkıcı bir gerçek olur.’
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.